Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

Yüksek Seçim Kurulunca (YSK) 14 Mayıs'ta yapılacağı açıklanan Cumhurbaşkanı Seçimi ve 28. Dönem Milletvekili Genel Seçimi'nde oy kullanacak olan ve yurt dışında yaşayan vatandaşların adres beyanında bulunarak yurt dışı seçmen kütüğüne kayıt yaptırabilmeleri için yurt dışı temsilcilikler bugünden itibaren hafta sonları da hizmet vermeye başladı. Türkiye'nin Köln Başkonsolosluğu'nda bu hafta sonu adres beyanı başvurularının yanı sıra tüm konsolosluk işlemleri için tam mesai düzeniyle çalışılırken, diğer iki hafta sonu sadece adres beyanında bulunulabileceği açıklandı.
 
 
 
 
 
 

Türk-Alman ilişkilerine yaptığı katkılar ile bilinen Prof. Dr. Ramazan Çalık‘ın hafta sonu kalabalık bir topluluk ile İyi Parti’ye katılması bölgeyi tanıyan Almanlar arasında da yankı buldu. Uzun yılllar Alman arşivlerinde çalışmalar yapan Tarih Profesörü Ramazan Çalık’ın Antalya’da İyi Parti saflarına katılması Çalık’ı gerek Almanya’dan tanıyan ve gerekse bölgede belediye başkanlığı yaptığı yıllardan tanıyanlar, “Sayın Prof. Dr. Çalık iki ülke ilişkilerini çok iyi bilmesi ve ortak tarih konusundaki bilgilendirmelerinden yakından tanıdığımız bir isim. Kendisinin Türkiye siyasetinin önemli bir ismi olduğunu biliyoruz. Türk-Alman ilişkileri alanındaki derinliğini hem Belek tatilimizdeki değişik uluslararası etkinliklerden, hem de Almanya’daki basına yansıyan çalışmalarından yakından tanıyoruz“ şeklinde konuştular.

 

İyi Parti’ye geçmesinden hemen sonra kendisine telefon ile ulaştığımız Prof. Dr. Ramazan Çalık ise, “Ülke siyaseti açısından baktığımızda Türkiye bir değişim istiyor. Ancak Merkez sağ partilerde devam eden siyasi çalışmalarımızın artık İYİ Parti çatısı altında sürdürmenin önem arzettiğine inanmaktayım. Türkiye siyasetinin orta direği merkez sağ partilerdir. İbre artık her yönü ile İYİ Parti’yi gösteriyor ve İYİ parti merkezin kalbi konumuna dönüşmüş durumdadır” şeklinde konuştu.

 

Bilindiği gibi Prof. Dr. Ramazan Çalık Serik belediye başkanlığı döneminde Türkiye – Almanya ilişkilerini konu alan çok sayıda uluslararası etkinliğe imza atmış ve akademisyen olarak uzun yıllar Bundesarchiv ve Nationalbibliotek de Osmanli Alman ilişkileri konusunda çalışmalarda bulunmuştu..

 

Almanya IKG Enstitüsü Başkanı Dr. Latif Çelik yaptığı açıklamada Türkiye’nin uluslararası ağırlığını ve yeni dengelerin kurulmasını Ay Haber için değerlendirdi.

 

İkinci Dünya Savaşı sonrası iki kutup üzerinde devam eden dünya düzeni 90’lı yılların başında Rusya lehine bozulunca Anglo-Sakson emperyalizminin Avrupa’nın her tarafını etkisi altına almaya başladığını belirten IKG Enstitüsü Başkanı Dr. Çelik“Kapitalizm hiç doymuyor maalesef. Ne kadar verirsen daha fazlasını istiyor ve dünyayı sömürmesinde sınır tanımıyor. 2000’li yılların başına kadar özellikle Ortadoğu, İslam Dünyası, Batı Asya’da tutunmaya  çalışan yeni model Amerikan Emperyalizmi Türkiye’nin güçlendikçe kendilerinin sözünü dinlemeyeceğini tahmin edebiliyor, ama bu kadar çabuk yeni denklemlerin aleyhine gelişeceğini kestiremiyordu. Türkiye’yi Rusya korkusu ile terbiye etmeye çalışan, bunun için istediği silahları istediği fiyata satan çok uluslu Amerikan emperyalizmi, kendi silahlarını yapmaya çalışan Türkiye’yi son 10 yılda ciddi anlamda dışlamaya çalıştı. Milletleri borçlandırarak yola getirmeye çalışan ve kendi hegemonyasını devam ettirmenin politikasını adım adım uygulayan Okyanus ötesi emperyalizm, Avrupalı dostlarını da yanına alarak Türkiye‘ aleyhtarı politikalar sahneye koymaktadır. Devşirdiği yerli işbirlikçiler ile birlikte sömürü düzenini devam ettirmenin yollarını aramaktadırlar“ şeklinde konuştu.

 

Yaklaşan seçimlerde Türkiye‘nin iç huzurunu mümkün olduğunca bozmaya çalışanlar hiç bir zaman emellerine ulaşamayacak ve Türk insanının birliği hiç bozulmayacaktır diyen IKG Enstitüsü Başkanı Dr. Latif Çelik,  “Türk insanı yedisinden yetmişine geleceğinin garantisinin iç huzur ve birbirimize güvenmekten geçtiğini bilmektedir. Aklın yolu birdir. Türkiye’ye uçak gerek ise kendisi yapmalı, gemi teknolojisi için kendisi çalışmalıdır. Hızlı tren yollarını, raylarını kendi mühendisleri döşemeli ve uçaklarını kendi pilotları uçurmalı. Ciddi anlamda yetişmiş insan kaynağı olan Türkiye kayıp yıllarını çok hızlı bir şekilde telafi ederek bölgenin en önemli barış ve istikrar gücü olacaktır. Kısa bir süre öncesine kadar en basit gözetleme araçlarını başka ülkelerden alan Türkiye’nin şimdi aynı teknolojileri 28 ayrı ülkeye satıyorsa, prensibli çalışınca neler yapabileceğimizi çok kolay farkediyoruz. Bu alanda Türk-Alman teknolojik işbirliği de çok önemlidir”  dedi.

 

IKG Enstitüsü Başkanı Dr. Latif Çelik, “21. Asır ortasına kadar dünya siyasetinin terazisini Türklerin tuttuğunu ve Türkiye’nin ciddi bir denge unsuru olduğunu çok açık göreceğiz” şeklinde sözlerini tamamladı.

 

 

Kuzey Bavyera’nın en eski alışveriş merkezlerinden olan Üstel Ticaret’in sahibi Ali Kazım Üstel, “Müşteriyi memnun etmek için ona doğruyu söyleyip tazeyi sunarak kalbini kazanmak gerek” dedi.

 

Nürnberg bölgesinin en eski işadamlarından olan Üstel Ailesi’nin ikinci nesil çocuğu Ali Kazım Üstel, Ayhaber‘e yaptığı açıklamalarda müşterilerimiz bizim samimiyetimize inanarak alışveriş yapıyor. Bu güven ve iş ahlakını babamızdan aldığımız gibi çocuklarımız ile devam edeceğiz. Müşterimiz taze gıdaları uygun fiyata sunduğumuzu çok iyi biliyor. Bundan çok memnunuz. Deprem dolayısı ile milletimize ve depremzede vatandaşlarımıza başsağlığı diliyorum” dedi.

 
AB Çevre Konseyi Toplantısı Brüksel'de düzenlendi. Toplantı öncesi, İsveç İklim ve Çevre Bakanı Romina Pourmokhtari (fotoğrafta), gazetecilerin sorularını yanıtladı.
 
"Qatar Creates" kültürel etkinlikleri kapsamında başkent Doha’daki Msheireb bölgesinde yer alan M7 tasarım merkezinde moda evinin kurucusu Valentino Garavani'nin çağdaş tasarımları "Forever Valentino" adlı sergi izleyicilerin beğenesine sunuldu.
 
 
 
 
 
BERLİN (AA) - Almanya, Kuzey Kore'nin uluslararası hukuku ihlal eden balistik füze denemelerini gayrimeşru bulduğunu ve şiddetle kınadığı bildirildi.
 

Dışişleri Bakanlığından yapılan yazılı açıklamada, "Alman Hükümeti, 9 Mart'tan bu yana Kuzey Kore tarafından gayrimeşru olarak çok sayıda balistik füze fırlatılmasını şiddetle kınamaktadır." ifadesi kullanıldı.

Açıklamada füze denemelerinin Almanya'nın hem bölgedeki ortaklarının güvenliğini hem de uluslararası güvenliği açıkça tehlikeye attığı vurgulandı.

 

Kuzey Kore'nin, kitle imha silahları ve balistik füze geliştirme programlarını tamamen, geri döndürülemez bir şekilde sona erdirmekten sorumlu olduğu hatırlatılan açıklamada, Pyongyang yönetiminin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararlarını ihlal etmeye devam etmesinin son derece endişe verici olduğu kaydedildi.

 

Açıklamada Kuzey Kore'ye BMGK kararlarını tam olarak uygulaması çağırısında bulunuldu.

 
Internet üzerinden yapılan çağırılar üzerine tarihi Brandenburg Kapısı önündeki Pariser Meydanı’nda İsrail’de yargının yetkilerini kısıtlayan yasal düzenlemelerini protesto etmek için yüzerlerce kişi toplandı.
 
 
 
 

PEKİN (AA) - Türkiye'nin Pekin Büyükelçiliği, "12 Mart İstiklal Marşı'nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü" ile "18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi'nin Yıl Dönümü" vesilesiyle anma programı düzenledi.

 

Saygı duruşu ve İstiklal Marşı'nın okunmasıyla başlayan programda İstiklal Marşı'nın kabulünü ve Çanakkale Deniz Savaşı'nı anlatan sinevizyon gösterisi izlendi.

Pekin Büyükelçiliği Birinci Müsteşarı ve Geçici Maslahatgüzarı Alp Atakcan, yaptığı konuşmada, İstiklal Marşı'nın, Kurtuluş Savaşı'nın en çetin günlerinde işgal güçlerine karşı milletin yekvücut bağımsızlık mücadelesi verdiği bir ortamda kabul edildiğini belirterek, "Elbette her milletin istiklalinin timsali olan birer milli marşı vardır ancak her mısrası gözyaşlarıyla kabul edilen bir başka marş muhtemelen yoktur." dedi.

 

İstiklal şairi Mehmet Akif'in ulusal belleğe kazınan eşsiz dizeleriyle Türk milletinin daima hür yaşayacağını tüm dünyaya haykırdığını vurgulayan Atakcan, "Milli Mücadele'yi zafere taşıyan, bağımsızlık ve özgürlüğe olan sarsılmaz inancımız, Cumhuriyet'imizin nice 100 yıllarında da rehberimiz olmaya devam edecektir." ifadesini kullandı.

Akif’in İstiklal Marşı'nı kaleme almasından tam altı yıl önce Türk milletinin Çanakkale'de insanüstü mücadelesi ve vatan sevgisiyle, müstevlilere “Çanakkale geçilmez.” dedirttiğini hatırlatan Atakcan, "Mart 1915'teki Çanakkale Deniz Zaferi ve takip eden aylardaki kara zaferleri, Türk milletinin boyunduruk altına alınamayacağını kanıtlamıştır. Çanakkale Destanı, Kurtuluş Savaşı'mızın da adeta habercisi olmuş, bağımsızlık mücadelesi için gerekli ruhu ortaya çıkarmıştır." değerlendirmesinde bulundu.

 

Çanakkale Savaşları'nın aynı zamanda dünya tarihinin akışına yön verdiğine, sömürge yönetimindeki pek çok mazlum millete örnek teşkil ettiğine dikkati çeken Atakcan, "Akif’in 'Çanakkale Şehitlerine' şiirinde 'Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın' diye seslendiği şehitlerimizin aziz hatıralarını ve bizlere miras bıraktıkları dayanışma ruhunu yaşatmak boynumuzun borcudur. Zira Büyük Atatürk’ün dediği gibi, milli benliğini kaybeden milletler, başka milletlerin şikarı yani avı olurlar. Tarih ve yaşadığımız coğrafya, bunun örnekleriyle doludur." diye konuştu.

 

Atakcan, Şehitleri Anma Günü vesilesiyle Cumhuriyet'in kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere hayatını ülkesine adamış tüm kahramanları sonsuz minnet, şükran ve rahmetle andığını sözlerine ekledi.

İslam Fobisi, Türk Travması ve Avrupa

 

Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlara yönelik giderek artan sözlü, yazılı saldırılar ve yasal kısıtlamalarla anılan İslamofobi’nin Avrupa’daki geçmişi oldukça eskidir. 10. Yüzyılda Hıristiyanlığın yayılması kabile oluşumlarını ve küçük devletçikleri bir araya getirmiş ve aşağı yukarı günümüz Avrupa’yı oluşturmuştur.   Krallıklar altında sosyal ve siyasal anlamda giderek örgütleşen, ani nüfus sıçramasıyla da büyük bir ekonomik kalkınma dönemi yakalayan ve Kilise’nin artarak güçlendiği Avrupa’nın İslam’la olan temasına bakıldığında, Türklerin ön plana çıktığı görülmektedir. Bu sebepten ötürü Avrupa literatüründe İslam’la Türkler, Türklerle İslam ve Müslümanlar çoğunlukla eşanlamlı kullanılmaktadır. Avrupa’nın İslam korkusu, kendini özellikle Türk fobisi olarak göstermektedir.

 

İslam ile Batı Dünyası ilişkilerinin, 8. Yüzyılın başlarında (711’de) Müslümanların İspanya’yı fethetmesiyle başladığını söyleyebiliriz. Paris’e 170 km kala Bedevilerce durdurulan bu fetih hareketinin sebebinin, Hristiyanları kılıçla Müslüman yapmak olmadığı, aksine Hristiyan olarak dahi İslami bir yönetimle daha adil ve daha iyi bir hayat sağlanacağı vaat edilmiş olsa bile, gergin ve  çatışmalı bir tanışma olmuştur.

 

Asıl 1071 yılında Türklerin Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya girmeleri sadece Doğu Roma diye adlandırılan Bizans’ı değil tüm Batı’yı ayağa kaldırmıştır; Eski Dünya yerinden oynamıştır. Bu yüzdendir ki, 11. yüzyılın sonlarında Papa II. Urban’nın haçlı seferi çağrısı üzerine iki asır boyunca Haçlı orduları Anadolu’daki Türk Beylikleri ile savaşmışlardır. Önemli olarak, Avrupa’da halk tanımadığı ve bilmediği için Türklerden ve İslam’dan korkmuştur, bu yüzden dini ve siyasi aktörler tarafından korkutulabilmiştir. Tanışan, öğrenen kimi halk Türklerin yönetimini kendi boyunduruklarına yeğlemiştir. Bu ne Kilise’nin ne krallıkların arzuladığı bir durumdur. Aksine insan yiyen Deccal veyahut şeytanın vücut bulmuş hali olarak resmedilmeye başlayan Türklerin, Kilise veya krallık içi merkez kaç dinamiklerini toplamak ve tekrar konsolide edip dar çıkarlar doğrultusunda yönlendirmek konusundaki kullanışlılığını keşfetmiştir. İslamofobi’nin, yani Avrupa’daki Türk fobisinin güçlü işlevselliği bugün dahî önemini korumaktadır.      

 

1389’da Kosova Savaşı ile Balkanların Fethi, ardından 1453’de İstanbul’un Fethi tüm Batı’da büyük bir sarsıntı yaratmıştır. Önemli olarak Doğu Roma’nın merkezi ‘İstanbul’u Türklerin elinden kurtarmak’ iddiası ile Trabzon’daki Kardinal BESSARİON bile Batı’daki kiliseleri ayağa kaldırmayı, toplayabildiği büyük yardımların yanı sıra halk üzerindeki hâkimiyetini de pekiştirmeyi başarmıştır. Asırlar sonra ne ilginçtir ki, o zaman Yugoslavya’nın Sırbistan Federal Eyaletinin başkanı Slobodan Milosevič, Sırp Slavları Müslüman Boşnak Slavlara karşı kışkırtmak amacıyla Türk fobisini kullanmıştır. 1389, 1989 tarihlerinin alt alta yazılı olduğu özel üretilmiş beyaz bir kürsüden halka seslenip, tamamıyla hayal ürünü olsa da 500 yıllık Türk zulmüne karşı ayaklanma çağırısında bulunan Milosevič, cereyan eden iç savaş ve katliamlara gerekçe sunmuştur.

 

16. yüzyılda Katolik Kilisesi’nin dinden uzaklaştığını savunan Martin Luther’in Din Devrimi ve Evangelizmin doğuşu Türk fobisi olmaksızın asla muvaffak olamayacaktı mesela. Türkleri kiliseye tövbe etmesi için gönderilen Allah’tan bir ceza ve şeytanın kendisi olarak tarif eden Martin Luther, Türkler ve dinleri İslam’a karşı kiliselerin müşterek hareket etmesini ve içlerinde konsolide olmalarını başarmıştır.

 

Nihayetinde başarısızlıkla sonuçlansalar bile da Osmanlı’nın Viyana fetih girişimleri Avrupa’nın bilincine kazınan ve bugüne kadar yaşanan ‘Türkler Viyana’da Travması’nı yaratmıştır. Şehir surlarında hala ‘Tanrı Bizleri Vebadan ve Türklerden Korusun’ yazısının muhafaza edilmesi ise bu korkuyu canlı tutup sürdürmektedir. Türk Travması Avusturya’nın bir nevi varoluş sebebidir, kimliğini tanımlayan olaydır artık. Çoğunlukla Türk olan Müslüman topluluğuna karşı uyguladığı sert yasal girişimlerle bu fobi siyasi sebeplerden tekrar tekrar türetilmektedir.

 

İslamofobi’nin sistemce özümsendiği, 18. asra kadar Türk Devleti ile sınırları olan Batılı devletlerin kendi halklarından Türklere karşı savunma harcamalarını karşılamak amacıyla toplanan ‘Türkensteuer’ (Türk Vergisi) adlı ilave vergi kapsamında kurumlaştırılmasıyla anlaşılmaktadır. Devamında 18. yüzyılın başından 20. yüzyılın başına kadar, 100 yıl boyunca Fransa, İngiltere, Rusya gibi ülkelerce “Şark Meselesi” adı altında, Avrupa’nın İslam korkusunu bir nevi canlandıran Osmanlı Devletinin yıkılması ve topraklarının paylaşılması yönünde büyük gayretler sarf etmiş, karşılarına çıkan bu Türkleri geldikleri topraklara geri göndermeyi hedeflemişlerdir.

 

Dolayısıyla, günümüzde Avrupa’da İslamofobi’yi ele alırken  bu tarihten günümüze kadar sistematik olarak türetilen korkuyu dikkate almak zorundayız. Bu dinamiklerdeki rahatlama ve ivme çevresel, bölgesel veya uluslararası gelişmelere bağlı olarak devreye girmekte ve onlarla etkileşim halinde, soyutlanamaz. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki Soğuk Savaş ile daha büyük bir korku oluşunca, İslam Dünyası özellikle Hollywood aracılığıyla daha romantik, hatta masalımsı tariflerle, yabancı ama özünde iyi olarak sunulmaya başlanmıştır. ABD’yi ve Batı Avrupa’yı Komünizm ve Sovyet belasından koruyacak olan İslam dünyası ve merkezinde Türkiye, sınırların ötesine de olsa anlam açısından yine yakın bir yerlere konuşlandırılmıştır. Müslüman Türkler ile Batı Avrupa arasında asırlarca devam eden ilişki, bu gelişmeler çerçevesinde 1960’lardan itibaren ABD’nin teşviki ile de Batı Avrupa’ya gelen Müslüman ‘Misafir İşçiler’ ile farklı bir boyuta evirilmiştir. Bu yeni göçün içinde yine Türkler en büyük topluluğu oluşturmuştur. Altını çizmek gerekir ki buradaki ilişkiler tarihte olduğu gibi değildir, asla göz hizasına taşınmamıştır bir daha. O dönem söylemler, Batı lehine bir üstünlük hiyerarşisi içerisinde kısa süreli rahatlamıştır. Tarihteki İslam, tarihteki Türkler ile barışılmamıştır aslında, bunu vurgulamalı. 1990’lı ve 2000’li yılların başındaki şiddet olayları bunu açıkça göstermektedir.

 

Aslında ABD’de 11 Eylül olayları, İslamofobi kaynaklı tüm işlemleri, yani her ülkenin kendi Müslümanına uyguladığı baskılayıcı, kısıtlayıcı politikaları teşvik etmek ve meşrulaştırmak adına tam bir milat teşkil etmektedir. 11 Eylül saldırıları ileri sürülerek sadece Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde değil, büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde dahî inançlı insanlar terörist ya da terör yanlısı gibi gösterilmeye çalışılmış, kimi zaman ülkeleri işgal edilmiş, insanları zulüme maruz kalmışlardır. Samuel Hantington 1990’larda “Medeniyetler Çatışması mı?” sorusuyla ortaya attığı hipotezine bundan sonra bir ünlem işareti koymuş, durumu daha da ileri taşıyarak İslam’la olan çatışmaları, ‘İslam’ın kanlı sınırlarına’, bu dinin özellikle savaşçı doğasına bağlamıştır. Bu da kutuplaştırıcı ve kendini gerçekleştiren bir kâhin olmuştur.

 

Bugün İslamofobi, Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde, özellikler Avrupa’da artık Müslümanlara yönelik şiddet olaylarıyla karşımıza çıkmaktadır. Avrupa’da var olan ve bir türlü önü alınamayan ırkçılık ve ayırımcılık artık önemli ölçüde İslam karşıtlığına, Müslüman düşmanlığına dönüşmüş durumdadır. Batı’da bazı çevreler bu karşıtlığı ve düşmanlığı mazur göstermek, meşruiyet  kazandırmak için yoğun çalışma yapmaktadırlar. Tutuculuk, uyumsuzluk, aşılmaz kültür ve inanç farklılığı gibi bahaneler bu tür çabalarda birer malzeme olarak kullanılmaktadır.

 

Almanya ele alındığında 5,5 Milyon Müslüman nüfusun 3,5 milyonunu Türkler teşkil etmektedirler. 20 ila 30 yıl içinde asimile olacakları veyahut çekip gidecekleri düşünülen Türkler göçün 60. yılında misafirliği geride bırakarak, geldikleri ülkelerde kendi kimlikleriyle varlıklarını sürdürmekteler, fakat bugün tekrar islamofobik retoriğe dönülüştür. 

 

Almanya’nın birleşmesiyle 1990larda Türklere karşı şiddet olayları artmıştır. 1992‘de Almanya’nın Mölln şehrinde, 1993’de Sollingen’de Türklerin evleri yakılmış; 2000-2007 yılları arasında 8 Türk kendi iş yerlerinde bir Neo Nazi Çetesi tarafından katledilmiş, 2008‘de Ludwigshafen’de yine Türklerin evi kundaklanmış ve 9 Türk hayatını kaybetmiş, fakat olayın faili  bulunamamıştır. 2020 yılında Hanau’da  ırkçı saldırı sonucunda 5’i Türk toplam 9 yabancı uyruklu göçmen öldürülmüştür. Almanya’daki Türk toplumu bu olaylar karşısında sükûnetini korumuş, 60 yıllık göç tarihi içinde yaşadıkları ülkeye asla zarar verici hiçbir eylemleri olmamıştır. Almanya’nın bu yapıcı tutum karşısında üslubu yine de daha kucaklayıcı bir politika yönünde değişmemiştir. Alman Bertelsman Vakfı’nın  yaptığı ‘Dini Tolerans Araştırması’na göre Alman halkın %52‘si bugün hala İslam’ı bir tehdit olarak algılamaktadır. Alman halkının Budizm ve Hinduizm’e gösterdiği hoşgörüyle İbrahimi bir din olan İslam’a, Müslümanlara ve kuruluşlarına karşı yaklaşmamasına, özellikle 11 Eylül’den sonra medyanın İslam’ı din değil teröre dayalı bir ideoloji gibi sunması sebep olmuştur.

 

Neticede Samuel Huntington’un tahayyül ettiği gibi homojen medeniyetlerin hâkim olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. Keza, ırkçı ve ayırımcı çevrelerin tezleri ve eylemlerine rağmen 2017 de yapılan bir araştırmaya göre  521 Milyon nüfuslu Avrupa’da toplam 26 Milyon Müslümanın yaşadığı belirlenmiştir. Sadece düzenli göç dalgası dikkate alındığında  bile  2050 yılında Müslüman nüfus oranının  yüzde 4,8 den en az 11’e yükseleceği öngörülmektedir. Bu gidişat ile var olan sosyal-politik şartlarda sürtüşme alanlarının arttıracağını düşünülebilir ve genelde o zaman özellikle STK’ların toplumların ve kurumların bilinçlendirilmesi ve mobilize edilmesindeki rolü ortaya konulabilir. Ama çözüm olarak yine tüm yapıcı yük, tüm sorumluluk zaten mağdur olan tarafa atfediliyor olur ki zaten onlardan her seferinde daha fazla emek, daha fazla hoşgörü, daha fazla girişim bekleniyor, vazgeçmemeli elbet. Ama empatiyi doğru yerde aramıyoruz.

 

Yapılan haksızlıklara son verecek, atılan olumlu adımları iyi niyet ve romantik folklordan kurtararak meşrulaştıracak, kurumlaştıracak ve bağlayıcı kılacak merci toplum değildir. Buna vakıf olan yegâne güç ulusal devlettir. Peki, bugüne kadar harekete geçmeyen devletler nasıl teşvik edilecekler? Bu bir nevi kaçınılmaz olacak diye düşünüyorum rasyonel ulus devletleri için. Araştırmada öngörülen artış demografik anlamda göz ardı edilemez bir paya tekâmül edecektir. Toplumsal dengeleri etkileyecek olan artışın iyi yönetimi hem yöneticilerin hem de ulusal barış ve istikrarın sürdürülebilirliği için hayati olacağından tarih boyunca homojen bir yapıda direnmiş devletlerde sistem seviyesinde bir revizyon tetikleyecektir. 

 

Sonuçta, çarpışmanın önlenmesi adına islamofobik eğilimlerin beslediği ve beslendiği maddi ve manevi yoksunluk ve haksızlık durumlarının resmen ve fiilen ortadan kaldırılması ve güvenliğin herkes için temin edilmesi, karşılıklı güveni, iletişimi ve alış verişi mümkün kılacağı için elzem olacaktır.

 

Özellikle, eğitim sisteminin İslam ve Müslümanlar ve toplumsal gerçekler konusunda samimi bir müfredat oluşturması, karşılıklı anlayışı organik kılmak adına gençlere bu gerçekleri içselleştirmeleri yönünde destek sağlaması gerekecektir. Ancak o zaman Kuran-ı Kerim’in yakılması bir toplumsal tabu ile engellenecektir.

 

Ancak ve ancak toplumunun çeşitliliğini gören, tanıyan ve sahiplenen, kurumlarınca yansıtan ve yaşatan, böylelikle çatışma faylarını köprüleyen, ama aynı anda teşvikçi ve kolaylaştırıcı, interaktif ve kooperatif olan bir devlet yapısı adaletle gelen istikrarı, korku durumlarının taşıdığı belirsizlik ve güvenlik dilemmasına yeğleyecektir.