Rüyadaki müzikten göksel harmonilere

Rudolf Steiner, müziğin ruha iyi geldiğini söylemiştir. Bu durumu açık-larken Steiner, müziğin diğer sanatlardaki gibi dışarıdaki bir şeyi kopyalama yoluyla değil de, bestecinin bizatihi kendi ruhundan yaptığı bir esinlenme ile gerçekleştirildiği bir üretime dayandığını savunur. Steiner, manevî yola giren tâlibin, belirli bir aşamada içsel gözünün açılmasıyla rüyalarındaki renk ve algıların değiştiğini, daha yüksek boyutlara göre bildiğini söyler. Kişi uyandığı sırada, daha önce hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığı bir görüntüler ve bir renkler okyanusundan gelmiş gibidir. Daha sonra birinci aşamalı olarak bu dünyanın dışına çıkmayı başardığında, rüyadaki nesneler adeta içinden geçilebilir bir hâl almaya başlarlar. Bir sonraki aşamada günlük hayatta da rüyâ hâlindeyken yaşadıklarını görmeye başlar. Kişi, günlük hayat içerisinde de maddi dünyadan daha da gerçek görünen diğerlerinin astral bedenlerini de görebilmektedir. Bu aşamadan sonra, uyku süresi rüyâsız bir hâle gelir. Bir sonraki aşamada ise renk ve görüntü olmayan, ancak seslerden oluşan müzikâl bir evreni deneyimlediğini anlatır. Böylece biyolojik kulakla duyulamayacak sesler ve melodiler duyulmaya başlanmıştır. 

Dünyadaki her bir maddesel formun dahi bir sesi olduğunu deneyimler. Müziğin arketipleri (Devacan) adı verilen yüksek boyutlardadır ve bizim yaptığımız müzik te onun gölgesi gibidir. Besteci genellikle uykuda olduğu süre içerisinde yüksek boyutlara ait bedenleriyle yaptığı seyahatlerde edindiklerini, uyanık hâlinde daha yoğun bedenine taşır ve bizlerle paylaşır.
 
George Gurdjieff’in öğrencisi Petre D. Ouspensky (1878-1947) ezoterizmle ilgili çalışmalarında, insanın evrendeki yerinin oktav kuralı ile anlaşılabileceğini öne sürer. Bu sebepten de kendi deyimiyle bilgelik, kozmosların öğretisi ile başlar. Gurdjeiff, insanın mikrokozmos, evrenin bir makro bir insan olarak değerlendirilmesinin, kabala ve diğer bir çok antik sistemde bilindiği, ancak bu sistemin daha geniş kapsamlı antik öğretilerin eksik bir anlatımla olduğunu iddia eder. Kozmoslara ait öğretimin bütünü olarak iki kozmostan değil, her biri bir diğerini kapsayan içeren yedi kozmostan bahseder. Bu şekliyle yedi kozmos bize evrenin bütün bir fotoğrafını verir. Yalnızca insan ve evrene ait iki kozmosu temel alan eksik anlatım ise, bu benzerliklerin hangi alanda olduğuna dair bir fikir vermez.
 
Gurjieff’in anlatımıyla oktav kurallarına göre mesocosmos ve mikrocosmos, aralarındaki tritocosmosu belirler, deutercosmos ve tritocosmos aralarındaki mesicosmosu belirler; hepsi bu şekilde birbiriyle ilişkilidir ve sıfırdan sonsuza giden yoldaki yerimizi görmemizi sağlar.
 
Bu tabloyu incelediğimizde, doğadaki her bir döngünün, eklenen bir kozmos olarak ele alındığını görmekteyiz: ayın dünya etrafında dönmesi, dünyanın güneş etrafında dönmesi, güneşin samanyolu galaksisi içerisindeki döngüsü. Dünyanın kendi çevresindeki döngüsü bunlardan farklıdır ve doğrusal olmayan bir sürece tabii olduğunu gösterir. Yedi kozmos, yedi periyota işaret eder.
 
Belirli metinlerde insana mikrokozmos denilmesinin sebebi ise onun temelinin mikro kozmosta olduğu içindir. Dünya üzerindeki biyolojik yaşam, çok düşük hücrelerden meydana gelmiştir. Tüm döngüler, insanı da meydana getiren mikro kozmosa gelindiğinde ise durur. Mutlak ile başlayan yaratılış ışığında, Ay ile biter. Ayın ardındaysa yine hiçlik ve mutlâk vardır.
Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

https://www.latifcelik.de