Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz.
Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
+(49) 931 3598385
info@alp-media.org
Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel ile Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetine icabetle 6 Nisan’da Türkiye’ye gerçekleştirdikleri çalışma ziyaretinin ardından, Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) Brüksel Ofisi’nde araştırmacı olarak görev yapan Zeliha Eliaçık Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği, Türkiye’deki Suriyeliler için aktarılan fonların işleyişi, 18 Mart Mutabakatı, Gümrük Birliği ve vize serbestisi gibi konulara ilişkin Anadolu Ajansı’nın sorularını yanıtladı.
6 Nisan’da AB heyeti Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir açılım mı yaşanıyor?
Türkiye-AB ilişkileri köklü bir geçmişe sahip, ancak bu ilişkilerin yeni siyasi konjonktüre uygun yapısal bir değişikliğe ihtiyacı var. Avrupa ve Türkiye tarafı ilişkiler için yeni bir gelecek arıyor. Çünkü ne Avrupa eski Avrupa ne de Türkiye eski Türkiye; uluslararası güç dengeleri de eskiden olduğu gibi birkaç büyük aktörün uhdesinde ilerlemiyor. Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlerin giderek oyuna müdahil olduğu ve yön verdiği bir dönemdeyiz. Bu nedenle Türkiye-AB ilişkilerinde uzun yıllardır süregelen asimetrik ilişki biçimi Türkiye’nin lehine değişti. Çünkü Türkiye (başta Suriye ve Libya, yani Doğu Akdeniz olmak üzere) bölgesinde, kara ve deniz sınır güvenliğini ve terör yoluyla iç huzurunu tehdit eden gruplara karşı aktif bir siyaset izledi. Örneğin Libya’da, Doğu Akdeniz’de Türkiye hep meşru bir tavırla başından beri durduğu yerde durdu. Uluslararası kurumlar tarafından tanınan hükümete destek verdi ve bölgeyi stabilize etti. AB ise “bekle gör” siyasetiyle (başta Libya olmak üzere) hiçbir uluslararası çatışmada bir başarı elde edemedi. Türkiye çıkar önceliklerini kendisinin belirlediği “bağımsız Türkiye” vizyonuyla gerek istihbarat gerek güvenlik alanlarında gerekse ordusuyla büyük bir atılım gösterdi.
Göç meselesi de bu denklemde Avrupa ile Türkiye arasındaki bağımlı ilişkide yeni bir işbirliği ve anlaşma alanı açtı. Avrupa bu yeni şartlara alışmakta güçlük çekse de Türkiye artık Batı’nın uzak karakolu değil. AB de Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğunu kabul etti. Türkiye AB’nin izlediği el düşürme tuzağına düşmeyerek AB üyelik hedefinden vazgeçmediğini tekrar vurguladı. Bu konuda Avrupa’nın çok ikircikli ve tutarsız ve Birlik ruhundan uzak, bölünmüş bir Türkiye siyaseti izlediğini ve bu bölünmüşlüğü son tahlilde yine kendi çıkarları için bir mazeret olarak kullandığını görüyoruz.
Türkiye ile işbirliğini AB’nin muhtaç olduğu ekonomi ve göç alanlarına indirgemeye çalıştığı görülüyor. Bu sürede de Türkiye’deki siyasi irade, insan hakları ve demokrasi gibi bazı normatif dış siyaset söylemleriyle köşeye sıkıştırılmaya çalışılıyor. Ama sanırım insan hakları söylemini siyasi bir argüman olarak kullanışlı bulan muhalefet hariç, bu argümanlara artık kimse iltifat etmiyor. AB’nin dış sınırlarından sorumlu Frontex insanlık suçu işlerken Türkiye’ye insan hakları temelli söylemlerde bulunması elbette siyasi bir hareket. Türkiye-AB ilişkileri siyasi olarak da daha rasyonel ve işbirliğine dayalı bir çerçeveye oturtulmak zorunda. Ancak ben AB’nin 2023’ten önce tutarsızlıklarla dolu, çelişkili Türkiye siyasetinde çok büyük adımlar atacağına ihtimal vermiyorum. Zira elbette AB, Avrupalı uzmanları “Güç dengeleri değişti. Erdoğan siyasetini değiştirmedi ama AB tavizler veriyor” tespitini yapmak zorunda bırakan bir siyasi iradeyi değil, kendisini zorlamayan bir siyaseti Türkiye’de iktidarda görmek istiyor.
Göç sorununa ilişkin Türk kamuoyunda bazı “efsaneler” olduğunu söylüyorsunuz. Nedir bunlar?
Öncelikle şaşırtıcı olan, Avrupa siyasetinin Türkiye’yi —hem de çok haklı olduğu göç gibi bir meselede— köşeye sıkıştırmak için dolaşıma soktuğu bu efsanelerin Türk kamuoyunda itibar görmesi. Maalesef iç muhalefetin sorumsuz tutumu ve Avrupa’nın akademi, siyaset ve medyadaki uzantıları ve oyuncuları eliyle bu söylemler Türk kamuoyunda yayılıyor. Tekrar edelim: Türkiye’nin mültecileri para almak için kullandığı bu mitlerden biridir. Benzer şekilde, Türkiye’nin Avrupa’dan ekonomik çıkar elde etmek için mültecileri kullandığı söylemi de apaçık bir algı operasyonudur. İşin aslı, Avrupa’nın mülteci kabul etmeme ve bu yükü tamamen ve sadece Ankara’ya yükleyerek hiçbir maliyet ödemeden bu işten kaçma “kurnazlığı” içinde olduğudur.
AB başta Cenevre Sözleşmesi ve 18 Mart Mutabakatı olmak üzere uluslararası anlaşmalarla yüklendiği sorumlulukların hatırlatılmasından rahatsız. Kapıları açma bir tehdit değil; AB’nin göç meselesini tek başına Türkiye’ye yükleme siyasetine karşı Türkiye’nin elinde tuttuğu bir haktır. Türkiye mülteciler üzerinden para almıyor; zira ortada zannedildiği gibi bir para değil, tamamen AB kurumları üzerinden projelere aktarılan fonlar var.
18 Mart Mutabakatı’nın imzalandığı günden bugüne kadar geçen süreçte hangi alanlarda ilerleme kaydedildi? Hangi noktalarda sorunlar yaşanıyor?
18 Mart Mutabakatı adından da anlaşılacağı üzere sadece göç meselesini kapsamıyor. Göç meselesinin çözümü yolunda iki taraf karşılıklı sözlerle bazı yükümlülükler altına girdiler. O dönemin şartlarında Gümrük Birliği ve vize serbestisi gibi konularda da AB vaatlerde bulundu. Ancak düzensiz göçün kontrolü hususunda Türkiye üzerine düşeni yaptığı halde, AB bu sözleri tutmadı. Şu an göç mutabakatının yenilenmesi söz konusu. Bu konuda göç meselesinde ciddi yük alan Almanya ve Türkiye tarafı bir irade ortaya koyuyor. Diğer AB ülkeleri ise göçmenlerin ölmesi pahasına, hâlâ “benim sınırlarımdan uzak olduğu sürece benim için sorun yoktur” mantığıyla üç maymunu oynuyor. Oysa göç uluslararası bir sorundur. Göç meselesi Türkiye’de başlamadı ve Türkiye’de de sona ermeyecek.
Fonların aktarımında bazı sıkıntıların yaşandığı zaman zaman basına yansıyor. Bu konuda durum nedir? Mültecilerin ihtiyaçları için ayrılan fonların, AB’nin belirlediği aracı kurumların idari ve operasyonel giderlerine harcandığı ve bu nedenle de amacına ulaşmadığı yönündeki iddialara ilişkin neler söylersiniz?
18 Mart Mutabakatı’yla fonların idaresi konusunda tüm sorumluluk tamamen AB yönetimine verildi. AB’ye sorulmadan hiçbir harcama yapılamıyor. Bu çok ciddi bir sorun. Birincisi, “Suriye’den mülteci akınları Türkiye’de durdurulsun” diyerek Suriyeliler Türkiye’ye teslim edilirken Türkiye’ye güvenen AB, konu mültecilere yönelik mali desteğe gelince Türkiye’yi güvenilmez buluyor. Kendi belirlediği “kayyumlarla” fonları yönetiyor ki ortada doğrudan bir para da zaten yok. Projelere bağlanan bazı fonlar var. Dolayısıyla pratikte bir kilitlenme oluyor. Türkiye de facto olarak sahadaki bu sorunları Cumhurbaşkanlığının gücü ve iradesiyle aşıyor. Ancak Türkiye AB’nin kâğıt üzerinde çözmeye yanaşmadığı konulara sahada pratik çözümler üretmek zorunda değil. Bu süreç artık mutabakatla resmi ve hukuki bir çerçeveye oturtulmalı. Suriyeli mültecilerin sorunlarını Türk hükümeti çözmek zorundaysa, fonların idaresinde de Türkiye söz sahibi olmalı.
Fon yönetiminin tek taraflı olarak AB tarafından yürütülmesi mülteciler için sahada ne gibi sorunlara yol açıyor?
Bu fonları yöneten 25-30 aracı kuruluşun hepsi Avrupalı. Ne Türk ne de Suriyeli Arap sivil toplum örgütleri bu alana giremiyor; çünkü mevzuat böyle. Mevzuattaki bazı maddeler Türkiye’deki STK’ların işin içine girmesini engelliyor. Aracı kurumlarda da “üç yıl Avrupa’da çalışmış olma, dört yıl şunu yapmış olma” gibi şartlar aranıyor. Türkiye’de böyle bir personel bulmak zor. Avrupa kendi şartlarını dayatarak, gerçeklerle uyuşmayan bazı taleplerde bulunuyor. Bunu şöyle okumak mümkün: Elindeki tüm araçlarla proje yönetimini ve fon dağıtımını bilinçli bir biçimde yavaşlatıyor. Artık şark kurnazlığı lafını “garp kurnazlığı” şeklinde değiştirmenin vakti geldi belki de. Zira bununla hedeflenen şey, projeleri uzun zamanlara yayarak yeni fon aktarımı ve proje oluşumunu geciktirmek.
Bencil bir tutum var ortada. Türk STK’larla işbirliği yapılsa, bu aynı zamanda Türkiye’deki sivil toplum kültürünü de güçlendirir. Sivil toplum yönetimi onlardan örnek alırdı, rol model olurlardı. Çünkü yıllardır sahadalar ve tecrübeliler. Fakat bunu yapmıyorlar. Avrupalı aracı kurumlar görevini yapıp sahadan çekilmeli ve yerini yerli STK’lara bırakmalı.
Suriyeliler için burada projeler hangi kriterlere göre yönetiliyor? Bunu da AB mi belirliyor?
Bu konuda bir ihtiyaç analizi yapılması ve ortak işbirliğiyle projelerin yönetilmesi gerekiyor. Eğitim, sağlık, sosyoekonomik koruma sektörlerinde fonların ihtiyaçlara göre aktarılması gerekiyor. Türkiye burada üzerine düşeni yapıyor. Fakat sorun yerli kurumların sistem dışı kalması. Aracı kuruluş olmadığı için, yabancılar da pahalı çalışıyor. Türkiye’yi tanımayan, sahayı bilmeyen Avrupalı aracı kurumların idari harcamalardaki dengesizliği nedeniyle, fonların büyük kısmı operasyonel ve idari masraflara gidiyor ve hedef kitle olan Suriyelilere ulaşmıyor. Oysa Türkiye’deki kurumlar bunu daha iyi yönetirler, çünkü sahayı iyi biliyorlar. Burada özellikle proje idaresinde, Avrupa tarafının siyasi ve ekonomik çıkarlarını gözeten projelerin (örneğin Suriyelileri Türkiye’de kalıcı kılmaya yönelik) değil, Türkiye’nin ve mültecilerin ihtiyaçları ve geri dönüşlerini gözeten projelerin desteklenmesi gerekiyor.
Mültecilere Türkiye’deki Sığınmacılar için Mali Yardım Programı (FRIT) fonlarının ulaştırılması ve Türkiye’ye aktarımı sürecinin yavaş işlediği konusunda Türk tarafının şikayetleri olduğunu biliyoruz. Bu durum mültecileri nasıl etkiliyor ve bu sorun nasıl aşılabilir?
Evet, en büyük sorun AB’nin fonları ve projeleri yavaş ilerletme politikası. Çünkü Avrupalılar söz verdikleri destek çerçevesinde tekrar mali destek vermemek için, kamuoyuna “orada para var” şeklinde bir görüntü vermek adına, fon aktarımını ve projeleri bilinçli şekilde yavaşlatıyor. Normalde AB’nin işleyişi zaten yavaş, ama bu konuda fazladan bir yavaşlamanın söz konusu olduğu anlaşılıyor. Burada AB’nin Suriyelilere tahsis edilen fonları, Katılım Öncesi Yardım Aracı (IPA) fonlarını yönettiği gibi yönetmeye çalıştığı görülüyor. Oysa bu bir insani yardım, bir “kalkınma” yardımı değil. Burada 5 milyona yakın mülteci bulunuyor; dolayısıyla bu mültecilere yemek verilmek zorunda. IPA mantığıyla bunu sağlamak mümkün değil. Bunun değiştirilmesi lazım. AB’nin kendini yenilemesi ve IPA mantığını aşması gerekiyor.
Bu konuda Türk tarafı mültecilerle birlikte Türk vatandaşlarını da sürece dahil ederek uyum ve paylaşım siyasetini ikame ediyor diyebilir miyiz?
Elbette. Örneğin bir mahallenin 10 bin nüfusu var; 3 bini Suriyeli ise 7 bini Türk. Burada sunulan altyapı hizmetine, diğer giderlere Suriyeli göçmenler de ortak doğal olarak. Dolayısıyla buradaki fon ve proje dağılımının herkesin faydalandığı bir mekanizmada ilerlemesi gerekiyor. Bu nedenle Türk tarafı bu fonlardan özellikle istihdam konusunda Türklerin ve diğer göçmenlerin de istifade etmesi için gayret sarf ediyor.
Aktarılan 6 Milyar Avroluk fonlarla ilgili AB Türkiye’ye “Biz parayı verdik” diyor. Türk tarafı diyor ki “Hayır, paranın hepsi gelmedi” Bu anlaşmazlık nereden kaynaklanıyor?
Bu anlaşmazlığın nedeni paraların delege edilmesi ile kullanılması arasında geçen sürenin AB tarafından özellikle uzatılması. Evet, AB 6 milyar avroyu kâğıt üzerinde tahsis etmiş, projelere bağlamış; ama “projeler ilerledikçe parayı serbest bırakırım” diyor. Ancak projenin ilerlememesi için de her türlü engeli çıkartıyor. IPA mantığı ile fon yönetimi AB’nin en büyük yanlışı ve hatta taktiği diyebiliriz. Projeleri öyle zor şartlara bağlıyor ki projeler ilerleyemiyor. Ama sahadaki insanlar para bekliyor, yemek bekliyor, iş bekliyor, eğitim bekliyor. Türkiye sahada sorunları çözmek zorunda ve çözüyor da. Bu noktada ülkemiz gerçekten bir başarı hikayesi yazıyor. “Dünya 5’ten büyüktür” diyen Türkiye hem siyasi irade hem insani tutum hem de sahada sorun çözme kabiliyeti açısından 27 AB ülkesinden büyük olduğunu da gösterdi. Fon yönetiminde AB, Suriyeli göçmenler meselesine IPA mantığıyla bir insani yardım değil de bir entegrasyon ve kalkınma yardımı gibi yaklaştığı için çok yavaş yürüyor. Burada Türkiye’ye karşı oyalama ve pratikte de (literatürdeki tanımla) “teknik kısıtlama” siyaseti uyguluyor diyebiliriz.
Fonlanan projelerin birçoğu 2022 yılında bitiyor. Sonrasında ne olacak? Yeni bir vizyon gerekiyor mu?
Biliyorsunuz 3 milyar avro aktarılmıştı; ancak verilere göre şu an bunun yaklaşık yüzde 85-90’ı harcanmış durumda. Bu da yeni bir fon tahsisi sürecinin gerektiğini gösteriyor ki Von der Leyen büyük ihtimalle yakında böyle bir bütçeyi Türk tarafına sunacak.
Yaptığım araştırma ve görüşmelerden edindiğim bilgiye göre, mülteciler için Türkiye’ye AB ve Türkiye tarafından ortak hazırlanan ihtiyaç analizinden çıkan rakamın çok altında bir para tahsis edildiğini görüyoruz. Yeni bir ihtiyaç analizinin yapılması lazım.
Evet, yeni bir vizyon gerekli. Bu fonlar daha çok Türkiye içinde kullanılıyor. Fakat mesele Suriye’de başladı ve orada bitmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanımızın Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda haritayla detaylıca anlattığı bir güvenli bölge meselesi var. Yani fonların oraya doğru aktarılması, orada kullanılması lazım. Bu sorun pansuman çözümlerle yok olmayacağına göre, 18 Mart Mutabakatı’nda da belirtildiği gibi, Türkiye’ye Suriye içindeki güvenli bölgelerin inşası ve güvenli geri dönüşün sağlanması için lojistik ve ekonomik destek verilmesi gerekiyor.
18 Mart AB-Türkiye Mutabakatı’nın revizyonu için öngörülen değişiklikler neler?
Öncelikle Türkiye’ye vize serbestisi ve Gümrük Birliği’nin revizyonu ile ilgili verilen sözler tutulmalı. Fakat bu konuda da Avrupa’nın bir “Garp kurnazlığı” içinde olduğunu görüyoruz. Bu mutabakatla Gümrük Birliği revizyonunun göç konusunda Türkiye’ye ek yükümlülükler getirilerek şartlara bağlanması maalesef bu kurnazlığın bir göstergesi. Gümrük Birliği’nin yenilenmesi yeni değil, eski bir mesele. Şöyle bir soru sormak gerekiyor: AB çok önceden beri zaten yapması gereken bir düzenlemeyi neden yeni şartlara bağlıyor? Türkiye’nin zaten hakkı olan bir mesele adeta lütuf veya yeni bir söz gibi masaya getiriliyor; üstelik şartlara bağlanarak. Gümrük Birliği uygulanan diğer ülkelere de göçle ilgili bu şartlar getirilmiş mi?
Fonların idaresinde Türk kurumlarına sorumluluk kadar yetki de verecek bir düzenlemeye ve göç meselesinde Suriye ayağına odaklanan yeni bir bakış açısına ihtiyaç var. AB’nin mali desteği artırma —ki o süreci de türlü şartlarla yavaşlatıyor— üzerine kurulu kolaycı siyaseti kabul edilemez.
18 Mart Mutabakatı imzalanırken AB’nin bu tür işgüzarlıklara kalkışacağı belki öngörülemedi ama Türkiye artık yoğurdu üfleyerek yemeli. Çok somut, tarihlere bağlı ve Türk tarafınca yapılan ihtiyaç analizleri doğrultusunda, gerek hukuki gerekse mali yeni bir yetki-sorumluluk düzenlemesine gidilmeli. Türkiye’nin siyasi olarak elini zayıflatacak adımlardan kaçınılmalı. 18 Mart bilindiği üzere Avrupa’nın önerisiydi; Türkiye kendi önerisiyle masaya oturmalı.
Suriyeliler gitse de kalsa da Avrupa bir zamanlar Esed rejimine verdiği desteğin, Suriye iç savaşında takındığı pasif tavrın sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Diğer ülkeleri baskılamak için adeta bir sopa gibi kullandığı insan hakları ve sözde “Avrupa değerleri” söyleminin gereğini de önce kendisi yerine getirmeli.
Haber: Tuğçenur Akgün, AA
Resim: AA
BERLİN (AA) - Avrupa borsaları, haftanın son işlem gününü karışık seyirle tamamladı.
Yatırımcıların güçlü küresel büyüme işaretlerini değerlendirmesinin etkisiyle bu hafta tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaşan Avrupa borsaları bugün yönünü belirme mücadelesi verdi.
Gösterge endeksi Stoxx Europe 600, yüzde 0,08 yükselerek 437,23 puandan kapandı.
Sağlık sektöründeki şirketlerin hisselerinde ortalama yüzde 0,71’lik bir artış görülürken, Telekom şirketlerinin hisselerinde ise yüzde 0,71 kayıp görüldü.
Fransa'da CAC 40 endeksi yüzde 0,06 artarak 6.169,41 puana ve Almanya'da DAX 30 endeksi günü yüzde 0,21 değer kazanarak 6,915.75 puana ulaştı
İtalya'da FTSE MIB 30 endeksi yüzde 0,6 değer kaybederek 24.429,41 puan ve İngiltere'de FTSE 100 endeksi yüzde 0,38 azalışla 6.915,75 puan seviyesinden kapattı.
Avro/dolar paritesi ise (TSİ) 19.20 itibarıyla yüzde 0,14’lük azalışla 1,189 seviyesinden işlem gördü.
BERLİN (AA) - Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği (IATA), yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınında 3.dalga nedeniyle uluslararası hava yolu yolcu talebinin şubatta 2019’un aynı ayına göre yüzde 88,7 azaldığını bildirdi.
IATA, şubat ayı uluslararası yolcu talebi istatistiklerini açıkladı. Buna göre, uluslararası yolcu talebi Kovid-19 öncesi Şubat 2019’a göre yüzde 88,7 düştü.
Şubat 2021’deki düşüşün Kovid-19’un olağanüstü etkisini gösterdiğine vurgu yapılan açıklamada, bu düşüşün Temmuz 2020’den sonra en yüksek düşüş olduğu belirtildi.
Şubat ayında kilometre başı yolcu gelirinin Şubat 2019 seviyesinin yüzde 74,7 altında “daha kritik düşük seviyede” kalmaya devam ettiği vurgulandı.
Bu seviye ocakta 72,2 olarak kayıtlara geçmişti.
Açıklamada görüşlerine yer verilen IATA Üst Yöneticisi Willie Walsh, “Şubatta uluslararası hava yolcu talebinde bir toparlanma belirtisi görünmedi.” ifadesini kullandı.
Hollanda seçimlerinde oyumuzun yönünü neler belirleyecek? Hollanda Türk toplumu olarak, 1986 yılından itibaren yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkı verildikten sonra, onlarca seçim yaşadık. Hollanda’da 1980’li yılların sonları ve 1990’lı yıllar, Türklerin siyasi katılım açısından en hareketli yıllarıydı. O yıllarda, hemen hemen her siyasi partide, lokal-eyalet-parlamento ve Avrupa Birliği seviyesinde Türk kökenli temsilcilerimiz vardı. Türkler olarak, siyasi katılım sürecine sanki çok hızlı giriş yapmıştık. Bu girişimimiz bir müddet devam etti. *Yazının devamı: http://www.eurovizyon.co.uk/hollanda-secimlerinde-oyumuzun-yonunu-neler-belirleyecek-makale,9080.html?fbclid=IwAR1xaK1r-CdYDzGInRvbJYhO0lMc3Fkz4J8cYp6i1RjoWw6uxgyz7awTDlw<http://www.eurovizyon.co.uk/hollanda-secimlerinde-oyumuzun-yonunu-neler-belirleyecek-makale,9080.html?fbclid=IwAR1xaK1r-CdYDzGInRvbJYhO0lMc3Fkz4J8cYp6i1RjoWw6uxgyz7awTDlw>*
Seçimler ve 11 Mart Krizi* Hollanda Temsilciler Meclisi seçimlerine bir hafta kaldı. Ne var ki, Hollanda Türkleri olarak, artık bundan böyle, yapılacak her seçimde, 11 Mart krizini hatırlamak durumundayız. Çünkü, hiç de arzu edilmemesine rağmen, dört yıl önce Rotterdam’da yaşanan 11 ve 12 Mart krizleri, toplumsal hafızamızdan silinmiyor. Zira kriz, Hollanda Türklerinin otuz yılı aşan siyasi katılım tarihinde, önemli bir dönüm noktası olarak yerini aldı. Rotterdam Başkonsolosluğu önünde, televizyonların canlı yayınında, atlı polislerin, Türk gençlerinin üzerine yürümesi, ezmesi elbette kolay kolay unutulmaz. Peki, geçen seçimlerde, yani Mart 2017 seçimleri öncesinde yaşanan 11 Mart krizinde neler olmuştu? İsterseniz kısaca özetleyeyim. Yazının devamı: http://www.veyisgungor.com/algemeen/secimler-ve-11-mart-krizi/ *Tek kelimeyle tercihimiz kim olsun onu söyle!?* Geçen hafta, *“Hollanda seçimlerinde oyumuzun yönünü neler belirleyecek?”* başlıklı yorumumu okuyan bazı değerli dostlarım, görüşlerini kısaca ilettiler. Amsterdam’dan bir okurum*, “Tek kelimeyle tercihimiz kim olsun onu söyle!” *derken, Rotterdam’dan bir başka dostum da, *“Tamam da, kime oy vermeli yazmamışsın**.”* diyor. Yine, Den Haag’dan bir okurum, *“Kime vereceğiz OYUMUZU, Başkanım. İşaretini ver”* derken, Leiden’den bir genç takipçim, *“Bu yazını herkez okumalı!! Ayırımcılığı yapan derin devlet!!”* iddiasında bulunuyor. Bunların yanısıra, Zaandam’dan bir dost ise *“Hayırlısı Reis”* derken, Tilburg’dan bir başka dost, *“Sayın üstadım. Yüreğinize kaleminize sağlık. Bizleri bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederim”* değerlendirmesini yapmış. Yazının devamı: https://www.hollandapostasi.com/yazarlar/veyis-gungor/veyis-gungor-un-kaleminden-tek-kelimeyle-tercihimiz-kim-olsun-onu-soyle/29/?fbclid=IwAR2ZxM39nnW2_LAx05uBv1FE1WpsNAYsGSW75famX4F7Yi8fk-2Iz26D0J4
*Selahattin Kandaz’ın ardından…* Hollanda Türk toplumunun, hasseten muhafazakar kesimin yakından tanıdığı Ünye’li Selahattin Kandaz, geçen hafta aramızdan ayrılarak, ebedi aleme göç etti. Bir yıldır insanlığın başına musallat olan hastalığa yenik düştü. Amsterdam ve Ankara’da yoğun bakımda uzun bir yaşam mücadelesi verdi. Hollandalı doktorların tedavisine son vermeleriyle Türkiye’ye götürülen Selahattin Kandaz’ın sağlık durumu çok kritikti. Can çıkmadan, ümit kesilmez misali, yakınları ve dostları her an yeni bir olumlu gelişme bekleyişinde oldular. Yazının devamı: http://www.eurovizyon.co.uk/selahattin-kandazin-ardindan-makale,9087.html?fbclid=IwAR0mYXn4BzxTXoZfV6ToLleX0k7z4PqstbJHYPSUBYHxcwnm1b_FRKS8Qx
*Batı Avrupa Türk Edebiyatı bir gönül erini kaybetti* Avrupa’ya Türk göçünün 60’ıncı yılında, artık görülebilir hale gelen Batı Avrupa Türk Edebiyatı, önemli bir aktörünü kaybetti. Avrupa’da oluşan, sözlü, hatta yazılı Türk edebiyatının ve elbette aşıklık geleneğinin güzide temsilcisi artık aramızda yok. Yunus misali, yazdığı şiirlerle, bestelediği marşlar ve türkülerle Avrupa Türklerinin gönüllerinde farklı bir yer edinen, Ozan Yusuf Polatoğlu, üç gün önce, ebedi aleme göç etti. Yakalandığı hastalığa karşı, dört hafta yoğun mücadele verdi. Sonrasında geçirdiği kalp krizi Polatoğlu’nu aramızdan aldı götürdü. Yazının devamı: http://www.dibace.net/portreler/bati-avrupa-turk-edebiyati-bir-gonul-erini-kaybetti/?fbclid=IwAR0VPS3nTe4nhSVC07bS6ClmsaFTGgYHKLLr3EdRuq0fAQRFX0LiFzBvavI
*Hollanda’da, popülizme inat, Arapça konuşan sıradışı bir Bakan…* *Hollanda Tems**ilciler Meclisi seçim sonuçları aşağı yukarı kesinlik kazanmaya başladı. Resmi olmayan sonuçlara göre, seçimin en büyük kazananı D66 Partisi lideri Sigrid Kaag oldu. Partisi, kazandığı 24 milletvekili ile, D66’nın siyasi tarihinde rekor kırdı. Kaag, Hollanda siyasetinde sıradışı davranışları ve son seçimlerde yapılan televizyon programında ırkçı lidere verdiği amansız cevaplarla dikkatleri üzerine çekti. Sigrid Kaag’la ilgili yaklaşık üç yıl önce (13 Nisan 2018) kaleme aldığım yazıyı, siz değerli okuyucularıma tekrar sunmak isterim. * Yazının devamı: https://www.hollandapostasi.com/yazarlar/veyis-gungor/veyis-gungor-un-kaleminden-d66-partisi-lideri-sigrid-kaag/32/?fbclid=IwAR36W3hWgFhtHwjbgVQYC2Rx5MkkBjLu3SmR2UeD9VVQD6TYhgXiEDkVTfc
*S**eçimler, kazananlar, yeni siyasi oluşumlar ve Türkler* Hollanda Temsilciler Meclisi seçimleri, 15, 16 ve 17 mart tarihlerinde yapıldı. Seçimlere, korona virusü gölgesi düşmesine rağmen, katılım yine de yüksek oldu. Seçim kampanyaları genel olarak sosyal medya üzerinden yürütüldü. Parti liderleri, televizyon programlarında yer aldıkları tartışmalarda, kararsız seçmenleri son anda yönlendirmeyi başardılar. Seçim sonuçlarına göre, iktidar partisi VVD yine birinci parti oldu. D66 partisi büyük bir başarı sağlayarak, ikinci büyük parti olmayı başardı. 150 kişilik Temsilciler Meclisi için 37 parti mücadele verdi ve 17 parti milletvekili çıkarabildi. Seçimlere katılım oranı ise yüzde seksen ikilerde seyretti. Yazının devamı: http://www.eurovizyon.co.uk/secimler-kazananlar-yeni-siyasi-olusumlar-ve-turkler-makale,9096.html?fbclid=IwAR0adwDXQClyZVKkTl1Ux5zcFUhn-pcsa-d86KD0qcATOVqCTQJ5zuK_rsY
*Avrupa Türkleri, Avrupa’da Irkçılık ve Ayırımcılıkla Mücadele Hareketlerinin Neresindeler? * 2021 yılı, Avrupa’ya Türk işgücü göçünün 60’ıncı yıldönümü. Türk işgücü göçü, 30 Ekim 1961 tarihinde Almanya ile Türkiye arasında imzalanan anlaşma doğrultusunda başlar. Bu tarihten itibaren, Türkler sistematik ve düzenli bir şekilde Almanya’ya gelirler. Almanya işgücü göçü anlaşmasını, 1964 yılında Hollanda, Avusturya, Belçika ve 1965 yılında da Fransa ile yapılan antlaşmalar takip eder. İşgücü göçü olarak başlayan Türklerin Avrupa’ya göçleri, yıllar içinde, farklı boyutlar (aile birleşimi, siyasi, mülteci, evlilik, bilgi ve beyin göçü) kazanarak devam etmektedir. Yazının devamı: http://www.veyisgungor.com/algemeen/avrupa-turkleri-avrupada-irkcilik-ve-ayirimcilikla-mucadele-hareketlerinin-neresindeler/?fbclid=IwAR28yYoP60Y7CbnidBwXKVJ1oZrThCx99xyd9CLNyD3W_hIqUMQVhK9Q7h0
*Kurumsal ırkçılık: dün vergi daireleri bugün polis teşkilatı…* Hollanda’da ve tabii ki Avrupa’da kurumsal ırkçılığın ve elbette ayırımcılığın sistematik olduğunu en yetkili ağızlardan duymaktayız. Hatırlayalım, Hollanda Başbakanı Rutte, Black Lives Matter Hareketi’nin gösterileri üzerine çıkan tartışmalarda, *‘sistematik ırkçılık’* vardır demişti. Hatta, üç dört ay önce yayınlanan bir rapor doğrultusunda, Hollanda hükümeti istifa etmek zorunda kalmıştı. Çünkü, rapor, Vergi Daireleri’nin, *“Çocuk Bakım Yurdu Ödeneği”* uygulamasında etnik ayrımcılık ve ırkçılık yaptığını açıkca ortaya koymuştu. Yazının devamı: http://www.eurovizyon.co.uk/kurumsal-irkcilik-dun-vergi-daireleri-bugun-polis-teskilati-makale,9104.html?fbclid=IwAR3IEMkrm2Thrpc3vge_8kpNnrBEkihHUBKSDiH-MMCN7JMMIFry9C3M7y0