Gazeteci-yazar, fikir adamı, sözlükçü, STK yöneticisi, Türkiye Yazarlar Birliğinin kurucusu, Türkiye Yazarlar Vakfı Başkanı. 4 Eylül 1947, Kalecik / Ankara doğumlu. Asıl adı Mehmet Doğan olup, benzer isimlerle karışıklığa neden olmamak için eserlerinde D. Mehmet Doğan imzasını kullanmakta olan düşünür ülkücü yazarımız Mehmet Doğan günümüze ışık tutan bu makalesini okuyucularıma sunuyorum.
Ülkücüler: Nereden Nereye?
Bu konuyu yazmayı epeydir düşünüyordum. Fakat bilgiye dayanmayan, insafla bağdaşmayan ölçüsüz ve mesnedsiz tepkilerle karşılaşma ihtimali yüzünden erteliyordum.
Nitekim, hem de bu hareketin içinden gelen, fikriyle, yayınlarıyla belli bir konumda bulunan değerli bir isme gösterilen ölçüsüz tepkiler üzerine yazmakta geç kalmamaya karar verdim.
*
"Ülkücü tipi"nin 1960 sonlarında paramiliter bir muhtevada "komando" namıyla ortaya çıktığını, 1970'lerin sıcak çatışma ortamında maneviyatçı bir tahavvüle uğradığını, 12 Eylül öncesinde "nizam-ı âlemci" bir muhtevaya büründüğünü ve "kanımız aksa da zafer İslâmın" sloganını ön plana çıkardığını hatırlayanlardanız.
Türkiye'nin dini dışlayan laik milliyetçi damarı, her şeye rağmen, 1970'lerde kurumaya yüz tuttu. Din dışı pozitivist milliyetçilik tesirini tamamen kaybetti. Milliyetçilik söylemleriyle ortaya çıkan ülkücü hareket, dinî bir muhteva kazandı. Kanaatimizce 12 Eylül'ün arka plan sebeplerinden en önemlisi budur! Yoksa rejim ve dış güçler Türkiye'de gençlerin oluk oluk kanının akmasından fazla rahatsız değillerdi. Fakat akıncı gençlikle ülkücü gençliğin gittikçe daha fazla birbirine yaklaşması, işin rengini değiştirdi. Bunun üzerine düğmeye basıldı,12 Eylül darbesi yapıldı.
Komünizme karşı ölümüne mücadele eden ülkücüler, antikomünist generallerin 12 Eylül zindanlarında işkence görmelerini bir türlü anlamlandıramadılar. Eğer, pozitivist milliyetçi (yani Atatürk milliyetçisi) olarak antikomünist bir mücadele yürütselerdi, hiç mesele yoktu. Onları kimse zindana atamazdı, işkenceye tabi tutamazdı. Fakat sıcak çatışma ortamında antikomünist mücadele din unsuru olmadan, şehitlik kavramına yaslanmadan yürütülemezdi.
12 Eylül darbecileri bir taraftan Anayasa’ya "Atatürk milliyetçiliği" ilkesini koyarak, diğer taraftan gençlerin siyasetsizleştirerek (depolitzasyon) ve rejimin arzu ettiği muhtevada vatandaşlık bilgisi şeklinde din ve ahlâk derslerini müfredata sokarak alanı tanzim etti.
Ülkücülerin o tarihten sonra bir taraftan var olmaya, ayakta durmaya çalıştıklarını, diğer taraftan bazılarının ekonomik sistemin ve rejimin kirli işlerine bulaştırıldıkları biliniyor. Bu oluşum 12 Eylül öncesi havayı dağıttı. 1990 sonrasında iki bloklu dünya çözüldükten sonra antikomünist mücadelenin zemini kalmadı. NATO yeni düşmanının rengini yeşil (İslâm) olarak ilan etti, “ılımlı İslâm” kavramıyla kendi yandaşlarını oluşturmaya başladı. O tarihlerden beri, ülkücülerin anti-islâm bir muhteva kazanması için çok yönlü çalışmalar yürütüldü.
28 Şubat'a kadar bu konuda çok fazla ilerleme sağlanamadı. 28 Şubat sonrası koalisyon ortağı olan MHP, sistem içinde ülkücüleri pasifize etti. Devlet kaynaklarından istifade yollarını gösterdi. Siyasî iktidar ortaklığının sonlanmasının ardından "ülkücü" sıfatını benimseyen kesimin nasıl bir noktada duracağı önem kazanmaya başladı.
28 Şubat döneminde İsrail/ABD'nin yeni düşmanı İslâmla mücadele edecek iç güçler sivil kesimde etkili olamadılar. A.Düşünce dernekleri, Çağdaş yaşamcı kuruluşlar vb. devlet bütçesinden desteklenmelerine rağmen sonuç alamadılar.
İkibinli yılların başında Türkiye’deki iktidar değişikliğinden, daha doğrusu yeni iktidarın dinî muhtevasından rahatsız olan merkezler, bu kesimi yönlendirmek için bir hayli çaba sarf etti. Bu sırada yükseltilen ulusalcılık akımı, dini muhtevası zayıflayan eski ülkücüleri etkilemeye başladı. Bir süre sonra 1970’lerdeki dinî değerler üzerinden kendini ifade eden ülkücülük, Cumhuriyet ideolojisinin din karşıtı/düşmanı muhtevasına yaklaşmaya başladı. CHP’nin bu klasik zeminine kayan ülkücülerin tarihle ilgili yaklaşımları da dönüşüme uğradı.
CHP’nin siyaseten uzak durduğu din karşıtlığı alanına kayan ülkücüler görülmeye başladı. Bu karşıtlık siyaset zemininden kültürel zemine doğru kaydı. 1970’lerde milliyetçi fikirleri güçlü şekilde ve kültürel bir zeminde ifade eden Erol Güngör, Nevzat Köseoğlu ve Seyyid Ahmed Arvasî gibi fikir adamları okunmaz oldu, hatta unutuldu.
Meselelere tarihî bütünlüğü içinde bakmak yerine, tek parti inkılapçılığının Osmanlı/İslâm düşmanlığı çizgisinde yaklaşılmaya başlandı. Bu kırılma, bazı ülkücü kesimleri CHP’den fazla tek parti ideolojisine yaklaştırdı. Neticede, “Atatürk kültçülüğü” bu kesimlerin baştacı haline geldi. Bu noktada durmak için bir fikir arkaplanı inşa etmeye bile ihtiyaç yoktu. Hazır ve fakat köhnemiş ilk mektep/orta mektep bilgileri ile idare edilebilirdi.
Bu düşünce-iman zemini kaybında Muhsin Yazıcıoğlu’nun şaibeli şekilde vefatı dönüm noktası oldu. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu düşünce ve iman salabeti ile geniş bir ülkücü kitleyi sağlam bir zeminde tutabiliyordu. Onun şehadetinden sonra bazı ülkücü kesimlerin tarih, dil, kültür konularındaki çözülmeleri hız kazandı. Eski söylediklerinin zıddını söylemeye, eski inandıklarının tersine inanmaya başladılar.
Birikimsiz ve hafıza kaybına maruz kalmış bir kitlenin içi boşaltılmış “ülkücülük” kavramını, arkaplanını hiçe sayarak ısrarla kullanmaları, bugün sadece anakronik bir görünüş ortaya koymaktadır.
Seyit Ahmet Arvasi Hoca, ülkücüye yolunu şöyle anlatıyor,
“Kendini Allah ve Resulü’nün davasına adamış, sırf Allah rızası için canını, malını ve mevkiini, din ve devleti, mülk ve milleti için fedaya hazır, şanlı, mukaddes, ay yıldızlı bayrağın gölgesinde dövüşen, nefsini düşünmeyen ve ülküsüne fâni olmuş yiğitlerdir. Onlar büyük ve şanlı tarihimizin doğurduğu, Allah ve Resulü’nün hizmetine sunulmuş ve küfrün bütün oyunlarını bozan, cesaretini kıran, yolunu kesen ladrolardır. Bunlar Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşanları kınayanların kınamasına aldırmayan yiğitlerdir. Bu nesil Allah’ın İslam alemine ihsanıdır.