Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz.
Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
+(49) 931 3598385
info@alp-media.org
Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
Annemin babannesinin anlatısıdır: “Kocam, savaştan bir İngiliz atı üzerinde ağır yaralı geldi. Yedi yerinde yarası varmış. Bir kaç hafta evde kendini bilmez yattıktan sonra da öldü. Öldüğünde, oğlum 2 buçuk yaşındaydı. Zaten başka çocuğum da yoktu. Ben 20 yaşıma yeni girmiştim. Oğlumu tek başına büyüttüm. Zaten memlekette hemen hemen hiçbir kadın benden farklı değildi. Bağda bahçede kadınların çalışmasından, hayvanı haşatı kadınların gütmesinden geçtim, cenazeleri bile kadınlar kaldırırdı çoğu zaman. Çünkü genç erkekler savaştaydı. Kalanlar yaşlılar, çocuklar...
Yalnızdım, bütün işlere koşmak beni yoruyordu. O yüzden oğlumu 18 yaşına gelir gelmez evlendirdim. Gelin bize hem can yoldaşı, hem de yardımcı olacaktı. Aradan bir süre geçti, oğlumu askere çağırdılar. Ben askere gitmesinden değil de savaşa gitmesinden korkuyordum. Komutana gittim, durumu anlattım. Tek oğlum olduğunu, onu savaşa göndermeyeceğimi söyledim. Komutan dinledi, düşündü, ‘senin oğlana ayırım yapamayız, tüm Türk evladı gibi o da askerlik yapacak ama bir fikrim var’ dedi. ‘Oğlunun askerliğini Akşehir’e verelim. Bağında bahçende ne varsa topla, ekmek, erişte, tarhana, bulgur neyin varsa hazırla. Haftada bir gün gelsin, kalsın, ertesi gün de senin hazırladıklarını askerlere götürsün.’ Biz Yalvaç’tayız, Yalvaç- Akşehir arası çok uzak değil. Bu teklif hoşumuza gitti. İki at ve bir asker arkadaşıyla gelip, hazırladıklarımızı alıp götürecekti. Oğlum gelmeden biz komşularla toplanarak, teknelerce ekmekler, börekler yapıyor, makarna kesiyor, peynirler, meyveler, sebzeler hazırlıyorduk. Bunlar heybelere dolduruluyor, askerlerimize gönderiliyordu. Bu durum dört sene sürdü ama biz hiç yüksünmeden, seve seve hazırlardık. Evladımın gelmesi büyük bir nimet, bizim askerlerimize, ordumuza küçük de olsa katkıda bulunmamız daha büyük nimetti...”
Başa dönüp, sırayla gidelim. Öncelikle savaşta ağır yaralanan birinin, Anadolunun en ücra köşesindeki evine getirilmesine... Burada eşim Prof. Dr. Ata Atun’un yazısından bir alıntı yapayım; “ABD ordusundaki araştırmacılar tarafından 1950-53 yılları arasında yer alan Kore Savaşı ile ilgili bir araştırma raporu, bu savaşta yer almış, kod adı olan ‘Şimal Yıldızı’ olan bir Tugayı anlatıyordu.
Rapor, ‘ABD ordusundaki kayıpların, Şimal Yıldızı adlı tugayın kayıplarından neden daha fazla olduğu’ ile ilgiliydi.
Raporun sonuç kısmı beni çok etkilemişti. Sonuç bölümünde özetle ‘ABD ordusunun yaralı askerleri, hastaneye yeni bir yaralı asker gelince onu dışlamakta ve yardımcı olmamaktaydılar. Buna karşın Şimal Yıldızı adlı tugaya ait seferi hastaneye tugayın yaralı bir askeri gelince diğer yaralılar hemen onu aralarına alıyorlar, yemiyorlar yediriyorlar, içmiyorlar içiriyorlar, ilacını tam saatinde verip, her tür temizliğini yapıyorlar, hayatta kalabilmesi için de elden geleni yapıyorlardı’ diyordu. Anladığınız üzere ‘Şimal Yıldızı’, Türk ordusuna ait kahraman tugayın kod adıydı.”
Bu bize ait bir haslet. (Batı mentalitesinin ala daha yaralıları vakit kaybı olmasın diye ölüme terk ettiklerini biliyoruz.) Yaralı, hem de iyileşmesi mümkün görünmeyen ağır yaralı bir askeri evine getirmek, onun memkeletinde bir mezarı olmasına vesile olmak... Eminim büyük dedem gibi bir çok ağır yaralıyı da imkanlar dahilinde evlerine ulaştırdılar, aileleriyle vedalaşma fırsatı verdiler.
Gelelim Türk kadınının fedakarlıklarına; Dedelerimiz Çanakkale Savaşı sürecinde; cephede erkekle omuz omuza düşmana karşı savaşırken cephe gerisinde de ninelerimiz her türlü desteği verdi. Milli mücadelede Türk kadını, askerler için kılık-kıyafet ihtiyacının karşılanmasında, yiyecek içecek tedarikinde büyük yararlılıklar gösterdi. Başta Çanakkale Cephesi olmak üzere Kurtuluş Savaşı’nın her aşamasında gönüllü olarak savaşa katıldı. Hemen her haneden bir kişinin cepheye gittiği köylerde geride kalanlar da büyük ninemiz gibi cephedeki evlatları için seferber oldular.
Nitekim Çanakkale geçilmedi, bu destanlar yazıldı, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Çanakkale zaferinin yıldönümünü kutladığımız bugünlerde bu anı da tarihe geçsin, Türk kadınının yaptıkları/yapacakları unutulmasın istedim zira bizler "Kara Fatma"nın, “Binbaşı Ayşe”nin, “Tayyar Rahmiye”nin, “Kılavuz Hatice”nin, “Asker Saime”nin, “Hacaba Nine”nin torunlarıyız.
Not: Annemin babaannesi Hacaba nine, (gerçek adı Hatice) vefat ettiği 95 yaşına kadar dedemlerle yaşadı. Oğluna çok düşkündü. Oğlu yorulacak, hasta olacak diye hiçbir iş yaptırmak istemezdi. Sabah ezanıyla birlikte bahçeye, tarlaya gidileceğinde oğlunu değil, gelinini uyandırır, geliniyle giderdi ancak kendisi de en az gelini kadar çalışırdı. Gelini (anneannem) bundan şikayetçi olmadığı gibi, “sağolsun koca anam bağa bahçeye hep benle geldi, benden çok çalıştı” diye minnet duyardı. Dedem rahmetlik de ömrünün sonuna kadar evin kadınları tarafından el üstünde tutulmanın keyfini sürdü.
BERLİN (AA) - Almanya’nın başkenti Berlin’de Filistin’e destek gösterisi yapıldı.
Çeşitli Filistinli grupların düzenlediği "Filistin ile dayanışma gösterisi" kapsamında çok sayıda kişi Neukölln ilçesindeki Sonnenallee Tren İstasyonu'nun yakınındaki alanda toplandı.
Göstericiler daha sonra Filistin bayrakları taşıyarak Hermann Meydanı'na kadar yürüdü.
İsrail’in Gazze’ye saldırılarını protesto eden göstericiler, üzerinde "Gazze’deki soykırımı durdurun", "Kudüs Filistin’in başkentidir", "Ateşkes şimdi" ve "Filistin’e özgürlük" yazan döviz ve pankartlar taşıdı.
Bazı göstericiler Gazze’deki açlığa dikkati çekmek için tava, temsili bebek ve un torbalarıyla eyleme katıldı.
Polisin geniş güvenlik önlemleri aldığı gösteri Hermann Meydanı'nda yapılan konuşmalarla son buld
DİTİB Genel Merkezi bünyesindeki Köln Merkez Camisi'nde düzenlenen iftar programına, sivil toplum kuruluşları ve dernek temsilcilerinin yanı sıra diğer dinlerin temsilcileri, iş, sanat, siyaset ve bilim dünyasından davetliler katıldı.
Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başlayan iftar programında DİTİB Genel Başkanı Muharrem Kuzey, ramazan ayının dini ve sosyal hayatta çok önemli bir yeri olduğunu söyledi.
Kuzey, "Geçen yıl ramazan ayına Türkiye ve Suriye'de yaşanan şiddetli depremler damgasını vurdu. Küresel sempati bize birdenbire yıkım, ölüm, kayıp ve insanların çektiği acılar karşısında küresel bir topluluk olduğumuzu gösterdi. Kültür, din, dil, etnik köken ne olursa olsun birbirimize yardım eli uzattık, birbirimizin umudu ve güveni olduk." dedi.
Gazze ve Ukrayna'daki savaşlara dikkati çeken Kuzey, şunları kaydetti:
"Açlıktan ölen, yaralanan ve öldürülen insanların görüntüleri daha da travmatik. Özellikle ramazan ayı itibarıyla her insanın acısına karşı daha anlayışlı ve duyarlı oluyoruz. Savaş ve kriz bölgelerindeki insanlar için ramazan ayını hayal etmek bize azap veriyor. Bu nedenle küresel topluma, özellikle Gazze'deki savaşların sona erdirilmesi ve kriz bölgelerine yardım edilmesi için ellerinden gelen her şeyi yapmaları çağrısında bulunuyoruz. Küresel toplumu barışı ve ateşkesi müzakere etmeye ve çatışmanın taraflarını ortak çözümler bulmaya çağırıyoruz."
İkinci Dünya Harbi’ndeki cürümlerinin psikolojisi ve tüm dünyanın baskısı altında Soğuk Savaşın bitimine kadar adeta barış havariliğine soyunan Almanya, üzerindeki işgal kalkıp bağımsız bir ülke haline gelmesinin ardından hızla eski savaşçı ruhuna dönme arzusunu açıkça ortaya koymaktan çekinmiyor. Gerek sivil güvenlik unsurlarının gerekse askeri kesimin son zamanlarda dillerine doladıkları ‘savaşçı ruh’ (Kampfgeist) söylemi ve beş yıl içerisinde büyük bir savaşa hazır olunması yolundaki beyanatlar bunu gösteriyor.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla birlikte cephede aktif olma arzusunu ortaya koyan Almanya, Soğuk Savaşın ardından ortaya konan Almanya-Rusya saldırmazlığı ve dostluğu düşüncesinden hızla uzaklaştı. Avrupa’da kalıcı bir barışın ön şartının Almanya-Rusya ittifakından geçtiğine dair tezler bir kenara itildi. Rusya’nın başındaki yeni Çar Putin’in haddi aşan dengesiz davranışlarının ortaya çıkardığı istikrarsızlık ortamında Almanya tercihini sertlikten yana kullandı. Bu gelişmelerde ABD’nin karşı konulmaz baskısının belli bir rolü olmakla birlikte Alman diplomasisinin ve Avrupa’daki öncü rolünün bunlara karşı durabilecek gücü kendisine verdiği de bilinmektedir. Almanya’nın Rusya-Ukrayna savaşına bu derece angaje oluşu mecburiyetten ziyade şuurlu bir tercihin sonucudur.
Rusya-Ukrayna savaşında soyunduğu rol, Almanya’nın ‘kriz bölgelerinden uzak durma, müdahale etmeme, kriz bölgelerine silah ve mühimmat göndermeme’ prensibini bir tarafa bırakmasını sağlamıştır. Öte yandan Almanya, ‘saldırıya uğrayanın yanında olma’bahanesiyle bizzat krizin bir tarafı olmaktan çekinmemiştir. Bu bahane, Almanya’nın diğer kıtalarda da daha agresif bir tutum takınmasının yolunu açmıştır. Asya’da, Afrika’da ve dünya denizlerinde bugüne kadar Birleşmiş Milletler veya NATO görevi çerçevesinde askeri faaliyetlerde bulunan Almanya, artık kendi milli menfaatleri doğrultusunda hareket edeceğini ortaya koymuştur. Bunun en açık örneklerini, Afrika’da Fransa’nın çekilmek zorunda kaldığı bölgelerdeki varlığını sürdürmek için gösterdiği aşırı çabalarda görmekteyiz.
Gazze’de yaşananlar tüm dünyaya Almanya’nın başka bir yüzünü daha göstermiştir. Holokost’tan mahkûm bu ülke, aşırı sağcı ve apartheid bir yönetim altındaki İsrail’in Filistin halkına karşı sürdürdüğü ölçüsüz ve insafsız saldırıları kayıtsız şartsız desteklemiş, alkışlamış ve katliamların devamını sürekli şekilde teşvik etmiştir. Almanya, tüm barış ve ateşkes çağrılarına karşı çıkmıştır ve bu tutumunu ısrarla sürdürmektedir. Tüm bunları basit bir şekilde ‘kendisini affettirme’ maksatlı görmek mümkün değildir.
Dünyadaki ve ülkedeki ekonomik çalkantılar Almanya’nın üretim ve ihracattaki öncü rolünü fazla etkilememiştir. Halk enflasyon ve pahalılık konusunda sıkıntılar yaşasa da devletin ekonomik gücünü pekiştirmekte olduğu görülmektedir. Bunun dünya siyasetinde ve askeri alanlarda da neticelerinin görülmesi kaçınılmazdır. Mesele, ülkeyi yönetenlerin tercihlerini yıkım ve yokluk getirecek savaştan yana mı, yoksa huzur ve refah anlamına gelen barıştan yana mı kullanacaklarıdır. Görüldüğü kadarıyla bugünkü yönetim şahin rolünü üstlenmeyi ve ciddi şekilde ülkeyi beş yıl içinde Rusya ile filli bir savaşa hazır hale getirmeyi hesaplamaktadır. Aşırı silahlanmaya dönük çabalar bunu göstermektedir. Her ülkenin kendi savunması için gerekli hazırlıkları yapmasına kimsenin itirazı olamaz. Ancak Almanya’nın tarihi ne yazık ki olumsuz örneklerle doludur. Her şeye rağmen tarihten ders almasını bilen Alman halkının yeni bir çılgınlığa fırsat vermeyeceğine inanıyoruz.
Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısıyla birlikte cephede aktif olma arzusunu ortaya koyan Almanya, Soğuk Savaşın ardından ortaya konan Almanya-Rusya saldırmazlığı ve dostluğu düşüncesinden hızla uzaklaştı. Avrupa’da kalıcı bir barışın ön şartının Almanya-Rusya ittifakından geçtiğine dair tezler bir kenara itildi. Rusya’nın başındaki yeni Çar Putin’in haddi aşan dengesiz davranışlarının ortaya çıkardığı istikrarsızlık ortamında Almanya tercihini sertlikten yana kullandı. Bu gelişmelerde ABD’nin karşı konulmaz baskısının belli bir rolü olmakla birlikte Alman diplomasisinin ve Avrupa’daki öncü rolünün bunlara karşı durabilecek gücü kendisine verdiği de bilinmektedir. Almanya’nın Rusya-Ukrayna savaşına bu derece angaje oluşu mecburiyetten ziyade şuurlu bir tercihin sonucudur.
Rusya-Ukrayna savaşında soyunduğu rol, Almanya’nın ‘kriz bölgelerinden uzak durma, müdahale etmeme, kriz bölgelerine silah ve mühimmat göndermeme’ prensibini bir tarafa bırakmasını sağlamıştır. Öte yandan Almanya, ‘saldırıya uğrayanın yanında olma’bahanesiyle bizzat krizin bir tarafı olmaktan çekinmemiştir. Bu bahane, Almanya’nın diğer kıtalarda da daha agresif bir tutum takınmasının yolunu açmıştır. Asya’da, Afrika’da ve dünya denizlerinde bugüne kadar Birleşmiş Milletler veya NATO görevi çerçevesinde askeri faaliyetlerde bulunan Almanya, artık kendi milli menfaatleri doğrultusunda hareket edeceğini ortaya koymuştur. Bunun en açık örneklerini, Afrika’da Fransa’nın çekilmek zorunda kaldığı bölgelerdeki varlığını sürdürmek için gösterdiği aşırı çabalarda görmekteyiz.
Gazze’de yaşananlar tüm dünyaya Almanya’nın başka bir yüzünü daha göstermiştir. Holokost’tan mahkûm bu ülke, aşırı sağcı ve apartheid bir yönetim altındaki İsrail’in Filistin halkına karşı sürdürdüğü ölçüsüz ve insafsız saldırıları kayıtsız şartsız desteklemiş, alkışlamış ve katliamların devamını sürekli şekilde teşvik etmiştir. Almanya, tüm barış ve ateşkes çağrılarına karşı çıkmıştır ve bu tutumunu ısrarla sürdürmektedir. Tüm bunları basit bir şekilde ‘kendisini affettirme’ maksatlı görmek mümkün değildir.
Dünyadaki ve ülkedeki ekonomik çalkantılar Almanya’nın üretim ve ihracattaki öncü rolünü fazla etkilememiştir. Halk enflasyon ve pahalılık konusunda sıkıntılar yaşasa da devletin ekonomik gücünü pekiştirmekte olduğu görülmektedir. Bunun dünya siyasetinde ve askeri alanlarda da neticelerinin görülmesi kaçınılmazdır. Mesele, ülkeyi yönetenlerin tercihlerini yıkım ve yokluk getirecek savaştan yana mı, yoksa huzur ve refah anlamına gelen barıştan yana mı kullanacaklarıdır. Görüldüğü kadarıyla bugünkü yönetim şahin rolünü üstlenmeyi ve ciddi şekilde ülkeyi beş yıl içinde Rusya ile filli bir savaşa hazır hale getirmeyi hesaplamaktadır. Aşırı silahlanmaya dönük çabalar bunu göstermektedir. Her ülkenin kendi savunması için gerekli hazırlıkları yapmasına kimsenin itirazı olamaz. Ancak Almanya’nın tarihi ne yazık ki olumsuz örneklerle doludur. Her şeye rağmen tarihten ders almasını bilen Alman halkının yeni bir çılgınlığa fırsat vermeyeceğine inanıyoruz.
Altın pasaport konusunda Avrupa Birliğinin Kıbrıs Rum Yönetimine yaptığı baskılar sonuç vermeye başladı. Artık Rum Yönetimi siyasi ve mali çıkarları için peynir ekmek gibi adına “Altın pasaport” denilen Avrupa Birli pasaportunu önüne gelene dağıtamayacak, veremeyecek zira Kıbrıs Rum Yönetimi Aralık ayında vatandaşlığa kabul konusunda önemli bir değişiklik yaptı. Bundan sonra vatandaşlığa kabul edilecek kişiler uluslararası yabancı dil sınav kriterlerine göre öncelikle B1 seviyesinde Yunanca konuşabiliyor, okuyabiliyor ve yazabiliyor olmak zorunda olacaklar. Duruma göre biraz daha düşük olan A2 seviyesi de kabul edilebilecek. Söz konusu bu özel “durum”un ne olduğu veya ne olacağı şimdilik belli değil.
Bakanlar Kurulunun onayladığı Yasa Tasarısını Temsilciler Meclisinin kabul etmesinden sonra Resmi gazetede yayınlanan Vatandaşlık yasasındaki değişikliğe göre sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” vatandaşlığı için başvuruda bulunan bir yabancı, Kararnamede belirtilen söz konusu seviyedeki dil sertifikalarına dayalı olarak, Avrupa Konseyi Ortak Dil Referans Çerçevesi’nde belirtildiği üzere B1 seviyesinde Yunanca dil bilgisine sahip olması koşuluyla vatandaşlığa alınabilecek.
Bu koşula ilaveten bir de sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin çağdaş siyasi ve sosyal gerçekliğinin temel unsurları hakkında yeterli bilgi sahibi olduklarını" bilmeleri ve bu konuda yapılacak sınavı geçmeleri gerekecek. Bu sınavı da Rum Eğitim ve Adalet Bakanlıkları personellerinden oluşacak bir komite hazırlayacak, yapacak ve değerlendirecek.
Eğer sınava girecek adaylar, “1963-1974 yılları arasında Rumlar Kıbrıs adasına etnik temizlik yapmak için Kıbrıs Türklerine saldırdılar, yüzlerce Türk’ü acımasızca öldürdüler, evlerini barklarını yakıp yıktılar, mallarını yağmaladılar, hayvanlarına ve zahirelerine el koydular, Kıbrıs Türklerini toplu göçe zorladılar” derse yandı. Asla vatandaş olamaz.
Tümü de Rum olan komite üyelerinin duymak istediklerini söyleyip, Kıbrıs Türklerini ve Türkiye’yi kötülerse yüz üzerinde yüz alarak bu sözde “Tarih ve Kültür Sınavı”nı geçmiş olacak.
Ama işin içinde, yasa tanımazlık ve insan haklarını askıya almak var. Sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” Anayasasına göre geçerli diller Rumca ve Türkçe olmasına rağmen, bu değişiklik yasasının içinde “B1 seviyesinde Yunanca veya Türkçe konuşabiliyor, okuyabiliyor ve yazabiliyor olmak” gibi bir cümle yer almamakta. İstenilen koşul sadece ve sadece “Yunanca” bilmek ile sınırlanmış. Kıbrıs Türklerinin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına açık ve net olarak belirtilen Anayasal hakları hiç dikkate alınmamış. Zaten ne vakit alındı ki, bu sefer de alınsın. Varsa, yoksa tek geçerli olan Rumların hakları.
Bir de utanmadan, BM Genel Sekreterinin Kişisel Temsilcisi Maria Holguin’den mucizeler bekliyorlar ve elindeki sihirli değnek ile Kıbrıs’taki taraflara dokunarak müzakerelerin derhal 2017 yılında Crans Montana’da, -Rumların maksimalist istekleri ve de Enosis Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak hayaller nedeni ile -masayı devirdikleri yerden, ceplerindeki harita ve o dönemde verilmiş tavizlerin de geçerli olacağı şekilde başlatması için her yolu deniyorlar, dualar ediyorlar.
Vatandaşlığa dönecek olursak, aramızdaki Rum hayranlarının birçoğu Rumca bilmiyor. Eğer Kıbrıs Türklerinin vatandaşlıkları bu “Rumca konuşmayı, yazmayı ve okumayı” yeterli düzeyde bilmek konusunda revize edilip gözden geçirilecekse, bilin ki yandılar. Ha, kazanılmış hak derseniz, Rumların Türklerin elindeki tüm hakları nasıl aldığını, onlara nefes alma hakkı dahi vermek istemediklerini yaşadık, biliyoruz.
Altın pasaport konusunda Avrupa Birliğinin Kıbrıs Rum Yönetimine yaptığı baskılar sonuç vermeye başladı. Artık Rum Yönetimi siyasi ve mali çıkarları için peynir ekmek gibi adına “Altın pasaport” denilen Avrupa Birli pasaportunu önüne gelene dağıtamayacak, veremeyecek zira Kıbrıs Rum Yönetimi Aralık ayında vatandaşlığa kabul konusunda önemli bir değişiklik yaptı. Bundan sonra vatandaşlığa kabul edilecek kişiler uluslararası yabancı dil sınav kriterlerine göre öncelikle B1 seviyesinde Yunanca konuşabiliyor, okuyabiliyor ve yazabiliyor olmak zorunda olacaklar. Duruma göre biraz daha düşük olan A2 seviyesi de kabul edilebilecek. Söz konusu bu özel “durum”un ne olduğu veya ne olacağı şimdilik belli değil.
Bakanlar Kurulunun onayladığı Yasa Tasarısını Temsilciler Meclisinin kabul etmesinden sonra Resmi gazetede yayınlanan Vatandaşlık yasasındaki değişikliğe göre sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” vatandaşlığı için başvuruda bulunan bir yabancı, Kararnamede belirtilen söz konusu seviyedeki dil sertifikalarına dayalı olarak, Avrupa Konseyi Ortak Dil Referans Çerçevesi’nde belirtildiği üzere B1 seviyesinde Yunanca dil bilgisine sahip olması koşuluyla vatandaşlığa alınabilecek.
Bu koşula ilaveten bir de sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin çağdaş siyasi ve sosyal gerçekliğinin temel unsurları hakkında yeterli bilgi sahibi olduklarını" bilmeleri ve bu konuda yapılacak sınavı geçmeleri gerekecek. Bu sınavı da Rum Eğitim ve Adalet Bakanlıkları personellerinden oluşacak bir komite hazırlayacak, yapacak ve değerlendirecek.
Eğer sınava girecek adaylar, “1963-1974 yılları arasında Rumlar Kıbrıs adasına etnik temizlik yapmak için Kıbrıs Türklerine saldırdılar, yüzlerce Türk’ü acımasızca öldürdüler, evlerini barklarını yakıp yıktılar, mallarını yağmaladılar, hayvanlarına ve zahirelerine el koydular, Kıbrıs Türklerini toplu göçe zorladılar” derse yandı. Asla vatandaş olamaz.
Tümü de Rum olan komite üyelerinin duymak istediklerini söyleyip, Kıbrıs Türklerini ve Türkiye’yi kötülerse yüz üzerinde yüz alarak bu sözde “Tarih ve Kültür Sınavı”nı geçmiş olacak.
Ama işin içinde, yasa tanımazlık ve insan haklarını askıya almak var. Sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” Anayasasına göre geçerli diller Rumca ve Türkçe olmasına rağmen, bu değişiklik yasasının içinde “B1 seviyesinde Yunanca veya Türkçe konuşabiliyor, okuyabiliyor ve yazabiliyor olmak” gibi bir cümle yer almamakta. İstenilen koşul sadece ve sadece “Yunanca” bilmek ile sınırlanmış. Kıbrıs Türklerinin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına açık ve net olarak belirtilen Anayasal hakları hiç dikkate alınmamış. Zaten ne vakit alındı ki, bu sefer de alınsın. Varsa, yoksa tek geçerli olan Rumların hakları.
Bir de utanmadan, BM Genel Sekreterinin Kişisel Temsilcisi Maria Holguin’den mucizeler bekliyorlar ve elindeki sihirli değnek ile Kıbrıs’taki taraflara dokunarak müzakerelerin derhal 2017 yılında Crans Montana’da, -Rumların maksimalist istekleri ve de Enosis Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak hayaller nedeni ile -masayı devirdikleri yerden, ceplerindeki harita ve o dönemde verilmiş tavizlerin de geçerli olacağı şekilde başlatması için her yolu deniyorlar, dualar ediyorlar.
Vatandaşlığa dönecek olursak, aramızdaki Rum hayranlarının birçoğu Rumca bilmiyor. Eğer Kıbrıs Türklerinin vatandaşlıkları bu “Rumca konuşmayı, yazmayı ve okumayı” yeterli düzeyde bilmek konusunda revize edilip gözden geçirilecekse, bilin ki yandılar. Ha, kazanılmış hak derseniz, Rumların Türklerin elindeki tüm hakları nasıl aldığını, onlara nefes alma hakkı dahi vermek istemediklerini yaşadık, biliyoruz.