Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz.
Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
+(49) 931 3598385
info@alp-media.org
Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler birçok ülke ile karşılaştırıldığında göreceli olarak çok değişik alanları kapsamaktadır. İki ülke arasında öncelikle müttefiklik bağlamının çok daha ötesinde ve çıkar ortaklığı nedeni ile karşılıklı bağımlılığa kadar uzanan bir çizgiyi işaret eder. Bu nedenle iki ülke ekonomi, kültürel, siyasal ve uluslararası ilişkiler alanlarında birlikte yol yürümeye mecbur olduklarının da açıkça farkındadırlar.
Almanya’nın, özellikle doğu siyaseti içerisinde açıkça dile getirilmese de, Türkiye önemli bir yer tutar. Her iki ülkenin ihracaat ve ithalatında çok önemli yer tutarak gelecekte de yukarıya doğru evrileceği kesindir. Almanya’nın Türkiye yatırımlarında önemli bir yer tutan yenilenebilir enerji işbirliği sadece iki ülke için değil, önümüzdeki dönemin tercih edilen stratejik bir işbirliği platformu haline gelecektir. Türkiye - Almanya arasında gelecekteki iş birliği alanlarını belirleyerek mevcut bilgi ve literatür dağarcığına yeni bir düşünce analizi hediye etmek amacı ile bu yazıyı kaleme alıyorum.
Almanya, tarihsel bağlamda Osmanlı’nın son dönemleri ve son yüzyılda 1960 sonrasında Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı ve yatırımcılarından biri olmuştur. Almanya’ya çalışma amaçlı olarak giden Türk göçüne kadar uzanan bağlardan da farkettiğimiz gibi iki ülkenin karşılıklı yatırımlarında Almanya’da yaşayan Türk işadamlarının da önemli etkisi vardır. İki ülke arasındaki ilişki klasik al - ver ticaretinin çok ötesinde karşılıklı firmalar kurarak, stratejik yatırımlarda binlerce işçiyi çalıştıran devasa şirketler boyutuna kadar gitmektedir. Türkiye’de şu an aktif haldeki 7.500’den fazla Alman şirketi ile birlikte, Almanya’nın kurumsal yatırımları, Türkiye’nin ekonomik kalkınması ve uzun vadede refahı için hayati önemde ve giderek artan yatırımlar görülmektedir. DEİK Türkiye Almanya İş Konseyi Başkanı Steven Young, “İki ülke arasındaki ticaret hacmi bu yıl 40 milyar dolara çıktı. Hedef ise 50 milyar dolar” dedi.
Yeni Alman hükümeti göreve başlayıp taşlar yerine oturduğunda ilişkiler çok daha olumlu boyutlarda gelişip kendi içinden yeni potansiyelleri ortaya çıkaracaktır. Almanya’ da seçimler sonuçlandı. Önümüzdeki yılları sosyal - yeşil - liberal bir hükümet yönetecektir. İlk 3 ayda bazı söylem değişiklikleri olsa da, ilerleyen dönemde her iki tarafta karşı samimiyetten şüphe etmemeye başlayınca mevcut imkanlar üzerinden ilişkilere nasıl katkı sağlayabiliriz moduna gireceklerdir. Almanya’nın eski başbakanı Angela Merkel’in veda ziyaretlerinden birinin Türkiye’ye gerçekleşmiş olması iki ülke arasında karkşılıklı verilen değerdir. G20 zirvesinde Erdoğan ile gürüşen Merkel’in yeni başbakan Scholz’u da yanında getirmesi hem ilginç bir Alman siyasi geleneği, hem de Türkiye’ye verilen bir önemdir. İki ülke siyasetinin sert söylemde bulunmadıkları dönemlerde Türk-Alman ticari ilişkileri normalinden fazla bir iyileşme göstermiştir. Ankara ile Berlin arasındaki ilişkiler işadamlarının yolunu açsın yeter. Gelişen ilişkilerin yakın gelecekte üçüncü ülkelere kadar ulaşacak bir sinerjisi olduğuna inanıyorum. İki ülke arasındaki 40 milyar doları aşan ilişkilerin gelecek yıl psikolojik sınır 50 milyar doları aşacağına inanıyorum.
Geçtiğimiz ay Adana’da biraraya gelen Türk-Alman işadamları ve kurumsal yetkililer birlikte çalışmanın bir kazankazan durumu olduğunu anlattılar. Türkiye’de görev yapan Alman Büyükelçi konuşmasında, “Türkiye, Almanya için önemli bir partner olarak, düşük maliyetli ve kaliteli ürünler üreterek ülke dışına satabileceğini belirtmek isterim. Türkiye, Almanya için en önemli ithalat ve ihracat pazarlarından biridir” dedi.
Avrupa’nın motoru konumunda olan Almanya ile ilişkileri aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa’ya uzanan kolu ve Türkiye üretim mamülleri için de referans konumundaki bir ülkedir. 2019 yılından bu yana Türk-Alman ticari ilişkilerinde kısmi bir duraklama olmuşsa da, bunun küresel olumsuzluk olarak bilinen Covid-19’a bağlayan uzmanlar iki ülke ilişkilerinde ciddi bir artış yaşanabileceğine dikkat çekmektedirler.
Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkileri ciddi anlamda analiz edebilmek için siyasetçilerin tercihlerinden bağımsız olarak değerlendirilmelidir. Özellikle iki ülke arasındaki tarihi ve kültürel bağlar, iki ülkenin ortak bir ekonomik geleceğinin teminatı konumundadır. Ayrıca Almanya ve Türkiye arasındaki artma eğilimindeki ekonomik gelecek, tarihi ve kültürel bağların ötesinde,ülkelerin stratejik hedeflerinin birbiriyle uyumunu da işaret etmektedir.
Türkiye ve Almanya arasındaki ticari potansiyel sadece klasik ticaret alanları ile sınırlı değil, Almanya’nın hayata geçirdiği yeşil yatırım politikaları önümüzdeki dönemde rahatlıkla artabilecek bir yatırım ve işbirliği hacmi doğrultusunda ilerlemektedir.Tarif etmeye çalıştığımız ticaret ve yatırım potansiyelinin gerçekleşbilmesi için hem Türkiye-Almanya arasındaki, hem de AB-Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin daha düzgün hale gelmesi gereklidir. Önümüzdeki dönemde tarafların yumuşak söylemler ile karşı tarafa daha yakın görünmeye özen göstereceklerine inanıyorum. Siyasetin yumuşak dili, ekonomiyi olumlu etkiler.
Tarih 24 Aralık 1963, günlerden Salı. Yer Lefkoşa’nın Kumsal bölgesi, Mehmet Akif Caddesi ve Mürüvet İlhan Sokak (olay günkü ismi İrfan Bey Sokak). Saat akşam üstü 18.00 civarı. Hava kararmış, ısı yaklaşık 8 °C.
Pazartesi gecesi, yani bir gün evvelki 23 Aralık gecesi, ev sahibi Hasan Yusuf Gudum, karısı Feride Hasan Gudum, Meriç’li (eski ismi Mora) Ayşe (Cankan), kucağında iki yaşındaki kızı Işıl (Cankan) ve Ayşe hanımın kız kardeşi Növber İbrahimoğlu daha güvenli olduğu düşüncesi ile Kıbrıs Türk Alayında görevli Tabip Binbaşı (Em. TuğGn) Nihat İlhan ile eşi Mürüvet hanımın evine sığınmışlardı.
EOKA milisleri ve Yunan Subaylarının komutasındaki küçük bir Rum birlik ise evin 120 m. kuzeyindeki Severis un fabrikasına mevzilenmiş, fabrikanın en üst katına da kum torbalarından yüzü Türk bölgesine dönük küçük bir korugan yaparak içine 1 adet A4 tipi makineli tüfek yerleştirmişti. A4 tipi makineli tüfek binanın damına, ellerinde 1959 yapımı CZ vz.52/57 tipi otomatik tüfek, 1936/57 yapımı M1 Garand tipi yarı otomatik tüfek ve Stengun makineli tabanca olan Rum çetecilere, masum Türk evlerine yaptıkları saldırılarda atış desteği vermek ve düşman ateşinden korumak amacı ile kurulmuştu.
Hasan Yusuf Gudum dışarıda durup bir nevi gözcülük yaparken, Mürüvet hanım da çocuklarını pijamalarını giydirmiş, kahvaltı türü bir şeyler yedirmiş ve onları yatırmaya hazırlanıyordu. Evdeki komşu hanımlar ise hep birlikte yiyecek bir şeyler hazırlayıp masaya oturmuşlardı.
Evin batı tarafından geçen Kanlıdere’nin diğer kıyısından silah sesleri duyulmaya başladığı vakit Hasan Bey büyük bir telaşla içeri girmiş ve “Rumlar bizi basıyor” diyerek heyecanlı bir şekilde bağırarak evdekileri uyarmıştı.
Çok geçmeden Kanlı Dere tarafından eve kurşun yağmaya başladı. Kurşunlar yağmur gibi geliyordu. Mutfağın önündeki yemek odasının tehlikeli olduğunu ve eve pencerelerden giren kurşunlardan kendilerini koruyamayacağını hisseden masum ve savunmasız dokuz insan, elektrikleri kapattılar ve evin güvenli olduğunu düşündükleri yerlerine saklanmak çabası içine girdiler.
Dr. İlhan’ın eşi Mürüvet Hanım, eşi kendisine “Eğer ateş olursa duvardan duvara geçecek kurşunlara hedef olmazsınız, banyo sizi korur” dediği için hemen daha 6 aylık olan Hakan’ı kucaklar, 6 yaşındaki Murat ile 4 yaşındaki Kutsi’yi de ellerinden sıkı sıkı tutarak evin sol arka köşesinde yer alan banyoya doğru koşar. Arkasından Növber hanım ve kucağında kızı Işıl’ı sıkı sıkı tutan Ayşe hanım ve Hasan dede, hep birlikte banyoya girerler ve saklanmaya çalışırlar. Kalın taş duvarları ve küçük de bir penceresi olan banyo gerçekten de iyi bir korugan gibidir.
Üzerinde gri bir palto olan Mürüvet hanım, çizgili pijamalarını giymiş olan çocuklarını kucaklar ve hep birlikte banyo küvetinin içine uzanarak pencerelerden giren mermilerden kendilerini korumaya çalışır. Ayşe hanım, kucağında kızı Işıl ile sağ köşeye, lavabonun sağ tarafına çömelir. Növber hanım ise kapıyı eli ile sıkı sıkıya kapatabilmek için kapının hemen yanına sağ tarafa oturur.
Ev sahibi Hasan Efendi eşi Feride Nine’yi tuvalete kapının arkasına saklar ve banyoya gelerek lavabonun sol tarafına büzüşür.
Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermeniler, bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdikten sonra, Akritas Planı, Genel Harekat Planı bölümü, Birinci Kesim (Ayios Pavlos, Ayios Demetios bölgeleri) bölge komutanı “Terezepilos” kod adlı Yunan subayının komutasında sayıları 150 olan EOKA’cı milisler, Severis Un Fabrikası’ndaki makineli tüfeğin koruması altında önce içinde su seviyesi az olan Kanlıdere’yi yürüyerek geçmişler ve sonra da Akritas Planında belirtildiği şekilde bölgelere dağılmışlardı.
Mehmet Akif caddesi, Mürüvet İlhan Sokak (eski ismi İrfan Bey sokak), Murat İlhan sokak ve Gültekin Şengör sokak, Kıbrıs ordusunda teğmen olan (Emekli Binbaşı) Savvas Selis ve Thisoas kod adlı EOKA’cının komutasındaki ekibin görev alanı olarak belirlenmişti.
Savvas Selis’in grubu, “Enosis” naraları atarak ateş açmaya başlar ve İrfan Bey sokağı tarafından Türk bölgesine saldırıya geçerler. Severis Un fabrikası üzerindeki makineli tüfeğin koruması altında evlere önce uzaktan ateş ederler. Özellikle de köşedeki beyaz tek katlı evin kuzeye bakan, kapının hemen yanındaki odasının pencerelerini ateş yağmuruna tutarlar, olmaya ki eve yaklaşırken o odada olan birisi kendilerine ateş edip vurabilir düşüncesi ile. Üç kişi yolun solundaki eve doğru yönelirken, beş kişi de sağ köşedeki beyaz tek katlı binaya yönelir. Ermenilerden gelen bilgiye göre bu binada Türk Alayında görevli bir Türk subayı, eşi ve üç çocuğu yaşamaktadır. Bu aile yok edilmelidir ki, Rumların, Kıbrıslı Türklerden ve Türkiye’den korkmadıkları dünyaya gösterilsin.
Beyaz evden kendilerine karşı ateş açılmayınca daha da cesaretlenen Rum caniler, giriş kapısının önüne gelip kilidine ateş ederler ve sonra da tekmelere kapıyı kırarak içeri girerler.
Ellerinde otomatik tüfek tutan iki cani, “Taksim istersiniz ha!” diye bağırarak her tarafa gelişi güzel ateş eder ve soldaki odaya çabucak göz attıktan sonra ileri seğirterek, önlerindeki kapıdan hole geçip soldaki yatak odasına yönelirler ve tekrar ateş etmeye başlarlar. İçlerindeki hınç önlerine çıkan her tür canlıyı öldürmelerini emrediyordu. Bu odada işleri bitince hızla önlerindeki ara kapıdan geçip, mutfağın önündeki hole gelirler ve soldaki ikinci yatak odasına da ateş ederler. Yataklara, yatak altlarına ve dolaplara.
Arkadaki grup da önce sağdaki misafir odasına dalar, sonra da ateş ederek mutfağa geçer.
Ufacık banyo odasının içine sığınan masum ve savunmasız Türkler ise birbirlerine sarılmış Rumların kendilerini bulmaması için dualar ediyorlardı. Küvetin içinde Mürüvet hanım, üç çocuğuna sıkı sıkı sarılmış, bedenini siper etmişti. Ayşe hanım kızı Işıl’ı kolları ile sarmalamış, sırtını köşeye dayamış, lavabo ile köşe arasına sokulmuştu, Növber hanım, kapının açılmasına mani olabilmek için kapının dibine çökmüştü. Hasan dede de, o küçücük banyonun içinde, lavabonun sağ tarafı ile küvetin arasına büzüşmüştü. Nefes bile almıyorlardı. Sadece Allah’a dua ediyorlardı.
Evin sol tarafındaki odaları boş bulan iki Rum cani, evin arka sol tarafındaki kapıları sıkı sıkıya kapalı olan banyo ve tuvalete yönelirler ve “Enosis” çığlıkları altında tüm mermilerini kontrplak kapıların üzerinden içeriye boşaltırlar.
Kapıyı eli ile sıkı sıkı kapalı tutmaya çalışan Növber hanım, elinden kötü bir yara alır ve yana kaykılarak kapının önüne yığılır. Kapının tam karşısında yer alan banyo küvetinin içindeki Mürüvet hanım ve üç çocuğu ise küvetin içine yığılırlar. Kapıyı kırarcasına açmaya çalışan Rumlar, Növber hanımın kapının önüne yığılması nedeni ile kapıyı birazcık aralayabilirler ve o aralıktan sağa ve öne doğru tekrar ateş ederler. Vefakar anne ve çocukları o anda şehit olurlar. Etraf bir anda kan gölüne döndüğü için Rum caniler hepsini öldürdüklerini sanarak hemen yan taraftaki tuvalete yönelirler. Kapıyı açamazlar ama kontrplak kapıdan içeriye onlarca mermi sıkarlar. Kapının arkasına saklanmış olan Feride nine başına isabet eden kursunlar nedeni ile anında şehit olur ve yere yıkılır.
İçerdekilerin öldüğüne inanan iki cani geri çekilir ve diğer üç cani de banyo kapısının önüne gelip sıra ile aralıktan içeriye ateş ederler. Acımasızca silahsız, korumasız ve masum insanlara ateş eden Rumların silahından çıkan kurşunlardan birisi, önce kızı Işıl’ın dizini parçalar sonra da Ayşe hanımın bir bacağından girip diğer bacağından çıkar. Ayşe hanımın ayağında büyük bir yara açılır.
Feride nine ile banyoya çocukları ile saklanan Mürüvet hanım ve çocukları şehit olurken, Hasan Yusuf Gudum ile birlikte Ayşe hanım, kucağındaki kızı Işıl ve Növber hanım ağır yaralanırlar.
Eve kimlerin ya da kaç kişinin girdiğini tam olarak bilen yok. Baskın sırasında CZ vz.52/57 tipi otomatik tüfek ile 15 el, Stengun otomatik tabanca ile 12 el ve 1936/57 yapımı M1 Garand tipi yarı otomatik tüfek ile de 6 olmak üzere toplam 33 el ateş edildiği, şehitlerin vücutlarındaki yaralardan ve duvarlarda hala yeri belli olan kurşunların izlerden anlaşılmaktadır. Bilahare incelenen kovanlar, iğnenin vuruş yerlerindeki farklılıklarından dolayı olayda 5 ayrı silahın kullanıldığını göstermektedir. Kovanlar bilahare Albay (Major) Meysi tarafından eve ilk giren (GAÜ Kurucular Kurulu Bşk) Memduh Erdal’dan alınmış ve kayda geçirilmiştir.
24 Aralık gecesi Lefkoşa’nın batı mahallesi Kumsal’a yapılan baskın arkasında, Yunan Alayı’na mensup subayların ve askerlerin de katliama bilfiil katıldıklarını belgeleyen kanıtlar bıraktı. Saldırganların geri çekilirken terk ettikleri malzeme arasında, özellikle de Severis Un Fabrikası damında, Yunan subay şapkaları, Yunan ordusuna ait çelik başlıklar ve NATO’ya ait bazuka mermileri ile mermi kovanları vardı.
Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermenilerin bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdikleri, daha sonra TMT tarafından belirlenmesi nedeni ile Kumsal, Köşklüçiftlik ve Arabahmet bölgelerinde oturan Ermeniler, bu hainliklerinin ortaya çıkmasından sonra evlerini terk etmek ve Rum bölgesine kaçmak zorunda kaldılar.
Rum çeteciler, Kumsal bölgesinden çekilirken, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk ayırımı yapmaksızın yüzlerce Türkü de dipçik darbeleriyle önlerine katıp götürdüler. Kaçırılan Türklerin bir bölümü kurşuna dizildi.
Rumca gazetelerde son zamanlarda çıkan itiraflara göre, beraberinde erkek, kadın-çocuk ve yaşlı yaklaşık 200 Kıbrıslı Türk esir getiren EOKA’cı Tasos Marku, operasyonu fiilen idare eden Rum Bakan’a telefon eder ve ne yapması gerektiğini sorar. Eli silah tutabilecek erkeklerin öldürülmesi talimatını verir kendisine telefonun öbür ucundaki Rum Bakan.
Akritas Planının mimarlarından o dönemde Bakan olan sadece Yorgadjis ve Papadopulos’dur. İtiraflar, Yorgadjis’in öldürülmesinden çok seneler sonra yapıldığından, emri veren Bakanın Yorgadjis olması durumunda, dile getirilmesi sorun yaratmaz, konuşanı sıkıntıya sokmazdı. Geriye “Kumsal Katliamı”nın mimarının Papadopulos olduğu varsayımı kalmaktadır.
Katliamdan sonra eve ilk giren kişi ise 25 Aralık 1963 Çarşamba günü öğleden sonra Severis Un fabrikasından açılan makineli tüfek ateşine rağmen eve ulaşmayı başaran, TMT’nin o dönem en gözü pek kişilerinden olan Memduh Erdal ve fotoğrafçı Mustafa Mehmet Özünlü olur. Resimleri Memduh Erdal çeker.
Severis Un fabrikasındaki Rum makineli tüfek yuvası da ertesi gün, 26 Aralık 1963, Perşembe günü, Kıbrıs Türk Alayı’ndan gelen küçük bir ekip tarafından susturulur ve fabrika Türklerin eline geçer. Aynı gün Türk jetleri Lefkoşa üzerinde alçaktan uçarak Makarios’a ihtar verirler.
Organizeli, modern, bireyselleşmiş, özgür, kurumsallaşmış, plan ve programlı ve dahi devletin her alana hakim olduǧu düşünülen bir toplumun bir bireyi olarak, ilk kez bu kadar derin bir şekilde ürktüm. Cuma namazının iptali, saat onyedi sularında alışık olduǧumuz otobana giriş ve çıkışlardaki uzun araç kuyruklarının olmaması, marketlerin kasalarında otuz metre uzunluǧunda kuyruklar, rafların boşalması, şehir meydanlarındaki sessizlik insanı ürkütmeye yetip ve artıyor.
Pazar yerleri, tren istasyonları, stadyumlar, havaalanları, şehir meydanları anlaşılmaz bir şekilde sessiz ve sakin. Süpermarket müdürleri, hatta başbakan Rutte’nin televizyonlardan ‘panik yapmaya gerek yok, yeterli malzemiz var’ türünde yaptıkları açıklamalara raǧmen, halk marketlerin raflarını boşaltmaya devam ediyor. Şeker, un, yumurta, prinç, aǧrı kesiciler yok satıyor adeta.
Sosyal ilişkilerin minimum düzeye indirilmesi, karşılaşınca el sıkılmaması, çocukların yaşlılarla aynı mekanda mümkün mertebe bulundurulmamaları, ellerin sık sık yıkanması, insanların ısrarla evlere mahkum edilmesi, ister istemez, dünya nereye gidiyor sorusunu hatırlatıyor. Uçakların iptal edilmesi, sosyal, kültürel, bilimsel etkinliklerin iptali veya ileri bir tarihe ertelenmesi, okulların bir süreyle tatil edilmesi, evden çalışmanın önerilmesi gibi beklenmeyen gelişmeler yeni bir yaşam şeklinin habercisi gibi.
Evet, bütün bu yaşananlar bir kaç haftadır dünya gündeminde olan ve her geçen gün etkisi daha da artan Koronavirüsü’nün insanlar üzerindeki etkileri. Saat başı verilen haberler ve özel televizyon programlarında Koronavirüsü’ne karşı alınacak tedbirleri sıkça duyuyoruz. Ancak, bir de Koronavirüsü’nün bize hatırlattıkları ve öǧretileri bulunmaktadır.
Bu çerçevede, Trouw gazetesi muhabiri Florentijn van Rootselaar'ın iki filozof, Marli Huijer ve Haroon Sheikh ile söyleşi yapmış. Ayrıca, Slovenyalı kültür teorisyeni ve filozof Slavoj Zizek’in, Koronavirüsü’yle mücadelede yaptıǧı teklif de önemli. Kısaca deǧinelim.
Koronavirüs’den öǧrenilecek önemli dersin, ‘birbirimize ne kadar baǧlı ve muhtaç olduǧumuzdur’ diyen Haroon Sheikh, bu dersle birlikte ’17. Yüyılda Fransız filozof Descartes tarafından ortaya konan modernitede de bir kırılma yaşandıǧını’ söylüyor. Oysa ‘biz insanı özgür ve baǧımsız, diǧer insanlar ve çevresiyle fazla baǧı olmayan, hatta bedensiz bir yaratık olarak görmeye başladık’ diyen Haroon Sheikh, ‘modernitenin tarif ettiǧi bireyselliǧin soyut, özgürlüǧün ise ruhsal yani konuşma ve düşünce özgürlüǧünden ibaret’ olduǧuna dikkat çekiyor. Daha da ileri giderek, ‘bedenlerimizden ayrılarak, hayaletler olarak internet ortamında dolaşmaya başladımızı’ söyleyen Haroon Sheikh, ‘Koronavirüsü ile bedenlerimizle de birbirimize baǧlı olduǧumuzu öǧrenmiş olduk’ diyor.
Koronavirüs’ünün, ‘her ne kadar olumlu olmasada, bir başka olayı yani rejim ve iktidarın halkı disipline sokmasına imkan tanıdıǧını’ söyleyen Marli Huijer, Michel Foucault’ın biyopolitik olarak tanımladıǧı gibi, ‘hastalıkların tedavisinde devletin vatandaşın yaşamına güçlü şekilde müdahale edebileceǧinin, müşahade edildiǧine’ dikkat çekiyor. ‘Virüsle mücadelenin vatandaş üzerinde devletin gücünün denendiǧi, toplulukların nasıl yönlendirildiǧi, karantinaların nasıl genişletildiǧini yani halkın daha iyi kontrol altına alınabileceǧinin görülebileceǧini’ söyleyen Marli Huijer, ‘uygulamada öǧnenilen tekniklerin başka alanlarda, dostluk ve özgürlüǧü kısıtlayıcı olarak kullanılma tehlikesinin olduǧuna’ dikkat çekiyor.
‘Koronavirüsü yayıldıkca, “Panik yapmayın!” diye tekrar eden medyada daha sonra öyle haberlere ulaşıyoruz ki paniği artırmaktan başka bir şey yapmıyorlar’ diyen Slavoj Zizek, ütopyacı olmadıǧını, ancak, ‘mevcut kriz, küresel dayanışma ve işbirliğinin tek tek hepimizin hayatta kalabilmesi için nasıl gerekli olduğunu, yapılacak tek rasyonel bencilce şeyin bu olduğunu net şekilde gösteriyor’ diyor. Yani ‘ya güçlü olanın hayatta kalma ilkesinin en vahşi mantığını kabul edeceğiz ya da küresel koordinasyon ve işbirliğiyle yeni bir komünizm icat edecek ve onu uygulamayı seçeceğiz’ diyor Zizek.
Evet, bir tarafta Koronavirüsü etkisiyle panik halinde, başı boşmuş gibi, nereye savrulduǧu belli olmayan insanlar, diǧer tarafta günlük yaşamda beklenmedik, aniden, öngörülmeyen deǧişimler ve korkular. Bütün bunlar yeni bir insan tipinin habercisi mi acaba. Modern ve özgür bir toplumda ilk kez bu kadar ürktüm…
Siyasi liderler sosyal politikaların öncüsüdür. Alman ya Başbakanı Angela Merkel’in bir açıklaması ara haberde ekrana geldi. Kısaca özeti şu idi açıklamanın;
‘Virüsü adım adım yeneceğiz’
Aynı anda bir başka kanalda Türkiye’nin rakamlarının 33 binlerde dolaştığını, hatta dünyanın en fazla artış olan ülkelerinden biri olduğumuzu konuşuyorlardı.
Hepimiz biliyoruz ki salgına karşı uluslararası alanda büyük bir mücadele veriliyor. Hem sağlık hem de ekonomik açıdan virüs karşısında vatandaşlarını korumak için büyük bir mücadele ve-rildiğini belirten Başbakan Angela Merkel, “Virüsü adım adım yeneceğiz” derken Alman kamuoyunu da arkasına almak istediğinin farkın-dayım. Vatandaşlara yönelik video mesajında; “Yaklaşık 9 aydır etkisini sürdüren salgında nihayet tünelin ucundaki ışığı görüyoruz. Çok sayıda aşının kullanılmasına kısa sürede geçilecek. Virüsü adım adım yeneceğiz. Ancak yine de tedbiri bırakmayalım. Çünkü salgına karşı verilen mücadele daha aylar sürecek”
Mesajında mali konularda federal ile eyalet hükümetleriyle yerel yönetimlerin ortak ve uyumlu çalışmasının önemine değinen Merkel, şirketlere sonsuz mali yardımın yapılamayacağına vurgu yaptığı konuşmasında, gelecek yıl da borçlanmayı sürdüreceklerinin mesajını verdi: “Salgın başladığında buna karşı koymak için mali gücümüzü seferber ettik. Yoksa salgının hem mali hem de sosyal maliyeti çok yüksek olacaktı. Şirketlerin batması önlendiği gibi milyonlarca kişinin de iş yeri korundu” dedi.
Siyasette açık ve net olmak maalesef bizim şark toplumlarında kolay bir olay değil. Karşındaki rakiplerin %90’dan fazlasının yalan ve iftiralar ile gündeme geldiği bir ortamda benim böyle davranmam normaldir diyenler olabilir ama, kendine saygıyı kaybedersin.
Bugüne kadar devam edegelen sorunların kaynağında hep saklamak, değiştirmek, adam kayırmak manupule etmek, işi bizimkine vermek yatmaktadır. O zaman çenberi kırmak için Merkel kadar cesaretli olup virüsün sayıları ile oynayarak yenilmeyeceğini artık anlamamız gerek.
Almanya’dan zaman zaman Türk baısnı için değerlendirmeler yaparak bu köşede yazdığım makaleleri Türk birçok arkadaşım yazılı ve online basında kullanarak okuyuculara ulaşmasını sağlarlar. Türkiye ve Almanya’da yaşayan birçok okuyucu kitlemizin oluştuğunu ve ülke meselelerini zaman zaman onlar ile paylaşmaktan çok mutlu olduğumu özellikle belirtmek isterim. Elbette bir entellektüel olarak bana da büyük mutluluk vermektedir. Ancak bunu, insanımızı kamplaştırmak veya beklentim olduğu için değil, Almanya Türkleri’nin sosyo-kültürel sorunlarına çözüm arama yolundaki çabalarım için yaptığımı beni tanıyan ve sohbetlerimize katılan kerkes çok iyi bilir. Samimi duygularımı yine samimi bir şekilde ifade etmiş oluyorum.
Almanya’da yeni hükümet kuruldu ve Olaf Scholz bugünlerde uzun yıllar Merkel’e ait olan koltuğa oturacak. Ciddi bir koalisyon kültürü olan Alman siyasetinin uzun vadede bir makas değişikliği yapması beklenmiyor. Yine Amerikan yörüngesinde ve seçim öncesi tam bağımsızlık isteyenlerin de birlikte evet diyeceği bir Atlantik kontrolü devam edecektir. Sosyal, yeşil liberal hükümetin dışişleri bakanının yönetimi eline alır almaz inşallah bir pot kırarak Türkiye ile kavyaya başlamaz diye düşünüyorum. Kendisine bu yönde baskılar yapılacak ve Almanya’ nın menfatinin hangi politikalarda yattığını danışmanlarının yeni bakana ileteceklerine inanıyorum. Türkiye için en önemli teminatın tecrübesi ile öne çıkan Başbakan Olaf Scholz olduğuna inanıyorum. Daha geniş bilgiler için hükümetin göreve başlamasını beklemek gerek.
Türkiye adım adım seçim atmosferine doğru ilerliyor. Meydanlara inen iktidar ve muhalefet halka ülke sorunları ile ilgili bilgi vererek çözüm önerilerini anlatmaya çalışıyorlar. Bölgenin en önemli devleti, İslam Dün-yası’nın tek demokratik ülkesi ve Türk Dünyası’nın doğal lideri olan Türkiye’ de olup bitenler, ülkemizin uluslararası konularda alacağı tavır dünyanın lider ülkelerini yakından ilgilendiriyor. Elbet te bu ülkeler de Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip etmeye hatta güçleri yettiğince yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Türkiye’nin kırılgan ekonomisi üzerinde herkesin fikri söylemlerini açık larken, dalgalı kurlar ile gelen sert rüzgarlardan ciddi anlamda olumsuz etkilenmesi ihtimalini görüyorum. Tartışma larımızı ekonomi üzerinden yaparken dilimize dikkat edelim, çünkü ekonomi öncelikle yumuşak ve davetkar bir dili sever.
Almanya Türkleri 5 ay sonra yapılacak federal seçimlere alet edilir mi diye düşünürken arkadaşlar son çalışmamızın sonuçlarını önümüze getirdiler. Gelecek seçmenlerde Türklerin hangi partiye yönelecekleri konusunda yapılan tahminlerin tersine bilgileri görünce Eylül sonunda Almanya sandıklarından sürpriz çıkacak demekten kendimizi alamadık.
Uzun yıllardan bu yana KONAD Sosyal ve Siyasal Araştırmalar Merkezi olarak Avrupa’da yaşayan Türklere yönelik çok önemli çalışmaları yaptığımızı bilenler Almanya ve Türkiye siyaseti ile ilgili olarak yaptığımız çalışmaları sanırım ilgili ile karşıyalayacaktır. Ayrıca Avrupalı Türklerin oylarını çantada keklik görenlerin de ilginç karşılayacağı sonuçları burada sizinle paylaşmak ise Türk Toplumunu doğru bilgilendirmek adına çok önemlidir.
Öncelikle, Avrupalı Türklerin oylarının hem Avrupa, hemde Türkiye siyasetini yakından ilgilendirdiği bir gerçek. Dolayisiyla Türkiye asılli kitlenin genel siyasi ibre açısından bakıldığında önemli, ancak özellikle yakın gelecekteki Almanya siyaseti için düşünüldüğünde önümüzdeki 5 ayın bu anlamda belirleyici olacağını söyleyebilirim. Ancak şunu açıkca belirtmeliyim ki araştırmanın sonuçlarında Türkiye asıllı kitlenin hem Avrupa hem de Türkiye’de siyasi güçlerinin giderek daha belirgin bir şekilde ortaya çıktıgı belirtti.
Avrupa genelindeki milyonlarca Türkiye kökenli oy potansiyelinin ilk etapta hangi tarafa yönelecegi ve geçen yıllara göre hangi siyasi ekolü tercih edeceği eylül sonlarında yapılacak seçimlerde belli olacak. Schröder dönemindeki oy oranını SPD’nin bir daha göremeyeceği, Türklerin de bu partiye bir daha yönelmeyeceği önemli bir işaret. Bu bağlamda yükselişini sürdüren Yeşiller de Türklerden önemli bir oy oranını partisine çekemiyor. Türk oylarinin yarıdan fazlasının CDU-CSU’ya yöneldiğini, bu seçimde daha da artacaktır. Oy tercihlerinde kriterlerini sorduğumuzda ise, “Bir partinin Türkiye’ye bakış açısı bizim için önemli” diyenlerin oranı % 80 civarında. CDU-CSU’ya yönelen oyların son iki yıldaki denge politikasından olumlu yönde etkilendiğini söylemek isterim. Ancak Türk-Alman İlişkilerinde büyük bir dalgalanma olmaz ise her 3 oydan biri CDU-CSU’ye yönelmi‚ durumdadır.
Türkiye açısından bakıldığında şimdiye kadar ikitidarı tercih eden Avrupali Türklerin muhahalefetteki İYİ Parti’ye yönelmiş olduğu ortaya çıkıyor. AKP’li ve MHP’li seçmen kendilerine en yakın muhalafet partisi olarak İYİ Partiyi görmektedir.
Bu vesile ile bütün vatandaşlarımızın Ramazan Bayramını kutlar mutluluklar dilerim.
Almanya’ya işçi göçü Türkiye’nin akademik proramlarına kadar birçok alanda konu olmaya başladı. Ancak yaşadığımız Almanya’da malesef beklentimiz çok daha fazla olmasına rağmen, Türkiye kökenli sivil toplum kuruluşlarımız bu konuya fazla ilgi göstermediler. Şunu bilmeliyiz ki, bu tarihi sürece ilgi göstermeyen, öğrenmeyen ve öğretmeyenlerin gelecek nesilleri de bu sosyo-kültürel sürece ilgi göstermeyeceklerdir.
Göç dinamik bir olaydır, dolayısıyla Almanya’ya Türk göçü hala devam etmektedir. Yeni gelenler eskilerin yerlerine geçiyor, işler devam ediyor ve şekil degiştirerek te olsa, Almanya’nın ekonomisine katkıda bulunmaya devam ediyoruz. Ekonominin kuralı gereği herkese uygun işler teklif edilmek suteriyle, Almanya Türklerinin kualifikasyonuna göre kendilerine istihdam sağlanıyor.
Almanya ve Türkiye bu göçten ne kadar faydalandı, bu hep soru işareti olarak kaldı. Her iki ülke de emek ve para olarak baktıkları için, Türk işçilerinin insani ihtiyaçları hep gözardı edildi ve bu ülkeye sosyalizasyonları uzun sürdü. Özellikle Almanya Türk göçmenlerin dinamizminden tam olarak faydalanamadı. Türkiye’den gelen göçmenlerin sosyo-kültürel alanda din ve kültürleri ile ilgili çalışmalar yapılmadı.
Oysa, bir ülke göçmenler için cazip olduğu sürece dinamizme sahiptir. Göçmenler tek yönlü bir yolculuğa çıkarlar ve geri dönülecek yuvaları yoktur. Fakat cesaret, kararlılık ve geleceği yakalama hayalini sürekli yanlarında taşırlar.
Şehirleşmiş ülkelerin ekonomisi bakımından göçmen işçiler ölümsüzdürler; ölümsüzdürler çünkü sürekli olarak yerleri başkaları ile doldurulabilir. Göçmen işçiler doğmaz, yetiştirilmez, yaşlanmaz, yorulmaz ve ölmezler. Bir tek işlevleri vardır onların: çalışmak, çalışmak ve yine çalışmak.
Tarih boyunca sürekli göçen Türkler için Almanya yeni yurtlardan biri olmuştur. Yurt giderek vatanlaşırsa göçmenler daha verimli ve mutlu olurlar. Göç- Türkler’in şu anki konumu Almanya’nın onlar için vatan olduğunu göstermektedir. Bu insanların sorunları Türkiye ve Almanya’da bilimsel anlamda mercek altına alınmaktan ziyade, günlük iç politikalara dolgu malzemesi yapılarak kısır tartışmalara alet edilegelmiştir. Her iki taraf için de sürpriz bir şekilde başlayan bu yolculuk hala devam etmektedir. 60 yıllık süreci tartışmaya açmak sorunların çözümü için de çok önemli başlangıç teşkil edecektir.
Türkiye tarafından bakıldığın da ilk 15 yılda Almanya’da çalışan Türklerden devlet ciddi anlamda döviz beklentisine girmiştir. Merkez Bankası’nın Almanya’ya gelişi 18 Aralık 1962’dir. Yani işçilerin gelişinden 1 yıl sonra Frankfurt Kaiserstr. de Dresdner Bank ve Commerz Bank’ı muhabir banka olarak kullanarak Türkiye’ye döviz transferleri gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Bunlar doğru çalışmalardır. Tarihi süreç bilinsin diye anlattım.
Bu bilgileri daha açık vereyim, 1965-1973 yılları arasındaki Suat Hayri Ürgüplü, Süleyman Demirel, Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu, Sadi Irmak ve Bülent Ecevit Hükümetlerinin bir sonraki yıl için açıkladıkları bütçe tahminlerinde %17 ile %29 arasında “İşçi Dövizlerinden Karşılanacak” ibareleri vardır. Ne var bunda demeyin lütfen, gerisini bekleyin.
O yılların meclisi uzun süre 450 kişidir. Bütçelerde işçi dövizlerinin geliri için parmak kaldıran vekillerinden hiç biri bu dövizleri gönderen insanların sosyo-kültürel ihtiyaçlarını düşünmedi. Bayram namazı, Cuma namazı, cenaze işlemleri, evlenmeler, boşanmalar nasıl gerçekleşiyor Almanya’da diyen bir Allahın kulu olmadı.
Dış temsilciliklerde yetkili ataşelikler o kadar azdı ki, Türklerin yıl sonunda doldurdukları Vergi Denkleştirme “Lohnsteuerjahresausgleich” bile ilk defa 1967 yılında gerçekleştirildi. Tamamına yakını çalışan insanlardan oluşan 600 bin Türk’ün vergi denkleştirmesi konusundaki bilgisizliğinin neye mal olduğunu ortalama 1500 Alman Markı üzerinden siz hesaplayın.
Tariçilerin ortaya koyduklarını lütfen suçlama değil, tespit olarak kabul edin. Almanya’ya Türkler için yeterli öğretmen ve din görevlisi kadrosu 1975 yılından sonra verildi, yani 14 yıl sonra. Türklerin sayısi ise 1,7 milyondan fazla olmuştu. Din İşleri Müşavirliği kadrosu ise 1979 yılı sonunda ihdas edildi.
Sirkeciden trenler ile gelenlerden, Almanya’da kalanlar ile konuşuyorum. 5 yıl sonra ara-mızdan tamamı ayrılacak olan ilk neslin sözel hikayelerini kayda alıyorum. Her biri bir film, roman veya kitap olacak edebiyat şahanesi hatıraları malesef Türk devleti ve milleti olarak kaybediyoruz. Almanya ise ülkesindeki insanları sadece rakam olarak ele alıp kayıtlara geçti. Onun için sayıların arkasındaki insanlar sürekli hep öteki oldu radikal grupların gözünde.