ASAM Başkanı Musa Serdar Çelebi yazdı: “İslam Fobisi, Türk Travması ve Avrupa”

Foto: ASAM Foto: ASAM

İslam Fobisi, Türk Travması ve Avrupa

 

Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlara yönelik giderek artan sözlü, yazılı saldırılar ve yasal kısıtlamalarla anılan İslamofobi’nin Avrupa’daki geçmişi oldukça eskidir. 10. Yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması kabile oluşumlarını ve küçük devletçikleri bir araya getirmiş ve aşağı yukarı günümüz Avrupa’yı oluşturmuştur.   Krallıklar altında sosyal ve siyasal anlamda giderek örgütleşen, ani nüfus sıçramasıyla da büyük bir ekonomik kalkınma dönemi yakalayan ve Kilise’nin artarak güçlendiği Avrupa’nın İslam’la olan temasına bakıldığında, Türklerin ön plana çıktığı görülmektedir. Bu sebepten ötürü Avrupa literatüründe İslam’la Türkler, Türklerle İslam ve Müslümanlar çoğunlukla eşanlamlı kullanılmaktadır. Avrupa’nın İslam korkusu, kendini özellikle Türk fobisi olarak göstermektedir.

 

İslam ile Batı Dünyası ilişkilerinin, 8. Yüzyılın başlarında (711’de) Müslümanların İspanya’yı fethetmesiyle başladığını söyleyebiliriz. Paris’e 170 km kala Bedevilerce durdurulan bu fetih hareketinin sebebinin, Hristiyanları kılıçla Müslüman yapmak olmadığı, aksine Hristiyan olarak dahi İslami bir yönetimle daha adil ve daha iyi bir hayat sağlanacağı vaat edilmiş olsa bile, gergin ve  çatışmalı bir tanışma olmuştur.

 

Asıl 1071 yılında Türklerin Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya girmeleri sadece Doğu Roma diye adlandırılan Bizans’ı değil tüm Batı’yı ayağa kaldırmıştır; Eski Dünya yerinden oynamıştır. Bu yüzdendir ki, 11. yüzyılın sonlarında Papa II. Urban’nın haçlı seferi çağrısı üzerine iki asır boyunca Haçlı orduları Anadolu’daki Türk Beylikleri ile savaşmışlardır. Önemli olarak, Avrupa’da halk tanımadığı ve bilmediği için Türklerden ve İslam’dan korkmuştur, bu yüzden dini ve siyasi aktörler tarafından korkutulabilmiştir. Tanışan, öğrenen kimi halk Türklerin yönetimini kendi boyunduruklarına yeğlemiştir. Bu ne Kilise’nin ne krallıkların arzuladığı bir durumdur. Aksine insan yiyen Deccal veyahut şeytanın vücut bulmuş hali olarak resmedilmeye başlayan Türklerin, Kilise veya krallık içi merkez kaç dinamiklerini toplamak ve tekrar konsolide edip dar çıkarlar doğrultusunda yönlendirmek konusundaki kullanışlılığını keşfetmiştir. İslamofobi’nin, yani Avrupa’daki Türk fobisinin güçlü işlevselliği bugün dahî önemini korumaktadır.      

 

1389’da Kosova Savaşı ile Balkanların Fethi, ardından 1453’de İstanbul’un Fethi tüm Batı’da büyük bir sarsıntı yaratmıştır. Önemli olarak Doğu Roma’nın merkezi ‘İstanbul’u Türklerin elinden kurtarmak’ iddiası ile Trabzon’daki Kardinal BESSARİON bile Batı’daki kiliseleri ayağa kaldırmayı, toplayabildiği büyük yardımların yanı sıra halk üzerindeki hâkimiyetini de pekiştirmeyi başarmıştır. Asırlar sonra ne ilginçtir ki, o zaman Yugoslavya’nın Sırbistan Federal Eyaletinin başkanı Slobodan Milosevič, Sırp Slavları Müslüman Boşnak Slavlara karşı kışkırtmak amacıyla Türk fobisini kullanmıştır. 1389, 1989 tarihlerinin alt alta yazılı olduğu özel üretilmiş beyaz bir kürsüden halka seslenip, tamamıyla hayal ürünü olsa da 500 yıllık Türk zulmüne karşı ayaklanma çağırısında bulunan Milosevič, cereyan eden iç savaş ve katliamlara gerekçe sunmuştur.

 

16. yüzyılda Katolik Kilisesi’nin dinden uzaklaştığını savunan Martin Luther’in Din Devrimi ve Evangelizmin doğuşu Türk fobisi olmaksızın asla muvaffak olamayacaktı mesela. Türkleri kiliseye tövbe etmesi için gönderilen Allah’tan bir ceza ve şeytanın kendisi olarak tarif eden Martin Luther, Türkler ve dinleri İslam’a karşı kiliselerin müşterek hareket etmesini ve içlerinde konsolide olmalarını başarmıştır.

 

Nihayetinde başarısızlıkla sonuçlansalar bile da Osmanlı’nın Viyana fetih girişimleri Avrupa’nın bilincine kazınan ve bugüne kadar yaşanan ‘Türkler Viyana’da Travması’nı yaratmıştır. Şehir surlarında hala ‘Tanrı Bizleri Vebadan ve Türklerden Korusun’ yazısının muhafaza edilmesi ise bu korkuyu canlı tutup sürdürmektedir. Türk Travması Avusturya’nın bir nevi varoluş sebebidir, kimliğini tanımlayan olaydır artık. Çoğunlukla Türk olan Müslüman topluluğuna karşı uyguladığı sert yasal girişimlerle bu fobi siyasi sebeplerden tekrar tekrar türetilmektedir.

 

İslamofobi’nin sistemce özümsendiği, 18. asra kadar Türk Devleti ile sınırları olan Batılı devletlerin kendi halklarından Türklere karşı savunma harcamalarını karşılamak amacıyla toplanan ‘Türkensteuer’ (Türk Vergisi) adlı ilave vergi kapsamında kurumlaştırılmasıyla anlaşılmaktadır. Devamında 18. yüzyılın başından 20. yüzyılın başına kadar, 100 yıl boyunca Fransa, İngiltere, Rusya gibi ülkelerce “Şark Meselesi” adı altında, Avrupa’nın İslam korkusunu bir nevi canlandıran Osmanlı Devletinin yıkılması ve topraklarının paylaşılması yönünde büyük gayretler sarf etmiş, karşılarına çıkan bu Türkleri geldikleri topraklara geri göndermeyi hedeflemişlerdir.

 

Dolayısıyla, günümüzde Avrupa’da İslamofobi’yi ele alırken  bu tarihten günümüze kadar sistematik olarak türetilen korkuyu dikkate almak zorundayız. Bu dinamiklerdeki rahatlama ve ivme çevresel, bölgesel veya uluslararası gelişmelere bağlı olarak devreye girmekte ve onlarla etkileşim halinde, soyutlanamaz. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki Soğuk Savaş ile daha büyük bir korku oluşunca, İslam Dünyası özellikle Hollywood aracılığıyla daha romantik, hatta masalımsı tariflerle, yabancı ama özünde iyi olarak sunulmaya başlanmıştır. ABD’yi ve Batı Avrupa’yı Komünizm ve Sovyet belasından koruyacak olan İslam dünyası ve merkezinde Türkiye, sınırların ötesine de olsa anlam açısından yine yakın bir yerlere konuşlandırılmıştır. Müslüman Türkler ile Batı Avrupa arasında asırlarca devam eden ilişki, bu gelişmeler çerçevesinde 1960’lardan itibaren ABD’nin teşviki ile de Batı Avrupa’ya gelen Müslüman ‘Misafir İşçiler’ ile farklı bir boyuta evirilmiştir. Bu yeni göçün içinde yine Türkler en büyük topluluğu oluşturmuştur. Altını çizmek gerekir ki buradaki ilişkiler tarihte olduğu gibi değildir, asla göz hizasına taşınmamıştır bir daha. O dönem söylemler, Batı lehine bir üstünlük hiyerarşisi içerisinde kısa süreli rahatlamıştır. Tarihteki İslam, tarihteki Türkler ile barışılmamıştır aslında, bunu vurgulamalı. 1990’lı ve 2000’li yılların başındaki şiddet olayları bunu açıkça göstermektedir.

 

Aslında ABD’de 11 Eylül olayları, İslamofobi kaynaklı tüm işlemleri, yani her ülkenin kendi Müslümanına uyguladığı baskılayıcı, kısıtlayıcı politikaları teşvik etmek ve meşrulaştırmak adına tam bir milat teşkil etmektedir. 11 Eylül saldırıları ileri sürülerek sadece Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde değil, büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde dahî inançlı insanlar terörist ya da terör yanlısı gibi gösterilmeye çalışılmış, kimi zaman ülkeleri işgal edilmiş, insanları zulüme maruz kalmışlardır. Samuel Hantington 1990’larda “Medeniyetler Çatışması mı?” sorusuyla ortaya attığı hipotezine bundan sonra bir ünlem işareti koymuş, durumu daha da ileri taşıyarak İslam’la olan çatışmaları, ‘İslam’ın kanlı sınırlarına’, bu dinin özellikle savaşçı doğasına bağlamıştır. Bu da kutuplaştırıcı ve kendini gerçekleştiren bir kâhin olmuştur.

 

Bugün İslamofobi, Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde, özellikler Avrupa’da artık Müslümanlara yönelik şiddet olaylarıyla karşımıza çıkmaktadır. Avrupa’da var olan ve bir türlü önü alınamayan ırkçılık ve ayırımcılık artık önemli ölçüde İslam karşıtlığına, Müslüman düşmanlığına dönüşmüş durumdadır. Batı’da bazı çevreler bu karşıtlığı ve düşmanlığı mazur göstermek, meşruiyet  kazandırmak için yoğun çalışma yapmaktadırlar. Tutuculuk, uyumsuzluk, aşılmaz kültür ve inanç farklılığı gibi bahaneler bu tür çabalarda birer malzeme olarak kullanılmaktadır.

 

Almanya ele alındığında 5,5 Milyon Müslüman nüfusun 3,5 milyonunu Türkler teşkil etmektedirler. 20 ila 30 yıl içinde asimile olacakları veyahut çekip gidecekleri düşünülen Türkler göçün 60. yılında misafirliği geride bırakarak, geldikleri ülkelerde kendi kimlikleriyle varlıklarını sürdürmekteler, fakat bugün tekrar islamofobik retoriğe dönülüştür. 

 

Almanya’nın birleşmesiyle 1990larda Türklere karşı şiddet olayları artmıştır. 1992‘de Almanya’nın Mölln şehrinde, 1993’de Sollingen’de Türklerin evleri yakılmış; 2000-2007 yılları arasında 8 Türk kendi iş yerlerinde bir Neo Nazi Çetesi tarafından katledilmiş, 2008‘de Ludwigshafen’de yine Türklerin evi kundaklanmış ve 9 Türk hayatını kaybetmiş, fakat olayın faili  bulunamamıştır. 2020 yılında Hanau’da  ırkçı saldırı sonucunda 5’i Türk toplam 9 yabancı uyruklu göçmen öldürülmüştür. Almanya’daki Türk toplumu bu olaylar karşısında sükûnetini korumuş, 60 yıllık göç tarihi içinde yaşadıkları ülkeye asla zarar verici hiçbir eylemleri olmamıştır. Almanya’nın bu yapıcı tutum karşısında üslubu yine de daha kucaklayıcı bir politika yönünde değişmemiştir. Alman Bertelsman Vakfı’nın  yaptığı ‘Dini Tolerans Araştırması’na göre Alman halkın %52‘si bugün hala İslam’ı bir tehdit olarak algılamaktadır. Alman halkının Budizm ve Hinduizm’e gösterdiği hoşgörüyle İbrahimi bir din olan İslam’a, Müslümanlara ve kuruluşlarına karşı yaklaşmamasına, özellikle 11 Eylül’den sonra medyanın İslam’ı din değil teröre dayalı bir ideoloji gibi sunması sebep olmuştur.

 

Neticede Samuel Huntington’un tahayyül ettiği gibi homojen medeniyetlerin hâkim olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. Keza, ırkçı ve ayırımcı çevrelerin tezleri ve eylemlerine rağmen 2017 de yapılan bir araştırmaya göre  521 Milyon nüfuslu Avrupa’da toplam 26 Milyon Müslümanın yaşadığı belirlenmiştir. Sadece düzenli göç dalgası dikkate alındığında  bile  2050 yılında Müslüman nüfus oranının  yüzde 4,8 den en az 11’e yükseleceği öngörülmektedir. Bu gidişat ile var olan sosyal-politik şartlarda sürtüşme alanlarının arttıracağını düşünülebilir ve genelde o zaman özellikle STK’ların toplumların ve kurumların bilinçlendirilmesi ve mobilize edilmesindeki rolü ortaya konulabilir. Ama çözüm olarak yine tüm yapıcı yük, tüm sorumluluk zaten mağdur olan tarafa atfediliyor olur ki zaten onlardan her seferinde daha fazla emek, daha fazla hoşgörü, daha fazla girişim bekleniyor, vazgeçmemeli elbet. Ama empatiyi doğru yerde aramıyoruz.

 

Yapılan haksızlıklara son verecek, atılan olumlu adımları iyi niyet ve romantik folklordan kurtararak meşrulaştıracak, kurumlaştıracak ve bağlayıcı kılacak merci toplum değildir. Buna vakıf olan yegâne güç ulusal devlettir. Peki, bugüne kadar harekete geçmeyen devletler nasıl teşvik edilecekler? Bu bir nevi kaçınılmaz olacak diye düşünüyorum rasyonel ulus devletleri için. Araştırmada öngörülen artış demografik anlamda göz ardı edilemez bir paya tekâmül edecektir. Toplumsal dengeleri etkileyecek olan artışın iyi yönetimi hem yöneticilerin hem de ulusal barış ve istikrarın sürdürülebilirliği için hayati olacağından tarih boyunca homojen bir yapıda direnmiş devletlerde sistem seviyesinde bir revizyon tetikleyecektir. 

 

Sonuçta, çarpışmanın önlenmesi adına islamofobik eğilimlerin beslediği ve beslendiği maddi ve manevi yoksunluk ve haksızlık durumlarının resmen ve fiilen ortadan kaldırılması ve güvenliğin herkes için temin edilmesi, karşılıklı güveni, iletişimi ve alış verişi mümkün kılacağı için elzem olacaktır.

 

Özellikle, eğitim sisteminin İslam ve Müslümanlar ve toplumsal gerçekler konusunda samimi bir müfredat oluşturması, karşılıklı anlayışı organik kılmak adına gençlere bu gerçekleri içselleştirmeleri yönünde destek sağlaması gerekecektir. Ancak o zaman Kuran-ı Kerim’in yakılması bir toplumsal tabu ile engellenecektir.

 

Ancak ve ancak toplumunun çeşitliliğini gören, tanıyan ve sahiplenen, kurumlarınca yansıtan ve yaşatan, böylelikle çatışma faylarını köprüleyen, ama aynı anda teşvikçi ve kolaylaştırıcı, interaktif ve kooperatif olan bir devlet yapısı adaletle gelen istikrarı, korku durumlarının taşıdığı belirsizlik ve güvenlik dilemmasına yeğleyecektir.

 

 

Last modified on Freitag, 17 März 2023 07:58
Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

https://www.latifcelik.de