Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

Almanya’nın Leverkusen kentinde merkezi bulunan Avrupa Denizlililer Derneği, Denizlili çocukları sevindirmeye devam ediyor.
 
“Haydi Avrupa - 1 Aile 1 Tablet”
Pandemi dolayısıyla uzaktan eğitim alan öğrenciler için “Haydi Avrupa - 1 Aile 1 Tablet” kampanyası başlatan Avrupa Denizlililer Derneği, imkanı olmayan 100’e yakın öğrenciyi hayırseverlerin desteği ile tablete kavuşturdu.
 
 
Pandemi döneminde eğitimde fırsat eşitliği sunmak hedefiyle başlatılan kampanya kapsamında Denizli’deki ihtiyaç sahibi öğrencilere tablet teslim edildiğini belirten Dernek Başkanı Ali İnceören, “Bu zorlu süreçte eğitim-öğretim faaliyetlerinin daha verimli bir şekilde sürdürülebilmesi için Denizlili ihtiyaç sahibi öğrencilere, derneğimizin ve hayırsever hemşehrilerimizin katkısıyla tablet hediyelerini teslim ettik. Tablet kampanyamız ilk etabında 120, ikinci etabında da 100’e yakın ihtiyaç sahibi öğrencimize tabletlerini ulaştırdık. Hayırsever hemşehrilerimizin destekleri arttıkça bizler de dernek olarak hemşehrilerimizi desteklemeye, memleketimize köprü olmaya ve yardım elini uzatmaya devam edeceğiz. Ramazan ayında hayırseverlerimizin iyliklerini ihtiyaç sahibi öğrencilerimize gönül rahatlılığıyla teslim etmenin mutluluğunu yaşıyoruz” ifadelerini kullandı.
 
Kampanya destek veren Denizlili iş adamı Yasin Yurtsever, bizzat ihtiyaç sahibi öğrencilere tablet hediye ettiklerini dile getirip, hayırseverlere teşekkür etti.
 
SETA'nın Brüksel Ofisi’nde araştırmacı olarak görev yapan Zeliha Eliaçık, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği, Türkiye’deki Suriyeliler için aktarılan fonların işleyişi ve vize serbestisi gibi konulara ilişkin Anadolu Ajansı’nın sorularını yanıtladı.
Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel ile Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetine icabetle 6 Nisan’da Türkiye’ye gerçekleştirdikleri çalışma ziyaretinin ardından, Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) Brüksel Ofisi’nde araştırmacı olarak görev yapan Zeliha Eliaçık Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği, Türkiye’deki Suriyeliler için aktarılan fonların işleyişi, 18 Mart Mutabakatı, Gümrük Birliği ve vize serbestisi gibi konulara ilişkin Anadolu Ajansı’nın sorularını yanıtladı.
 
 
6 Nisan’da AB heyeti Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir açılım mı yaşanıyor?
Türkiye-AB ilişkileri köklü bir geçmişe sahip, ancak bu ilişkilerin yeni siyasi konjonktüre uygun yapısal bir değişikliğe ihtiyacı var. Avrupa ve Türkiye tarafı ilişkiler için yeni bir gelecek arıyor. Çünkü ne Avrupa eski Avrupa ne de Türkiye eski Türkiye; uluslararası güç dengeleri de eskiden olduğu gibi birkaç büyük aktörün uhdesinde ilerlemiyor. Türkiye ve İran gibi bölgesel güçlerin giderek oyuna müdahil olduğu ve yön verdiği bir dönemdeyiz. Bu nedenle Türkiye-AB ilişkilerinde uzun yıllardır süregelen asimetrik ilişki biçimi Türkiye’nin lehine değişti. Çünkü Türkiye (başta Suriye ve Libya, yani Doğu Akdeniz olmak üzere) bölgesinde, kara ve deniz sınır güvenliğini ve terör yoluyla iç huzurunu tehdit eden gruplara karşı aktif bir siyaset izledi. Örneğin Libya’da, Doğu Akdeniz’de Türkiye hep meşru bir tavırla başından beri durduğu yerde durdu. Uluslararası kurumlar tarafından tanınan hükümete destek verdi ve bölgeyi stabilize etti. AB ise “bekle gör” siyasetiyle (başta Libya olmak üzere) hiçbir uluslararası çatışmada bir başarı elde edemedi. Türkiye çıkar önceliklerini kendisinin belirlediği “bağımsız Türkiye” vizyonuyla gerek istihbarat gerek güvenlik alanlarında gerekse ordusuyla büyük bir atılım gösterdi.
 
Göç meselesi de bu denklemde Avrupa ile Türkiye arasındaki bağımlı ilişkide yeni bir işbirliği ve anlaşma alanı açtı. Avrupa bu yeni şartlara alışmakta güçlük çekse de Türkiye artık Batı’nın uzak karakolu değil. AB de Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğunu kabul etti. Türkiye AB’nin izlediği el düşürme tuzağına düşmeyerek AB üyelik hedefinden vazgeçmediğini tekrar vurguladı. Bu konuda Avrupa’nın çok ikircikli ve tutarsız ve Birlik ruhundan uzak, bölünmüş bir Türkiye siyaseti izlediğini ve bu bölünmüşlüğü son tahlilde yine kendi çıkarları için bir mazeret olarak kullandığını görüyoruz.
 
Türkiye ile işbirliğini AB’nin muhtaç olduğu ekonomi ve göç alanlarına indirgemeye çalıştığı görülüyor. Bu sürede de Türkiye’deki siyasi irade, insan hakları ve demokrasi gibi bazı normatif dış siyaset söylemleriyle köşeye sıkıştırılmaya çalışılıyor. Ama sanırım insan hakları söylemini siyasi bir argüman olarak kullanışlı bulan muhalefet hariç, bu argümanlara artık kimse iltifat etmiyor. AB’nin dış sınırlarından sorumlu Frontex insanlık suçu işlerken Türkiye’ye insan hakları temelli söylemlerde bulunması elbette siyasi bir hareket. Türkiye-AB ilişkileri siyasi olarak da daha rasyonel ve işbirliğine dayalı bir çerçeveye oturtulmak zorunda. Ancak ben AB’nin 2023’ten önce tutarsızlıklarla dolu, çelişkili Türkiye siyasetinde çok büyük adımlar atacağına ihtimal vermiyorum. Zira elbette AB, Avrupalı uzmanları “Güç dengeleri değişti. Erdoğan siyasetini değiştirmedi ama AB tavizler veriyor” tespitini yapmak zorunda bırakan bir siyasi iradeyi değil, kendisini zorlamayan bir siyaseti Türkiye’de iktidarda görmek istiyor.
 
Göç sorununa ilişkin Türk kamuoyunda bazı “efsaneler” olduğunu söylüyorsunuz. Nedir bunlar?
Öncelikle şaşırtıcı olan, Avrupa siyasetinin Türkiye’yi —hem de çok haklı olduğu göç gibi bir meselede— köşeye sıkıştırmak için dolaşıma soktuğu bu efsanelerin Türk kamuoyunda itibar görmesi. Maalesef iç muhalefetin sorumsuz tutumu ve Avrupa’nın akademi, siyaset ve medyadaki uzantıları ve oyuncuları eliyle bu söylemler Türk kamuoyunda yayılıyor. Tekrar edelim: Türkiye’nin mültecileri para almak için kullandığı bu mitlerden biridir. Benzer şekilde, Türkiye’nin Avrupa’dan ekonomik çıkar elde etmek için mültecileri kullandığı söylemi de apaçık bir algı operasyonudur. İşin aslı, Avrupa’nın mülteci kabul etmeme ve bu yükü tamamen ve sadece Ankara’ya yükleyerek hiçbir maliyet ödemeden bu işten kaçma “kurnazlığı” içinde olduğudur.
 
AB başta Cenevre Sözleşmesi ve 18 Mart Mutabakatı olmak üzere uluslararası anlaşmalarla yüklendiği sorumlulukların hatırlatılmasından rahatsız. Kapıları açma bir tehdit değil; AB’nin göç meselesini tek başına Türkiye’ye yükleme siyasetine karşı Türkiye’nin elinde tuttuğu bir haktır. Türkiye mülteciler üzerinden para almıyor; zira ortada zannedildiği gibi bir para değil, tamamen AB kurumları üzerinden projelere aktarılan fonlar var.
 
18 Mart Mutabakatı’nın imzalandığı günden bugüne kadar geçen süreçte hangi alanlarda ilerleme kaydedildi? Hangi noktalarda sorunlar yaşanıyor?
18 Mart Mutabakatı adından da anlaşılacağı üzere sadece göç meselesini kapsamıyor. Göç meselesinin çözümü yolunda iki taraf karşılıklı sözlerle bazı yükümlülükler altına girdiler. O dönemin şartlarında Gümrük Birliği ve vize serbestisi gibi konularda da AB vaatlerde bulundu. Ancak düzensiz göçün kontrolü hususunda Türkiye üzerine düşeni yaptığı halde, AB bu sözleri tutmadı. Şu an göç mutabakatının yenilenmesi söz konusu. Bu konuda göç meselesinde ciddi yük alan Almanya ve Türkiye tarafı bir irade ortaya koyuyor. Diğer AB ülkeleri ise göçmenlerin ölmesi pahasına, hâlâ “benim sınırlarımdan uzak olduğu sürece benim için sorun yoktur” mantığıyla üç maymunu oynuyor. Oysa göç uluslararası bir sorundur. Göç meselesi Türkiye’de başlamadı ve Türkiye’de de sona ermeyecek.
 
Fonların aktarımında bazı sıkıntıların yaşandığı zaman zaman basına yansıyor. Bu konuda durum nedir? Mültecilerin ihtiyaçları için ayrılan fonların, AB’nin belirlediği aracı kurumların idari ve operasyonel giderlerine harcandığı ve bu nedenle de amacına ulaşmadığı yönündeki iddialara ilişkin neler söylersiniz?
18 Mart Mutabakatı’yla fonların idaresi konusunda tüm sorumluluk tamamen AB yönetimine verildi. AB’ye sorulmadan hiçbir harcama yapılamıyor. Bu çok ciddi bir sorun. Birincisi, “Suriye’den mülteci akınları Türkiye’de durdurulsun” diyerek Suriyeliler Türkiye’ye teslim edilirken Türkiye’ye güvenen AB, konu mültecilere yönelik mali desteğe gelince Türkiye’yi güvenilmez buluyor. Kendi belirlediği “kayyumlarla” fonları yönetiyor ki ortada doğrudan bir para da zaten yok. Projelere bağlanan bazı fonlar var. Dolayısıyla pratikte bir kilitlenme oluyor. Türkiye de facto olarak sahadaki bu sorunları Cumhurbaşkanlığının gücü ve iradesiyle aşıyor. Ancak Türkiye AB’nin kâğıt üzerinde çözmeye yanaşmadığı konulara sahada pratik çözümler üretmek zorunda değil. Bu süreç artık mutabakatla resmi ve hukuki bir çerçeveye oturtulmalı. Suriyeli mültecilerin sorunlarını Türk hükümeti çözmek zorundaysa, fonların idaresinde de Türkiye söz sahibi olmalı.
 
Fon yönetiminin tek taraflı olarak AB tarafından yürütülmesi mülteciler için sahada ne gibi sorunlara yol açıyor?
Bu fonları yöneten 25-30 aracı kuruluşun hepsi Avrupalı. Ne Türk ne de Suriyeli Arap sivil toplum örgütleri bu alana giremiyor; çünkü mevzuat böyle. Mevzuattaki bazı maddeler Türkiye’deki STK’ların işin içine girmesini engelliyor. Aracı kurumlarda da “üç yıl Avrupa’da çalışmış olma, dört yıl şunu yapmış olma” gibi şartlar aranıyor. Türkiye’de böyle bir personel bulmak zor. Avrupa kendi şartlarını dayatarak, gerçeklerle uyuşmayan bazı taleplerde bulunuyor. Bunu şöyle okumak mümkün: Elindeki tüm araçlarla proje yönetimini ve fon dağıtımını bilinçli bir biçimde yavaşlatıyor. Artık şark kurnazlığı lafını “garp kurnazlığı” şeklinde değiştirmenin vakti geldi belki de. Zira bununla hedeflenen şey, projeleri uzun zamanlara yayarak yeni fon aktarımı ve proje oluşumunu geciktirmek.
 
Bencil bir tutum var ortada. Türk STK’larla işbirliği yapılsa, bu aynı zamanda Türkiye’deki sivil toplum kültürünü de güçlendirir. Sivil toplum yönetimi onlardan örnek alırdı, rol model olurlardı. Çünkü yıllardır sahadalar ve tecrübeliler. Fakat bunu yapmıyorlar. Avrupalı aracı kurumlar görevini yapıp sahadan çekilmeli ve yerini yerli STK’lara bırakmalı.
 
Suriyeliler için burada projeler hangi kriterlere göre yönetiliyor? Bunu da AB mi belirliyor?
Bu konuda bir ihtiyaç analizi yapılması ve ortak işbirliğiyle projelerin yönetilmesi gerekiyor. Eğitim, sağlık, sosyoekonomik koruma sektörlerinde fonların ihtiyaçlara göre aktarılması gerekiyor. Türkiye burada üzerine düşeni yapıyor. Fakat sorun yerli kurumların sistem dışı kalması. Aracı kuruluş olmadığı için, yabancılar da pahalı çalışıyor. Türkiye’yi tanımayan, sahayı bilmeyen Avrupalı aracı kurumların idari harcamalardaki dengesizliği nedeniyle, fonların büyük kısmı operasyonel ve idari masraflara gidiyor ve hedef kitle olan Suriyelilere ulaşmıyor. Oysa Türkiye’deki kurumlar bunu daha iyi yönetirler, çünkü sahayı iyi biliyorlar. Burada özellikle proje idaresinde, Avrupa tarafının siyasi ve ekonomik çıkarlarını gözeten projelerin (örneğin Suriyelileri Türkiye’de kalıcı kılmaya yönelik) değil, Türkiye’nin ve mültecilerin ihtiyaçları ve geri dönüşlerini gözeten projelerin desteklenmesi gerekiyor.
 
Mültecilere Türkiye’deki Sığınmacılar için Mali Yardım Programı (FRIT) fonlarının ulaştırılması ve Türkiye’ye aktarımı sürecinin yavaş işlediği konusunda Türk tarafının şikayetleri olduğunu biliyoruz. Bu durum mültecileri nasıl etkiliyor ve bu sorun nasıl aşılabilir?
Evet, en büyük sorun AB’nin fonları ve projeleri yavaş ilerletme politikası. Çünkü Avrupalılar söz verdikleri destek çerçevesinde tekrar mali destek vermemek için, kamuoyuna “orada para var” şeklinde bir görüntü vermek adına, fon aktarımını ve projeleri bilinçli şekilde yavaşlatıyor. Normalde AB’nin işleyişi zaten yavaş, ama bu konuda fazladan bir yavaşlamanın söz konusu olduğu anlaşılıyor. Burada AB’nin Suriyelilere tahsis edilen fonları, Katılım Öncesi Yardım Aracı (IPA) fonlarını yönettiği gibi yönetmeye çalıştığı görülüyor. Oysa bu bir insani yardım, bir “kalkınma” yardımı değil. Burada 5 milyona yakın mülteci bulunuyor; dolayısıyla bu mültecilere yemek verilmek zorunda. IPA mantığıyla bunu sağlamak mümkün değil. Bunun değiştirilmesi lazım. AB’nin kendini yenilemesi ve IPA mantığını aşması gerekiyor.
 
Bu konuda Türk tarafı mültecilerle birlikte Türk vatandaşlarını da sürece dahil ederek uyum ve paylaşım siyasetini ikame ediyor diyebilir miyiz?
Elbette. Örneğin bir mahallenin 10 bin nüfusu var; 3 bini Suriyeli ise 7 bini Türk. Burada sunulan altyapı hizmetine, diğer giderlere Suriyeli göçmenler de ortak doğal olarak. Dolayısıyla buradaki fon ve proje dağılımının herkesin faydalandığı bir mekanizmada ilerlemesi gerekiyor. Bu nedenle Türk tarafı bu fonlardan özellikle istihdam konusunda Türklerin ve diğer göçmenlerin de istifade etmesi için gayret sarf ediyor.
 
Aktarılan 6 Milyar Avroluk fonlarla ilgili AB Türkiye’ye “Biz parayı verdik” diyor. Türk tarafı diyor ki “Hayır, paranın hepsi gelmedi” Bu anlaşmazlık nereden kaynaklanıyor?
Bu anlaşmazlığın nedeni paraların delege edilmesi ile kullanılması arasında geçen sürenin AB tarafından özellikle uzatılması. Evet, AB 6 milyar avroyu kâğıt üzerinde tahsis etmiş, projelere bağlamış; ama “projeler ilerledikçe parayı serbest bırakırım” diyor. Ancak projenin ilerlememesi için de her türlü engeli çıkartıyor. IPA mantığı ile fon yönetimi AB’nin en büyük yanlışı ve hatta taktiği diyebiliriz. Projeleri öyle zor şartlara bağlıyor ki projeler ilerleyemiyor. Ama sahadaki insanlar para bekliyor, yemek bekliyor, iş bekliyor, eğitim bekliyor. Türkiye sahada sorunları çözmek zorunda ve çözüyor da. Bu noktada ülkemiz gerçekten bir başarı hikayesi yazıyor. “Dünya 5’ten büyüktür” diyen Türkiye hem siyasi irade hem insani tutum hem de sahada sorun çözme kabiliyeti açısından 27 AB ülkesinden büyük olduğunu da gösterdi. Fon yönetiminde AB, Suriyeli göçmenler meselesine IPA mantığıyla bir insani yardım değil de bir entegrasyon ve kalkınma yardımı gibi yaklaştığı için çok yavaş yürüyor. Burada Türkiye’ye karşı oyalama ve pratikte de (literatürdeki tanımla) “teknik kısıtlama” siyaseti uyguluyor diyebiliriz.
 
Fonlanan projelerin birçoğu 2022 yılında bitiyor. Sonrasında ne olacak? Yeni bir vizyon gerekiyor mu?
Biliyorsunuz 3 milyar avro aktarılmıştı; ancak verilere göre şu an bunun yaklaşık yüzde 85-90’ı harcanmış durumda. Bu da yeni bir fon tahsisi sürecinin gerektiğini gösteriyor ki Von der Leyen büyük ihtimalle yakında böyle bir bütçeyi Türk tarafına sunacak.
 
Yaptığım araştırma ve görüşmelerden edindiğim bilgiye göre, mülteciler için Türkiye’ye AB ve Türkiye tarafından ortak hazırlanan ihtiyaç analizinden çıkan rakamın çok altında bir para tahsis edildiğini görüyoruz. Yeni bir ihtiyaç analizinin yapılması lazım.
 
Evet, yeni bir vizyon gerekli. Bu fonlar daha çok Türkiye içinde kullanılıyor. Fakat mesele Suriye’de başladı ve orada bitmesi gerekiyor. Cumhurbaşkanımızın Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda haritayla detaylıca anlattığı bir güvenli bölge meselesi var. Yani fonların oraya doğru aktarılması, orada kullanılması lazım. Bu sorun pansuman çözümlerle yok olmayacağına göre, 18 Mart Mutabakatı’nda da belirtildiği gibi, Türkiye’ye Suriye içindeki güvenli bölgelerin inşası ve güvenli geri dönüşün sağlanması için lojistik ve ekonomik destek verilmesi gerekiyor.
 
18 Mart AB-Türkiye Mutabakatı’nın revizyonu için öngörülen değişiklikler neler?
Öncelikle Türkiye’ye vize serbestisi ve Gümrük Birliği’nin revizyonu ile ilgili verilen sözler tutulmalı. Fakat bu konuda da Avrupa’nın bir “Garp kurnazlığı” içinde olduğunu görüyoruz. Bu mutabakatla Gümrük Birliği revizyonunun göç konusunda Türkiye’ye ek yükümlülükler getirilerek şartlara bağlanması maalesef bu kurnazlığın bir göstergesi. Gümrük Birliği’nin yenilenmesi yeni değil, eski bir mesele. Şöyle bir soru sormak gerekiyor: AB çok önceden beri zaten yapması gereken bir düzenlemeyi neden yeni şartlara bağlıyor? Türkiye’nin zaten hakkı olan bir mesele adeta lütuf veya yeni bir söz gibi masaya getiriliyor; üstelik şartlara bağlanarak. Gümrük Birliği uygulanan diğer ülkelere de göçle ilgili bu şartlar getirilmiş mi?
 
Fonların idaresinde Türk kurumlarına sorumluluk kadar yetki de verecek bir düzenlemeye ve göç meselesinde Suriye ayağına odaklanan yeni bir bakış açısına ihtiyaç var. AB’nin mali desteği artırma —ki o süreci de türlü şartlarla yavaşlatıyor— üzerine kurulu kolaycı siyaseti kabul edilemez.
 
18 Mart Mutabakatı imzalanırken AB’nin bu tür işgüzarlıklara kalkışacağı belki öngörülemedi ama Türkiye artık yoğurdu üfleyerek yemeli. Çok somut, tarihlere bağlı ve Türk tarafınca yapılan ihtiyaç analizleri doğrultusunda, gerek hukuki gerekse mali yeni bir yetki-sorumluluk düzenlemesine gidilmeli. Türkiye’nin siyasi olarak elini zayıflatacak adımlardan kaçınılmalı. 18 Mart bilindiği üzere Avrupa’nın önerisiydi; Türkiye kendi önerisiyle masaya oturmalı.
Suriyeliler gitse de kalsa da Avrupa bir zamanlar Esed rejimine verdiği desteğin, Suriye iç savaşında takındığı pasif tavrın sorumluluğunu üstlen
mek zorunda. Diğer ülkeleri baskılamak için adeta bir sopa gibi kullandığı insan hakları ve sözde “Avrupa değerleri” söyleminin gereğini de önce kendisi yerine getirmeli.
Stuttgart DİTİB Dini Danışma Kurulu Başkanı Musa Uzun ve Baden Württemberg DİTİB Bölge Birliği Başkanı İsmet Harbi, Almanya’daki hayırsever cemaatimizin zekat ve fitre bağışlarını ihtiyaç sahibi ailelere ulaştırmak üzere Tiflis’e gitti.
 
 
 
T.C. Gürcistan Büyükelçisi Fatma Ceren Yazgan, Gürcistan Din Hizmetleri Müşaviri Ahmet Erdem, Doğu Gürcistan Müftüsü İtibar Eminov ve Batı Gürcistan Müftüsü Adam Shantadze’nin katıldığı dağıtım organizasyonu çerçevesinde Tiflis, Rustavi, Batum, Marnevuli ve Gardabani bölgelerinde yaşayan 700 ihtiyaç sahibi aileye gıda paketi dağıtıldı.
 
Hayırseverler ile ihtiyaç sahipleri arasında gönül köprüsü kuruyoruz
Stuttgart Dini Danışma Kurulu Başkanı Musa Uzun ve Baden Württemberg Bölge Birliği Başkanı İsmet Harbi, DİTİB’in Ramazan ayı boyunca yürüttüğü yardım faaliyetlerine ilişkin bilgi verdi.
 
Almanya’dan Tiflis’e giderek dağıtım faaliyetlerine iştirak eden Uzun ve Harbi duygu ve düşüncelerini şöyle ifade ettiler: “DİTİB olarak Ramazan ayı vesilesiyle 30 farklı ülkede gerçekleştirdiğimiz yardım organizasyonu çerçevesinde Gürcistan’ın başkenti Tiflis, Rustavi, Batum, Marnevuli ve Gardabani şehirlerinde yardım paketi dağıttık. Almanya’da DİTİB’e gönül vermiş kardeşlerimizin yardımlarının dağıtımını gerçekleştirirken onların gönül selamlarını da ilettik. Hayırseverler ile ihtiyaç sahipleri arasında gönül köprüsü kurduk. İhtiyaç sahibi ailelerin mutluluğuna, hayır dualarına tanıklık etmekten mutluluk duyduk. Bu vesileyle emanetlerini teşkilatımıza teslim eden cemaatimize ve hayırsever insanlarımıza teşekkür ediyoruz.”
Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) tarafından hazırlanan Ramazan ayı yardım kolileri, DİTİB-İtalya tarafından planlanan program dâhilinde, İtalya’nın farklı bölgelerindeki mülteci yurtlarına ve ihtiyaç sahibi ailelere ulaştırıldı.
 
İtalya’nın Milano ve çevresinde gerçekleştirilen yardım organizasyonu, Milano Din Hizmetleri Ataşesi Abdülmetin Yalçın ve DİTİB-İtalya yöneticileri ile Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) adına Federal Kadın Birliği Koordinatörü Nurten Afat ve yardım gönüllüsü Mümine Gül’ün katılımlarıyla gerçekleştirildi.
 
 
450 gıda yardım kolisi dağıtıldı
Almanya DİTİB teşkilatına teşekkür eden Milano Din Hizmetleri Ataşesi Abdülmetin Yalçın, „Bu zorlu süreçte İtalya’da yaşayan mülteci ve ihtiyaç sahibi ailelere yardım eli uzatan DİTİB teşkilatına ve hayırseverlere teşekkür ediyorum. Yaptıkları yardımların kabulünü Cenab-ı Hakk’tan niyaz ediyorum” ifadelerini kullandı.
 
 
DİTİB-İtalya teşkilatı iş birliğiyle mülteci yurtlarına ve ihtiyaç sahibi ailelere 450 gıda yardım kolisi teslim ettiklerini belirten DİTİB Federal Kadın Kolları Koordinatörü Nurten Afat şunları kaydetti:
“DİTİB olarak Ramazan ayı vesilesiyle 30 farklı ülkede gerçekleştirdiğimiz yardım organizasyonu çerçevesinde İtalya’da bulunuyoruz. Milano ve çevresinde bulunan 6 mülteci yurduna ve ihtiyaç sahibi ailelerin evlerine tek tek ulaşılarak 450 gıda yardım kolisi dağıttık. Almanya DİTİB teşkilatı olarak hayırseverlerimizin zekât ve fitre emanetlerini İtalya’da yaşayan ihtiyaç sahibi Müslüman kardeşlerimizle paylaştık. Zekât-fitre emanetlerini teşkilatımıza teslim eden cemaatimize ve hayırsever insanlarımıza teşekkür ediyorum. Allah
yardım yapanlardan ve bu yardıma öncülük edenlerden razı olsun.”
 
 
 
 
 
Der Tiergarten der Stadt Nürnberg wird am Freitag, 30. April 2021, wieder geöffnet. Das Sicherheitskonzept, das der Tiergarten bereits bei der kurzen Öffnungsphase im März 2021 umgesetzt hat, bleibt bestehen. Das bedeutet, dass sich alle Gäste vor dem Besuch online über die Internetseite des Tiergartens unter www.tiergarten.nuernberg.de registrieren müssen. Zudem müssen überall im Tiergarten FFP2-Masken getragen werden. 
 
Darüber hinaus müssen Besucherinnen und Besucher einen negativen Corona-Test vorlegen. Beim Einlass in den Tiergarten müssen Besucherinnen und Besucher neben der gültigen Registrierung und der eventuell bereits gekauften Eintrittskarte auch noch einen PCR- oder POC-Antigentest (Schnelltest) vorlegen. Der Test mit negativem Ergebnis darf nicht älter als 24 Stunden sein. Ein Selbsttest gilt nicht für den Tiergartenbesuch. Den Test müssen alle Gäste vorlegen, die älter als sechs Jahre sind. Wer bereits zwei Mal gegen Corona geimpft ist, braucht keinen Test, sondern kann seinen Impfpass vorlegen. Die Zweitimpfung muss allerdings mindestens 15 Tage zurückliegen. 
 
 
Insgesamt dürfen 6 500 Menschen pro Tag in den Tiergarten. Rein rechnerisch hat damit jede Besucherin und jeder Besucher zehn Quadratmeter Fläche zur Verfügung. Die gastronomischen Betriebe bieten ihr Angebot zum Mitnehmen an. Die Tierhäuser bleiben geschlossen. Der Eintrittspreis in den Tiergarten bleibt unverändert. „Wir haben alles für die Öffnung vorbereitet, der Tiergarten ist bereit und die Online-Registrierung läuft bereits,“ sagt Tiergartendirektor Dr. Dag Encke. „Für unsere externen Dienstleister war es eine große Herausforderung, in dieser kurzen Zeit vor allem Ordner sowie Kassen- und Reinigungspersonal zur Verfügung zu stellen.“ Am Dienstag, 27.
 
April 2021, hatte das bayerische Kabinett entschieden, Außenbereiche zoologischer und botanischer Gärten auch bei einem Sieben-Tages-Inzidenzwert von mehr als 100 für Besucherinnen und Besucher zu öffnen. 
Almanya’nın Kuzey Bavyera eyaletindeki Diyanet İşleri Türk İslam Birliği’ne (DİTİB) bağlı cami dernekleri, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını sebebiyle camilerinde veremedikleri iftarları Afrin’deki ihtiyaç sahiplerine gönderdi.
Her yıl geleneksel hale gelen ve bir çok kesimden insanın bir araya geldiği iftar sofraları, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da koronavirüs salgını sebebiyle camilerde kurulamadı. Kuzey Bavyera DİTİB Eyalet Birliği’ne üye cami dernekleri, bu yıl Ramazan boyunca sürecek ve günde 200’e yakın ihtiyaç sahiplerine iftar yemeği verecek.
 
Kuzey Bavyera DİTİB Eyalet Birliği Başkanı Hasan Aslan, yaptığı açıklamada, “Bu yıl camilerimizde veremediğimiz iftar yemeğini Türkiye Diyanet Vakfı işbirliğiyle Afrin’deki kardeşlerimizle paylaştık. 4-6 yaş grubu Kur’an kursu öğrencilerine ve ailelerine yönelik iftar sofralarıyla Ramazan sevincini kardeşlerimizle paylaşıyoruz. Ramazan bereketini dünyanın dört bir yanına taşıyoruz.” ifadesini kullandı.
 
 
DİTİB olarak dünyanın neresinde bir mazlum, mağdur, yetim ve ihtiyaç sahibi varsa yardımına koşup derdine derman olmaya çalıştıklarını ifade eden Aslan, deprem ve sel felaketlerinde olduğu gibi kimi zaman gıda yardımı ile kimi zaman sıcak bir yuva ile kimi zaman da nakdi yardımlarla yaraları sarmaya çalıştıklarını belirtti.
NUR SULTAN (AA) - Kazakistan’ın başkenti Nur Sultan'da Astana Bale Tiyatrosunca sahnelenen "Sultan Baybars" balesi sanatseverlerle buluştu.
 
Ünlü Kıpçak Türkü olan Memluk Sultanı 1. Baybars’ın köle pazarından Mısır sultanlığına uzanan hayat hikayesi, bale sanatında ilk kez Kazakistan’da sahnelendi.
 
Yaklaşık 80 sanatçının yer aldığı "Sultan Baybars" balesi, başkent Nur Sultan’daki Astana Bale Tiyatrosunca bir yıllık yoğun çalışma sonucu sahneye taşındı.
 
Çeşitli tarihi dönemlerdeki kültürlere ait motiflerin klasik bale koreografisiyle uyum bulduğu gösteri, aynı zamanda renkli kostüm ve özel bestelenen müzik eserleriyle de seyircilerden büyük beğeni topladı.
 
Astana Bale Tiyatrosu Baş Yönetmen ve Koreograf Yardımcısı Aijan Jünisova, AA muhabirine yaptığı açıklamada, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını nedeniyle sadece yüzde 30 doluluk şartıyla çalıştıklarını belirterek, "Sultan Baybars babamızın hayat yolculuğundan esinlenerek yaptığımız bu gösteri, tiyatromuzun repertuvarında daha yeni olmasına rağmen sanatseverlerden tam not almayı başardı. Şu anda Kovid-19’dan dolayı seyirci sayımız kısıtlı ama gelecekte bunu telafi edeceğiz diye düşünüyorum." şeklinde konuştu.
 
Baş rol solistlerden Farhad Buriyev de gösteride klasik Batı balesinden daha çok Doğu sahne elementlerinin yoğun olarak kullanıldığını söyledi.
 
Buriyev, sahnede Baybars’ın ordusunda asker başını canlandırdığını dile getirerek, "Tarihi bir şahsiyeti koreografi üzerinden anlatmak hiç de kolay değil. Balede biz sadece dans etmiyoruz, canlandırdığımız karakteri seyirciye ulaştırabilmek için beden dilimiz dahil bakışlarımıza kadar çalışıyoruz." ifadelerini kullandı.
 
“Sultan Baybars” balesi, seyirciden gelen yoğun istek üzerine Astana Bale Tiyatrosunda yaz boyunca sahnelenmeye devam edecek.
 
1. Baybars’ın 1223-1228 yıllarındaki bir tarihte Orta Asya’dan Karadeniz’e kadar uzanan Deşt-i Kıpçak sınırlarında dünyaya geldiği biliniyor. Bir baskın sırasında ailesinden koparılarak köle tüccarlarının eline düşen Baybars, daha sonra Halep’teki köle pazarından "Memluk adayı" olarak satın alındı. Memluk ordusunda eğitilen Baybars, özel askeri yeteneği sayesinde Memluk Sultanı olarak tahta çıktı.
Einsatz beim diesjährigen 24-Stunden-Rennen in Japan

Köln. Die Toyota Motor Corporation entwickelt einen Wasserstoffmotor und erprobt diesen im Motorsport. Das Triebwerk verwendet Wasserstoff statt Benzin und stößt dadurch keine CO2-Emissionen aus. Damit macht der japanische Automobilhersteller den nächsten Schritt in eine nachhaltige Mobilität und unterstreicht seinen Weg zur wasserstoffbasierten Gesellschaft.

Toyota feilt kontinuierlich an unterschiedlichen alternativen Antriebstechnologien. Während Brennstoffzellenfahrzeuge wie der https://www.toyota.de/automobile/mirai/ (Kraftstoffverbrauch nach WLTP: Wasserstoff kombiniert 0,89-0,79 kg/100 km; Stromverbrauch kombiniert 0 kWh/100 km; CO2-Emissionen kombiniert 0 g/km), sogenannte Fuel Cell Electric Vehicles, in der Brennstoffzelle durch einen chemischen Prozess Wasserstoff und Sauerstoff in elektrische Energie umwandeln, verbrennen Wasserstoffmotoren dieses Gemisch.

Bei dem Dreizylinder-Erprobungstriebwerk vom Typ GE16-GTS wird der Wasserstoff über ein modifiziertes Kraftstoffversorgungs- und Einspritzsystem in die Brennräume des Hubkolbenmotors gebracht. Die Verbrennung erfolgt schneller als bei vergleichbaren Benzinern, was zu einem besseren Ansprechverhalten des Motors führt. Darüber hinaus verringern sich die Vibrationen, so dass Fahrgefühl und Fahrzeugrückmeldung steigen. Auch der markante Klang des Verbrennungsmotor bleibt erhalten. Größter Vorteil der umweltfreundlichen Fahrzeugperformance: Wasserstoffmotoren stoßen keine CO2-Emissionen aus.

Die erste Bewährungsprobe hat die neue Motorentechnik beim diesjährigen 24-Stunden-Rennen im japanischen Fuji (21. bis 23. Mai), das im Rahmen der Super Taikyu Series 2021 Powered by Hankook ausgetragen wird und als japanischer Langstreckenklassiker gilt. Der an allen Rädern angetriebene, handgeschaltete Rennwagen auf Basis des Toyota Corolla wird während des Rennens mit Wasserstoff aus dem Fukushima Hydrogen Energy Research Field in Namie Town (Präfektur Fukushima) betankt.

Motorsport ist für Toyota ein wichtiges Element, um Technologien wie den Wasserstoffmotor zu erproben sowie Fahrzeuge zu entwickeln und zu verbessern. Der sehr agile und spurtstarke Toyota GR Yaris (Kraftstoffverbrauch kombiniert nach WLTP: 8,2 l/100 km, CO2-Emissionen kombiniert nach WLTP 186 g/km) resultiert beispielsweise aus dem direkten Transfer von Straße und Rennstrecke. Die Markteinführung des für den Motorsporteinsatz vorbereiteten Corolla ist derzeit nicht vorgesehen. Vielmehr dient das Rennfahrzeug der Erprobung des Wasserstoffmotors.

Toyota verfolgt ehrgeizige Nachhaltigkeitsziele: Im Rahmen der Toyota Environmental Challenge 2050 will das Unternehmen seine CO2-Emissionen deutlich verringern. Auf dem Weg zur Klimaneutralität setzt Toyota neben der Elektrifizierung auch auf Wasserstoff: Ob Pkw, Lkw, Busse, Schiffe oder Züge, die Verbreitung von Brennstoffzellenfahrzeugen wird genauso gefördert wie andere brennstoffzellenbetriebene Produkte. Wasserstoffmotoren als zusätzliche Alternative beschleunigen die Realisierung einer wasserstoffbasierten Gesellschaft.

BERLİN (AA) - Almanya Başbakanı Angela Merkel, ABD'nin iklim sorununu çözmek için İklim Zirvesi'ne geri dönmesinin önemli bir sinyal olduğunu belirterek, bundan memnuniyet duyduğunu söyledi.

ABD'nin ev sahipliğinde 40 ülke liderinin katıldığı çevrim içi İklim Zirvesi'nde bir konuşma yapan Merkel, sera gazlarının azaltılmasına yönelik küresel hedeflere ulaşabilmek için dünyanın ABD'nin desteğine ihtiyacı olduğunu ifade etti.

İklim değişikliğiyle mücadele için hızlı ve kararlı "küresel eylem" çağrısında bulunan Merkel, Paris Anlaşması'nın hedeflerine ulaşmanın hayati öneme sahip olduğunu kaydetti.

- "Kömür yerine yenilenebilir enerjilere yatırım yapıyoruz"

Almanya'nın 2020'de elektriğin yüzde 46'sını yenilenebilir enerjilerden ürettiğini ve bunu 2030'a kadar yüzde 65'e çıkarmak istediklerini anlatan Merkel, "Yeni tip koronavirüs salgını sonrası gerekli ekonomik toparlanmayı, özellikle iklim alanında yenilikçi büyüme için kullanmak istiyoruz. Bu yüzden kömür yerine yenilenebilir enerjilere yatırım yapıyoruz." diye konuştu.

Şansölye, Almanya'nın şu anda bağlayıcı olan AB'nin sera gazlarını 2030'a kadar yüzde 55 azaltma hedefine katkıda bulunacağını vurguladı.

Dünya çapında biyolojik çeşitlilik kaybını durdurmaya kararlı olduklarını dile getiren Merkel, kara ve denizdeki alanların yüzde 30'unun koruma altına alınması gerektiğini düşündüklerini belirtti.

Merkel, gelişmekte olan ülkelerle dayanışmaya ihtiyaç bulunduğuna dikkati çekerek, "Gelişmiş ülkeler olarak 2020'ye kadar iklim finansmanı için yıllık 100 milyar dolar toplama sorumluluğumuz vardı. Bu en az 2025 yılına kadar devam ettirilmelidir. Bu kapsamda Almanya'daki iklim finansmanımızı 2020'ye kadar ikiye katlayarak yılda 4 milyar avroya çıkardık ve önümüzdeki yıllarda da katkımızı yapmaya devam edeceğiz." ifadelerini kullandı.

"Gelen veriler, ekonomide ilk çeyrekte daralmaya ve ikinci çeyrek için büyümeye işaret ediyor"
 
BERLİN (AA) - Avrupa Merkez Bankası (ECB) Başkanı Christine Lagarde, Avro Bölgesi'nde daha geniş finansman koşullarına ilişkin risklerin devam ettiğini belirterek, Avrupa Kurtarma Fonu'nun gecikme olmadan hayata geçmesinin önemli olduğunu söyledi.
ECB'nin politika faiz kararının ardından düzenlenen toplantıda konuşan Lagarde, piyasalardaki son gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulundu.
Avro Bölgesi'nin ekonomik büyümesine değinen Lagarde, "Gelen veriler, ekonomide ilk çeyrekte daralmaya ve ikinci çeyrek için büyümeye işaret ediyor." dedi.
Küresel talepte toparlanmanın ve mali tedbirlerin Avro Bölgesi'nde ekonomik faaliyetleri desteklediğini aktaran Lagarde, Kovid-19 aşısının ekonomik faaliyette güçlü bir toparlanma beklentisinin temelini oluşturduğunu kaydetti.
Lagarde, orta vadeli ekonomik görünüme ilişkin risklerin dengeli göründüğünü söyledi.
Geçici faktörlerin etkisiyle Avro Bölgesi'nde enflasyonun yeniden artmaya başladığını ifade eden Lagarde, kur oranları ve enflasyon üzerindeki etkilerinin yakından takip edilmeye devam edileceğini bildirdi.
 
- "Kapsamlı parasal destek gerekli"
 
Christine Lagarde, pandeminin etkileri azaldıkça ekonomik faaliyetlerdeki gerilemenin etkisinin de azalacağını, bu faaliyetleri desteklemek için kapsamlı parasal desteğin gerekli olduğunu söyledi.
Lagarde, Avrupa Kurtarma Fonu'nun daha hızlı, daha güçlü ve daha düzenli bir ekonomik toparlanmaya katkıda bulunacağını aktararak, "Avrupa Kurtarma Fonu'nun gecikme olmadan hayata geçmesi önemli." dedi.
ECB faiz kararı toplantısında Pandemi Acil Varlık Alım Programı'nın (PEPP) kademeli azaltılmasının tartışılmadığını bildiren Lagarde, PEPP'te alım hızının takvime değil, verilere bağlı olduğunu vurguladı.
 
- “Pandemi köprüsünü geçmeden önce uzun bir yol var”
 
ECB Başkanı Lagarde, PEPP'te trendi anlamak için haftalık değil, aylık verilere bakılması gerektiğini belirterek, "Pandemi köprüsünü geçmeden önce uzun bir yol var." dedi.
Lagarde, gelen verilerin yılın ikinci çeyreğinde ECB'nin yüzde 1,3'lük büyüme öngörüsünü destekleyip desteklemediğine ilişkin soru üzerine, verilerin mart tahminlerini desteklediğini ancak bu konunun haziran analizlerinde tam belli olacağını söyledi.
ECB'nin politikasının ABD Merkez Bankası (Fed) politikası ile hareket etmeyeceğini belirten Lagarde, iki merkez bankasının hedeflerinin farklı olduğunu kaydetti.
ECB Yönetim Konseyi, bugünkü toplantısında, piyasa beklentileri doğrultusunda, faiz oranları ve PEPP'in toplam büyüklüğünde değişikliğe gitmedi. Buna göre, politika faizi sıfır, mevduat faizi yüzde eksi 0,50 ve marjinal fonlama faizi de yüzde 0,25'te sabit bırakıldı.