Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

KÖLN (AA) - Almanya'nın Köln kentinde genel merkezi bulunan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB), hastanelerde hastalara manevi destek hizmeti vermek için proje başlatacağını duyurdu.

DİTİB Aile ve Sosyal Hizmetler Müdürlüğünün başlatacağı ve kendi alanında uzmanların yer alacağı "Manevi Rehberlik Eğitim Konsepti ve Müfredatı Projesi" ile hastaların iyileşme süreçlerine katkı sunulması hedefleniyor.

 

DİTİB Genel Başkan Vekili Abdurrahman Atasoy, projenin tanıtım toplantısında, projeyle ayrıca dini ve manevi yöntem, teorik ve uygulamalı teknikleri kullanabilen uzmanlar yetiştirmenin de hedeflendiğini söyledi.

Atasoy, "Almanya’da yaşayan Müslümanların ihtiyaçlarına ve taleplerine göre müfredat içeriği hazırlanan projenin hedefi, her insanın kendi isteği ve inancına göre bir manevi rehberin bulunması ve insanların zor dönemlerinde böyle birinin onlara rehberlik etmesidir." dedi.

Proje koordinatörü ve uzman danışman Seat Uzeirovski de Alman İslam Konferansı'nda İslami manevi rehberliğin gerekliliğine vurgu yapıldığına işaret etti.

 

DİTİB'in 2015'te bir manevi rehber istihdam ettiğini belirten Uzeirovski, projenin amaçları hakkında şunları söyledi:

"Hasta, hasta yakınlarının moral, motivasyon ve manevi destek sağlama, dini, manevi konularda rehberlik hizmeti sunmak amacıyla pilot uygulama olarak Köln’de başlatılan 'Hastanelerde Manevi Rehberlik Eğitimi' iki bölüm, 12 ders modülü ve toplam 400’den fazla ders ünitesinden oluşacak ve dersler teorik ve uygulamalı olarak yapılacak. Pilot uygulamaya 14 ilahiyatçı katılacak. Profesyonel yetişecek hastane manevi rehberleri, camilerin uhdesi altında Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamak için hizmet verecek. Özellikle hastane bağlamında hastalık, keder, ölüm gibi konularda profesyonel standartlara uygun ve hastaya odaklanmış manevi rehberlik sunulacak. Manevi rehberler verdikleri hizmetle insanın iyileşme sürecine önemli ölçüde katkı sunacak."

Manevi rehberlik bir dil ile ifade edildiğinde etkisini göstereceğini söyleyen Tübingen Üniversitesi İslam İlahiyat Merkezi Öğretim Görevlisi Dr. Mahmoud Abdallah, yayınladığı birçok eserinden edindiği tecrübelerini paylaşmaktan mutlu olacağını ifade ederek, İslami manevi rehberliğinin Avrupa'da henüz yeni olduğunun altını çizdi.

Projenin bilimsel danışma kurulunda Innsbruck Universitesi İslam İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Takım, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Tosun, RLP Protestan Akademisinden Dr. Georg Wenz, Tübingen Üniversitesi İslam İlahiyat Merkezi Öğretim Üyesi Dr. Mahmoud Abdallah ile Berlin- Humboldt Üniversitesi İslam İlahiyat Enstitüsü Öğretim Üyesi Dr. Ayşe Almila Akca'dan oluşan bilim insanları yer alacak.

 

 

 

BERLİN (AA) - Almanya'da belediyeler ve enerji şirketlerinin politikacılara yönelik elektrik ve gaz fiyatlarını en kısa sürede düşürme baskısı giderek artıyor.

Enerji şirketleri, Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle artan gaz ve elektrik fiyatlarını düşürmek için politikacıların "acil ve cesurca" müdahalede bulunmasını istiyor.

 

Almanya'daki son müşterilerin yüzde 62'sine elektrik sağlayan ve yüzde 67’sine gaz sunan belediye şirketlerinin temsilciliğini yapan Almanya Belediye Şirketleri Birliği (VKU) Genel Müdürü Ingbert Liebing, ülkede elektrik ve gaz fiyatlarına sınırlayıcı önlemler getirilmemesi halinde "ekonomik çöküş" riski olacağını belirtti.

Hızlı yükselen tüketici fiyatları, sıkıntılı tedarik zincirleri ve sanayi için enerji tedarik sözleşmelerinin eksikliğinin tüm ekonominin zayıf noktası haline geldiğini vurgulayan Liebing, şimdi ihtiyaç duyulan şeyin "hızlı ve kolay bir şekilde uygulanabilen büyük yardım paketleri" olduğunu savundu.

Bunu başarmanın en iyi yolunun vergi indirimleri ve muhtaç hanelere doğrudan yardım olduğunu belirten Liebing, "Ancak sürekli artan gaz ve elektrik fiyatlarının gücünün ek fiyat desteğini gerekli kıldığını da görüyoruz. Bu nedenle VKU, özel konutları ve sanayiyi rahatlatan geçici bir elektrik ve gaz freni çağrısı yapıyor." ifadelerini kullandı.

 

- "Yüksek enerji fiyatları, toplumu temellerinden sarsma potansiyeli taşıyor"

Almaya Enerji ve Su İdaresi Birliği (BDEW) Genel Müdürü Kerstin Andreae de yüksek enerji fiyatlarının insanlar ve ekonomi üzerinde önemli bir yük olduğunu ve toplumu temellerinden sarsma potansiyeli taşıdığını vurguladı.

Andreae, Handelsblatt gazetesi aracılığıyla yaptığı değerlendirmede, Alman politikalara "acil bir çağrı" ile enerji fiyatlarıyla ekonominin ve insanların üzerindeki yükün hızlı ve fark edilir şekilde hafifletilmesinin merkezi bir öneme sahip olduğunu belirtti.

Rus enerji şirketi Gazprom, Kuzey Akım boru hattı üzerinden Avrupa'ya günlük doğal gaz sevkiyat kapasitesini 27 Temmuz'da yüzde 20'ye düşürmüş ve eylül başında ise tamamen durdurmuştu.

Enerji ithalatında büyük oranda Rusya'ya bağımlı olan Almanya, Moskova'nın Kuzey Akım 1 doğal gaz boru hattı üzerinden gaz akışını durdurma kararı sonrası enerji kriziyle karşı karşıya kalmıştı.

 

Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin endişeler, enerji fiyatları üzerinde yukarı yönlü baskı oluşturmaya devam ediyor. Alman hükümeti de bu kış sanayi çarklarının dönmesi, elektrik temininin kesintiye uğramaması ve konutların ısınmasını garanti altına alabilmek için politikalar geliştirmeye çalışıyor.

Ülkenin enerji maliyetlerindeki artış; enflasyonu körüklerken, hanehalkı ve şirketler üzerindeki baskıyı artırıyor.

Bu arada, yüksek enerji ve gıda fiyatları, Almanya'da enflasyonun ağustosta yaklaşık 50 yılın en yüksek seviyesine çıkmasına neden oldu. Temmuzda yüzde 7,5 olan yıllık enflasyon, ağustosta yüzde 7,9 ile ilk petrol krizinin yaşandığı 1973-1974 kışından bu yana en yüksek seviyeye çıktı.

Frankfurt Başkonsolosluğu himayesinde çalışmalarını sürdüren Tiyatro Frankfurt'un yeni sezon açılışında, "Aşkımızın Son Durağı" adlı oyun, Gallus Tiyatrosu'nda sahnelendi.
 
 

 

Arbeitsgruppenbericht über das Verfassungsgerichtsurteil zum Verfassungsschutz - IMK-Vorsitzender Joachim Herrmann zum Beschluss der Innenministerkonferenz: Angemessene Lösungen zur Weiterentwicklung der Verfassungsschutzgesetze.

 

Laut dem Vorsitzenden der Innenministerkonferenz (IMK), Bayerns Innenminister Joachim Herrmann, hat sich die IMK mit dem Bericht einer Bund-Länder-Arbeitsgruppe anlässlich des Urteils des Bundesverfassungsgerichts zum Bayerischen Verfassungs-schutzgesetz befasst: "Der Bericht zeigt deutlich die besonderen Herausforderungen, vor die das Urteil die Gesetzgeber in Bund und Ländern nun stellt." Das höchste deutsche Gericht hatte am 26. April 2022 die gegen das Bayerische Verfassungsschutzgesetz erhobene Verfassungsbeschwerde zum Anlass genommen, ein Grundsatzurteil zu den Befugnissen des Verfassungsschutzes zu treffen. Die Innenministerkonferenz hat nun in ihrem aktuellen Beschluss einstimmig festgestellt, dass der Bericht für die Verfassungsschutzgesetze in Bund und Ländern "angemessene Lösungen" aufzeige.

 

Der bayerische Innenminister erklärte, Bayern werde sein Verfassungsschutzgesetz auf dieser Grundlage ändern. Ein entsprechender Vorschlag befinde sich gerade in der Abstimmung und solle in Kürze in den Landtag eingebracht werden. Dabei betonte Herrmann, dass das Bundesverfassungsgericht unmissverständlich klargestellt habe, dass der Verfassungsschutz einen wesentlichen Baustein in der wehrhaften Demokratie bildet, zu der sich das Grundgesetz ganz bewusst entschieden hat. "Wir brauchen deshalb einen starken Verfassungsschutz, um dem von Corona und Ukraine-Krieg profitierenden Extremismus ebenso wie den hybriden Bedrohungen aus dem Ausland entschieden entgegentreten zu können."

 

Mit Blick auf den gesetzlichen Änderungsbedarf verwies der Innenminister zum Beispiel auf die einschränkenden Vorgaben aus Karlsruhe für die Weitergabe von Erkenntnissen des Verfassungsschutzes an Strafverfolgungsbehörden. Nachdem das Bundesverfassungsgericht diese Informationsweitergabe nur bei konkretem Verdacht für eine besonders schwere Straftat zugelassen hat, kommt der Bericht zu dem Schluss, dass die vergleichsweise knappen Urteilsausführungen viele Fragen offenlassen. Würde man als 'besonders schwere Straftat' nur die in der Strafprozessordnung so bezeichneten Delikte verstehen, führe dies "zu massiv irritierenden Ergebnissen", die womöglich "das Vertrauen der Bevölkerung in wirksamen staatlichen Rechtsgüterschutz" beeinträchtigen könnten. Herrmann: "Wie unter anderem die Untersuchungsausschüsse zum NSU und zu Anis Amri eindeutig gezeigt haben, brauchen wir mehr, nicht weniger Informationsaustausch. Ich verstehe nicht, warum der Verfassungsschutz einen Neonazi, der einen Juden oder einen Moslem verprügelt, nicht anzeigen darf. So etwas gibt es in keinem anderen Rechtsstaat."

 

Einen weiteren Schwerpunkt des Berichts bildet der Informationsaustausch mit Gefahrenabwehrbehörden, die sogenannte 'operative Befugnisse' haben. Hier hatte das Verfassungsgericht erklärt, dass die Übermittlung nur bei einer wenigstens konkretisierten Gefahr für ein besonders gewichtiges Rechtsgut wie etwa Leib und Leben oder der Bestand des Staates zulässig sei. "Leider hat das Bundesverfassungsgericht nicht definiert, was es genau unter einer 'operativen Befugnis' versteht", erläuterte Herrmann. Die Bund-Länder-Arbeitsgruppe habe sich hierzu sehr vertieft Gedanken gemacht und eine griffige Definition entwickelt. Danach sind 'operative Befugnisse' dadurch gekennzeichnet, dass sie die Behörde zu Maßnahmen gegenüber Einzelnen mit unmittelbarer Zwangswirkung ermächtigen, die typischerweise ohne Möglichkeit vorherigen Rechtsschutzes vollzogen werden. Hierzu Herrmann: "Wenn mich die Polizei auf der Straße festnimmt, habe ich keine Zeit mehr, einen Richter prüfen zu lassen, ob das im Einklang mit dem Gesetz geschieht. Ganz anders liegt die Sache aber, wenn die Behörde zunächst den Betroffenen schriftlich anhört, dann einen Verwaltungsakt erlässt, gegen den der Betroffene Klage erheben kann, bevor es zu einer zwangsweisen Vollstreckung kommt."

 

Insgesamt zehn Detailfragen werden in dem über 130 Seiten umfassenden Bericht der vom Bundesinnenministerium initiierten Bund-Länder-Arbeitsgruppe behandelt, an der sich Experten aus Baden-Württemberg, Bayern, Berlin, Brandenburg, Hamburg, Hessen, Niedersachsen, Nordrhein-Westfalen, Sachsen sowie des Militärischen Abschirmdienstes und des Bundesamts für Verfassungsschutz beteiligt hatten. Herrmann dankte den beteiligten Fachleuten für ihr großes Engagement: "Die Arbeitsgruppe hat in kürzester Zeit zu sehr komplexen Problemen tiefgehende Überlegungen angestellt."

Der Bericht der Arbeitsgruppe kann unter https://www.imk2022.bayern.de/ abgerufen werden.

 

BRÜKSEL (AA) - Avrupa Birliği (AB), Rusya'dan AB'ye sığınmak isteyen Rus vatandaşlarının başvuruları için mevcut yasal çerçevenin geçerli olduğunu, her bir davanın kendi özelinde değerlendirileceğini bildirdi.

 

AB Komisyonu Sözcüsü Eric Mamer, günlük basın toplantısında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 21 Eylül'deki kısmi seferberlik ilanından sonra Rusların ülkeyi terk etme ve AB'de sığınma elde etmeleriyle ilgili soruyu yanıtladı.

Mamer, Rusya'daki durumu yakından takip ettiklerini belirterek, ülkeden geçerli sebeplerle kaçmak isteyenlerin, insan hakları temelinde AB'ye sığınma başvurusunda bulunmaları için mevcut bir yasal çerçevenin var olduğunu, başvuruların her bir dosya bazında değerlendirileceğini dile getirdi.

Üye ülkelerin birbiriyle görüş alışverişinde olduğunu ifade eden Mamer, Göç ve İçişleri Genel Müdürlüğü yetkililerinin yarın konuyla ilgili toplanacağını söyledi.

 

- AB, Rusya'dan kaçmak isteyenlerle prensipte dayanışma içinde

Dün de AB Komisyonu sözcülerinden Peter Stano, Ukrayna'daki savaşın başından bu yana yarım milyon Rus'un ülkeyi terk ettiğini, Putin'in kısmi seferberlik açıklamasının ardından "AB'nin, ülkenin pek çok şehrinde protesto düzenleyerek rejimin yaptıklarına karşı çıkma cesaretini gösteren Rus vatandaşlarıyla prensipte dayanışma içinde olduğunu" belirtmişti.

Mamer de AB ülkelerinin Rus vatandaşlarının sığınma talepleri konusunda ortak duruş benimsemesi gerektiğini kaydetmişti.

AB, Rusya ile vize kolaylığı anlaşmasını askıya almış, bazı ülkeler Ruslardan Schengen başvuruları almayı tamamen durdurmuştu.

- AB Konseyi Başkanı Charles Michel, BM Genel Kuruluna hitabında:
- "Güvenlik Konseyi'nin daimi bir üyesi sebepsiz ve haksız bir savaş başlattığında ve bu savaş BM Genel Kurulu tarafından kınandığında, o ülkenin üyeliği bana göre otomatikman askıya alınmalı"
 

BRÜKSEL (AA) - Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyinin reforma ihtiyacı olduğunu belirterek veto yetkisinin istisnai durumlarda kullanılması ve Rusya gibi haksız bir savaş başlatan ülkelerin üyeliğinin askıya alınması gerektiğini söyledi.

Michel, BM 77. Genel Kurul toplantısında yaptığı konuşmada, BM Güvenlik Konseyinde veto kullanımının bir istisna olması gerekirken genel bir kurala dönüştüğünü kaydetti.

Mevcut sistemin kapsayıcılık ve temsiliyet bakımından yetersiz olduğunu vurgulayan Michel, "Güvenlik Konseyi'nin daimi bir üyesi sebepsiz ve haksız bir savaş başlattığında ve bu savaş BM Genel Kurulu tarafından kınandığında, o ülkenin üyeliği bana göre otomatikman askıya alınmalı." dedi.

AB Konseyi Başkanı, BM Güvenlik Konseyinde acilen reforma ihtiyaç olduğunun altını çizdi.

 

- "Rusya'nın yalanları"

Michel, Rusya'nın Ukrayna'da başlattığı savaşla ilgili "yalan yoluyla dezenformasyon yaydığını" belirterek "Kremlin tüm dünyayı hayali bir düşmana karşı harekete geçirmeye çalışıyor." diye konuştu. Charles Michel, "Kesinlikle hiç kimse Rusya'yı tehdit etmedi, saldırmadı veya işgal etmedi ve Avrupa'da kesinlikle hiç kimse Rusya ile bir çatışma istemiyordu. Herkesin güvenliğini ve refahını tehlikeye atmaktan ne gibi çıkarlarımız olabilir?" değerlendirmesini yaptı.

Rusya'nın savaşın, Ukrayna'daki Rusça konuşan halkların soykırıma uğramasını önlediği yönünde yaydığı propagandayı "yanlış ve iğrenç" olarak niteleyen Michel, "Üçüncü yalan, Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik sadece özel bir operasyon düzenlediği ve bunun bir savaş olmadığı. Bu da yanlıştır." ifadelerini kullandı.

Michel, "Kremlin'in bir diğer yalanının AB'nin savaşı durdurmak için Rusya'ya uyguladığı yaptırımların gıda krizine yol açtığı olduğunu" belirterek şöyle devam etti:

"Savaştan önce bile tek taraflı olarak tahıl ve gübre ihracatını büyük ölçüde düşürmeye karar veren ve dünya piyasalarının istikrarsızlaşmasını teşvik eden Rusya'dır. Karadeniz limanlarına askeri abluka uygulamaya karar veren ve deniz ticaretini imkansız hale getiren Rusya'dır."

 

- "AB'nin tercihi"

Michel, "Bu kürsüden size en ciddi şekilde söylüyorum ki AB kimseden Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasında seçim yapmasını istemiyor ama yapılması gereken bir seçim var. AB'nin tercihi ise saldırganlıktan çok sınırlara saygı duymaktır. Tehditten ziyade iş birliğidir." dedi.

 

- Çin

AB'nin Çin gibi yükselen güçlerin barış ve kalkınma için ortak çabalara katılmasını istediğini belirten Michel, "Deniz güvenliğini savunuyoruz. Tayvan Boğazı'nda istikrarı savunuyoruz. 'Tek Çin' ilkesini tanıyoruz ancak özellikle Sincan ve Hong Kong'daki insan hakları ihlallerine gözlerimizi kapatmayacağız." diye konuştu.

 

ROMA (AA) - İtalya'daki genel seçimlerden resmi olmayan sonuçlara göre birinci parti çıkan aşırı sağcı İtalya'nın Kardeşleri Partisi (FdI) lideri Giorgia Meloni, seçim sonuçlarının İtalyanların, FdI tarafından yönetilen merkez sağ hükümet istediğine dair açık bir işaret olduğunu söyledi.

 

Ülkede dün yapılan seçimlerden, resmi olmayan sonuçlara göre, hem parti olarak hem de sağ ittifak halinde birinci çıkan FdI'nin lideri Meloni, partisinin seçim merkezini kurduğu Roma'daki Parco dei Principi Oteli'nde basın toplantısı düzenledi.

Sonuçlara ilişkin ilk değerlendirmesini yapan 45 yaşındaki Meloni, "Seçim sonuçları, İtalyanların, İtalya'nın Kardeşleri'nin yönetiminde bir merkez sağ hükümet istediğine dair açık bir işaret verdi." dedi.

Meloni, içinde bulundukları zamanın sorumluluk alma zamanı olduğunu dile getirerek, "Tarihin bir parçası olmak istiyorsanız, on milyonlarca insana karşı ne tür bir sorumluluğumuz olduğunu anlamanız gereken bir zamandayız. Çünkü İtalya bizi seçti, biz de ona asla ihanet etmeyeceğiz." diye konuştu.

 

Meloni, "FdI'nin seçimlerden birinci parti çıkması, bizim için pek çok anlam ifade ediyor. Bu kesinlikle birçoğumuz için gurur, gözyaşı, kucaklaşma ve hayaller gecesi." ifadesini kullandı.

Giorgia Meloni, sonucun kendileri için bir varış noktası olmadığını, aksine hareket etme anında olduklarını ve yarından itibaren kendi değerlerini göstermeleri gerekeceğini kaydetti.

Seçimlere katılım oranının düşük olmasından duyduğu üzüntüyü belirten Meloni, devletle vatandaş arasındaki ilişkiyi yeniden inşa etmeleri gerektiğini söyledi.

 

- Seçim sonuçlarına yönelik diğer partilerin değerlendirmeleri

Seçimlerde resmi olmayan sonuçlara göre yüzde 19 civarında aldığı oyla ikinci sırada çıkan merkez solun çatı partisi Demokratik Parti (PD) Meclis Grup Başkanvekili Debora Serrachiani, yaptığı açıklamada, "Ülke için üzücü bir akşam, çünkü bunun iyi bir şey olmadığına inanıyoruz." dedi.

Kamuoyu yoklamalarında 4. sırada gözüken ancak seçimde aldığı yüzde 15'lik oy oranıyla 3. sırada çıkan 5 Yıldız Hareketi (M5S) seçim sonuçlarından memnun.

M5S'e liderlik eden eski Başbakan Giuseppe Conte, düzenlediği basın toplantısında, kampanya döneminde herkesin kendilerine saldırdığını, ancak bugün önemli bir geri dönüşe imza attıklarını anlattı.

Conte, "Güneyde birinci, ülkede üçüncü siyasi gücüz ve büyük bir sorumluluğumuz var." diye konuştu.

Seçimlerden birinci çıkan FdI ile sağ ittifak içinde yer alan Forza Italia Partisi'nin genel koordinatörü Antonio Tajani de sonuçlara ilişkin değerlendirmesinde, sağ ittifak olarak elde ettikleri sonuçla istikrarlı bir hükümet ortaya çıkaracaklarını ifade etti.

 

- Seçimlere katılım oranı tarihin en düşük seviyesinde

İçişleri Bakanlığının paylaştığı verilere göre, dünkü genel seçimlere katılım oranı yüzde 63,9 olarak gerçekleşti. Söz konusu oranın bugüne kadar yapılan genel seçimler arasında en düşük katılım oranı olduğu belirtildi.

Diğer yandan, ülkede oy sayım işlemleri devam ediyor.

ANSA haber ajansının paylaştığı resmi olmayan sonuçlara göre, İtalya’nın Kardeşleri (FdI) yüzde 26 ile birinci, Demokratik Parti (PD) yüzde 19,5 ile ikinci, 5 Yıldız Hareketi (M5S) yüzde 15 ile üçüncü sırada yer aldı. Lig Partisi yüzde 9 ile dördüncü, Forza Italia (FI) yüzde 8 ile beşinci, seçime birlikte giren Eylem Partisi (Az)-Italia Viva (Iv) da yüzde 7,8 oyla altıncı sırada konumlandı.

İttifak bazında ise FdI, Lig, FI ve bazı küçük partilerin oluşturduğu sağ ittifakın oy oranı yüzde 43-44 bandında kaydedildi.

 

PD'nin çatı partisi olduğu merkez sol ittifak ise yüzde 26-27 civarındaki oy oranıyla sağ ittifakın gerisinde ikinci sırada yer aldı.

Seçimlere herhangi bir ittifak altında girmeyen M5S yüzde 15 oy alırken, Eylem Partisi (Az)- Italia Viva (Iv) partileri de yüzde 7,8’lik oy oranı yakaladı.

 

 

Yeni bir yaz dönemi daha sona erdi. Yaz tatillerini, Türkiye ve diğer ülkelerde geçiren vatandaşlarımız geri döndüler. Okullar açıldı. Dernekler ve vakıflar için faaliyet sezonu da başladı. Her gün yeni bir davetiye alıyoruz. Artık, pandemi sürecinin de geride kalmasıyla, sergiler, konferanslar, konserler, kongreler birbirini takip ediyor adeta. Elbette, yaz sezonu sonrası hareketlilik sadece Türklerle sınırlı değil. Hollandalılar, Faslılar, Surinamlılar da etkinliklerine hız verdiler.


Bu hafta elime ulaşan davetiyelerden birisi ilgimi çekti. Sadece ilgimi çekmekle kalmadı, beni derin derin düşündürdü. Neredeyse otuz yıl geriye gittim. Yapılan etkinlikler bir filim şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Beni bu derece etkileyen davetiye, Amsterdam merkezli bir Fas kültür ve sanat kuruluşundan geldi. El Hizjra Vakfı, 24 Eylül tarihinde, Amsterdam’da ‘Arap Edebiyatı Akşamı’ etkinliği düzenliyor.

El Hizjra Vakfı’nın davetiyesinden etkilenme meselesinin arka planında şu gerçek yatıyor. Aynı yıl, biz de, bir grup Türk öğrenciyle Amsterdam Üniversite’sinde “Türk Gençleri Ödüllü Kompozisyon Yarışması” etkinliği ve “1. Hollanda Mevlana Sempozyumu” organizasyonu yapmıştık. Uzun soluklu ve sürdürülebilir sayılabilecek etkinliklere, aynı şehirde ve aynı yılda başlamıştık.

El Hizjra Vakfı, 1987 yılında bir grup Faslı tarafından Amsterdam’da kuruldu. Şehrin merkezinde, Singel’da mütevazi bir kitabevi olarak uzun yıllar faaliyet gösterdi. El Hizjra Vakfı’nın, o yıllardan itibaren düzenlediği “El Hizjra Edebiyat Ödülü” başlıklı bir etkinliği bulunuyor. Ödüller, her yıl “Arap Edebiyatı Akşamı” etkinliğinde açıklanır. Bu ödüller sayesinde, onlarca Fas kökenli genç yazarlık hayatına adım atar. Diğer etnik kökenli gençler de yarışmaya katılabiliyorlar.

Günümüzde, söz konusu “El Hizjra Edebiyat Ödülü” etkinliğinden ödül alıp, Hollanda gazetelerinde köşe yazan, Fas kökenli yazarları görmek mümkündür. Sadece gazetelerde mi? Elbette hayır. Diğer bir çok alanda, varlıkları, söz konusudur.

Üç dört yıl önce, bu Vakfın “Arap Edebiyatı Akşamı” programına katılmış, kültür pazarı bölümünde yayınladığımız Hollandaca kitapları sergilemiştik. O zaman da, etkinlikten, etkilenerek, “Neden Türklerin böyle, Hollandalı entelektüel ve kültür çevrelerinin de katıldığı organizasyonları yok?” diyerek sitem eden bir yazı yazmıştım.


Şimdi davetiyeyi alınca, yine aynı duygu ve düşünceler geldi aklıma. Diğer etnik topluluklara göre, Hollanda’da en organizeli topluluğuz. Dernek, vakıf, cami, federasyon sayımız binleri buluyor. Ancak, kültürel ve kurumsal hafızayı canlı tutan, yeni nesillere taşıyan, literatüre aktaran, arşiv, dokümantasyon, kütüphane gibi çalışmalar yapan kaç kuruluşumuz var? Olanları da kendi ellerimizle yıpratıp, bezdirip, beğenmeyip, dışlayıp, bir kenara atıyoruz.

Uzun yıllar, kültür ve sanat alanında faaliyet gösteren bir KULSAN Vakfı vardı. Hâlâ var. Ancak, o geçmiş yıllardaki gibi, tüm Hollanda tiyatro ve konser salonlarını dolduran, hem de yarıdan fazlası Hollandalılardan oluşan, tıpkı Faslıların organize ettiği “Arap Edebiyatı Akşamı” gibi, kültür etkinlikleri şimdi nerede?
Türkiye’nin, her bölgesinden, her renk ve inançtan sanatçıların davet edildiği konserler esnasında, KULSAN hakkında, neler konuşuldu neler. Eee, şimdi KULSAN yok, bu tür organizasyonları, sürdürebilir olarak, yapan da yok.
Kim kaybetti? Cevabını siz bulun…

Sadece, KULSAN’la sınırlı mı hazmedilemeyenler. Hayır. Otuz yıldır, iki bine yakın ulusal ve uluslararası etkinliğe imza atmış Amsterdam Türkevi hakkında da zaman zaman üflenmeye çalışılan olumsuz hava, bir başka mesele.
Hollanda Türk Müzesi’nin yaşadıkları ve verilen sözler ve yapılmayanlar, bir başka mesele. Daha nice örnekler verilebilir elbette. Önemli olan ve yapılması gereken, elli sekiz yıllık göç tecrübemizin tespit edilmesi ve kurumsal hafıza olarak ortaya konulmasıdır. Bu mesele, toplum önünde olan ve görünen, düşünen ve akli selim için, en önemli tarihsel bir görevdir.

Yeni bir yaz sezonunun sonuna geldik. Korona salgını öncesinde olduğu gibi, bu yıl da, Kovid-19 etkisiyle anayurtlarına gelemeyen Avrupa Türkleri, haziran ayından itibaren, akın akın Türkiye’ye geldiler. Yaz tatilinde, sadece kara yoluyla Türkiye’ye gelenlerin sayısı 2 milyon 200 bin kişiye ulaşmış. Bu insanların, önemli bir bölümü ağustos ayından itibaren geri dönerken, bir bölümü de bu günlerden sonra, yaşadıkları ülkelere geri dönmeye devam edecekler.


Bilindiği üzere, kara yoluyla geri dönüş yapan Avrupa Türkleri, Kapıkule başta olmak üzere, Hamzabeyli, Pazarkule, İpsala ve Dereköy gümrüklerinden geçiş yapmaktalar. Geri dönüş yaparken, gümrüklerdeki yoğunluğu ve uzayan kuyrukları, doğal afet, yani şiddetli yağmurun yol açtığı olumsuzlukları bir tarafa bırakmamız gerekir. Bunlar her yıl karşılaşılan manzaralar. Yoğunluğa, komşu ülke insanlarının alış veriş yapmak için hafta sonu Türkiye’ye giriş çıkış yaptıklarını da göz önüne alırsak, gümrüklerde uzayan kuyruklar bir nebze olsun anlaşılabilir.  

Kara yoluyla çıkış yapan vatandaşlarımızın, sosyal medya hesaplarından paylaştıkları tecrübelerine bakınca, bu yıl, öncelikle İpsala gümrüğünden şikayetlerin yüksek olduğu görülmektedir. Türkiye çıkışında, vatandaşlarımıza yöneltilen soruların insanı çileden çıkarması bir yana, gümrüğün alt yapısının insanların ihtiyaçlarına cevap veremediği belirtilmektedir. Yine, İpsala gümrüğü ile ilgili öne çıkan bir konu ise, vatandaşlarımızın tatil süresince yedikleri trafik cezalarının ödenmesi konusu. Trafik cezalarının mutlaka kredi kartı ya da Türk parası ile ödenmesi şartı, vatandaşlarımızı çileden çıkardı.

Bir vatandaşımız şunları yazmış: “Arabamla, bir aylığına geldiğim tatilde, bir haftalığına otobüsle Doğu Karadeniz turuna katıldım. Tur programında, bir günlük Batum da vardı. Batum’a giriş çıkış yaptığım için, İpsala gümrüğünde benden 26 bin TL ceza istediler. Sebep, üzerimdeki arabayı Türkiye’de bırakıp, yabancı bir ülkeye giriş çıkış yapmam… Bir başka vatandaşımız, aynı şekilde Kıbrıs’a girmiş çıkmış. 150 bin TL ceza ödemiş…”.

Bu ve benzeri örnekleri yani vatandaşlarımızın maruz kaldıkları olayları elbette çoğaltabiliriz. Mesele şikayet etmekten ibaret olmamalı tabii ki…
Mesele, onlarca yıl, her yaz tatilinde yaşananlardan hareketle, sürdürülebilir çözüm üretmek olmalı. Bu çerçevede, Avrupa Türkleri sıla yolunda karşılaştıkları sorunların daha aza indirilmesi amacıyla, bir takım girişimlerde bulunuyorlar. Özellikle sosyal medya üzerinden bilgi, tecrübe, yardım, tavsiye sunan grupların yanı sıra, ‘Adım adım sıla yolu – Türkiye’ yazı dizisi, bunlardan bir tanesi.

Ancak, gerek yukarıda dile getirilen sorunlar ve yaşananlar, gerek Avrupa Türklerinin sıla yolunda geçmek durumunda oldukları ülkelerin gümrükleri, ve gerekse Türkiye’de bazı grupların kullandıkları ötekileştirme dili, Ankara’nın, bir an önce “Sıla Yolu Politikası”, ya da “Avrupa Türkleri Politikası” geliştirmesini kaçınılmaz kılıyor. Ankara, uzun vadede, sürdürülebilir bir politika geliştirerek, her yıl yaz aylarında, üç milyona yakın Avrupa Türkünün daha rahat bir şekilde sıla yolculuğunu yapmasını sağlamalı.
Bu politika, Bulgaristan/Sırbistan sınırında Avrupa Türklerine, takdire şayan, çay, kahve, su, kek ikramı yapan Kızılay hizmetini kat kat aşmalıdır.

“Sıla Yolu Politikası”, ya da “Avrupa Türkleri Politikası” geliştirilmesi, sadece Ankara’daki karar vericilerle sınırlı olmamalı. Avrupa’daki Türk sivil toplum kuruluşları, bu yönde programlar yapmalı. Konferanslar, çalıştaylar organize etmeli. Avrupa Türk medyası konuyu günlerce ele almalı, tartışmalı. Akademisyenler, araştırmacılar onlarca makale yazarak, oluşturulacak politikanın zihinsel zeminini hazırlamalı ve karar vericileri beslemeli. Türkiye’deki Avrupa Türkleri, Yurt dışı Türklerle ilgili faaliyet gösteren resmi ve sivil kuruluşlarla işbirliği yapılmalı ve ortak bir tavır ve akıl oluşturulmalı. Uzun vadeli hedef, Türkiye ile Avrupalı Türkler arasında sağlıklı, güvenli, konforlu ve huzurlu, daha az bürokrasinin olduğu bir ‘Türkiye Avrupa sıla yolu koridoru’ olmalı. Bu uzun koridor, eski ipek yolu misali, geçilen her ülkeye, her kente fayda sağlamalı. Yeni ve alternatif Türkiye Avrupa ulaşım yolları keşfedilmeli. İşte, bu sebeplerden dolayı, Ankara  mutlaka bir “Sıla Yolu Politikası” geliştirmeli.

 

Hollanda’nın Ter Apel köyü, aylardır gündemden düşmüyor. Ülkeye gelen mülteciler, ilk olarak Ter Apel’de bulunan Sığınma Merkezi’ne başvururlar. Sonra kendilerine gösterilen şehirlere dağılırlar. İşte, aylardır bir yoğunluğun yaşandığı bu Mülteciler Merkezi’nde, geçen hafta üç aylık bir bebek öldü. Ölüm sebebi belli değil. Bebeğin kimliği ve milliyeti hakkında bilgi verilmiyor. Ancak, bu merkeze müracaat edenlerin çoğunluğunun Suriyeli mülteciler olduğu bilinmekte.


Üç aylık bebeğin ölüm haberi, Hollanda gündemini ciddi bir şekilde sarstı. Örneğin, Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Ter Apel’de yaşananlardan utandığını belirtti. Adalet ve Güvenlikten sorumlu Devlet Sekreteri Eric van der Burg da, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, Ter Apel’deki yaşananlardan büyük üzüntü duyduğunu, vefat eden bebeğin ailesine başsağlığı diledikten sonra kamp çalışanları ile birlikte iyi dileklerini bildirdi. Muhalefet partilerinden Yeşil Sol Partisi milletvekili Suzanne Kröger, hükümetin mültecilere ayrılan bütçede 128 milyon Euro kısıtlamaya gittiğini, önlem alınmadığını ve sonuç olarak, hamile kadınların, çocukların ve kronik hastalığı olanların kaderlerine terk edildiğini belirtti. 

Elbette, çarşambanın gelişi salıdan belliydi. Çünkü, mültecilerin geçici olarak barınması için kullanılan Ter Apel köyündeki Mülteci Merkezi’nin spor salonu olağanüstü yoğundu. Yeterli yatak yoktu. Yüzlerce mülteci, spor salonunun dışında, ıslak zeminde uyumaktaydı. Kızıl Haç, salonun dışına çadır kurdu, ancak polisler çadırları kaldırdı. Çadır olmamasına rağmen, dışarıda 700 kişi sabahlıyordu. Belediyeler ise mültecileri kabul etmekte isteksiz davranıyorlardı.

Hükümet, mültecilere yer bulmakta zorlanıyordu. Hatta, hükümetin Albergen köyünde Hollanda Sığınmacı Kabul Merkezi Kurumu (COA) için satın aldığı ve 300 mültecinin yerleşeceği otel için, bölge halkı “istemiyoruz” diyerek protestolarda bulunmuştu. Oysa aynı Hollandalılar, Ukraynalı mültecileri, bırakın otellerde barındırmayı, evlerine misafir etmek için sıraya girmişlerdi.

Kamp alanındaki kriz biliniyordu. Sağlık ve Gençlik Bakım Müfettişliği’nden bir ekip Ter Apel’e gitmiş ve incelemelerde bulunmuştu. Ekibin raporu zehir zemberekti. Buna göre, kamp rezil, sefil, bakımsız, yetersizdi. Merkezde, “hijyen eksikliğinin bir sonucu olarak ciddi bir bulaşıcı hastalık salgın riski” olduğu açıklanmıştı. İlginçtir, mülteci uzmanları ve savunucuları da Ter Apel’deki durumu, Avrupa’ya giden sığınmacıların ilk varış noktası Yunanistan ve İtalya’daki kamplara benzeterek, Merkez’in aşırı yoğun olduğunu belirtmişlerdi.

Hükümet ve sorumlular, Ter Apel’deki mülteci kampı krizi karşısında şaşkın ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Hatta, Sınır Tanımayan Doktorların Hollanda Şubesi bile olanlara isyan ederek, Tep Apel’e yardıma koştu. Kuruluşundan bu yana, ilk defa Hollanda içinde sağlık müdahalesinde bulunan bu kurum, Ter Apel’da 44 kişiye yardım etmek durumunda kaldı.  

Ter Apel krizinin çözülmesi için Doetinchem kasabasında açılan mülteci kampına 225 kişi yerleştirildi. 400 mülteci ise, Ter Apel’dan otobüslerle farklı yerlere taşındı. Ancak, bir gün sonra, bu mültecilerin bir bölümü tekrar Ter Apel’a geri geldiler. Ama, alınan tedbirler sonucunda, spor salonu dışında sabahlayan mültecilerin sayısı, 700’den 250’e düştü.

Ter Apel krizi, önümüzdeki günlerde, ülkede faaliyet gösteren farklı çıkar grupları tarafından organize edilecek gösterilerle gündemdeki yerini koruyacak. Krizin çözümü için kamuoyu oluşturulacak.

Ter apel krizinde, Hollanda Türkleri de, bir çok krizde olduğu gibi, yardıma koştular. Hollanda Hasene Derneği, IGMG, Güney ve Kuzey Hollanda bölgeleri, Ter Apel’deki mültecilere yardım kampanyası başlattı. Sivil girişimlerde görülen bu hareketliliğin, karar vericilerde de olmasını diler, mülteci yönetiminde başarısız olan Hollanda hükümetinin doğru ve sürdürülebilir kararlar almasını dileriz.
Umarız, bu ulusal krizden bir an önce çıkılır ve bir daha kamplarda üç aylık bebekler ölmez.