Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

 

Arbeitsgruppenbericht über das Verfassungsgerichtsurteil zum Verfassungsschutz - IMK-Vorsitzender Joachim Herrmann zum Beschluss der Innenministerkonferenz: Angemessene Lösungen zur Weiterentwicklung der Verfassungsschutzgesetze.

 

Laut dem Vorsitzenden der Innenministerkonferenz (IMK), Bayerns Innenminister Joachim Herrmann, hat sich die IMK mit dem Bericht einer Bund-Länder-Arbeitsgruppe anlässlich des Urteils des Bundesverfassungsgerichts zum Bayerischen Verfassungs-schutzgesetz befasst: "Der Bericht zeigt deutlich die besonderen Herausforderungen, vor die das Urteil die Gesetzgeber in Bund und Ländern nun stellt." Das höchste deutsche Gericht hatte am 26. April 2022 die gegen das Bayerische Verfassungsschutzgesetz erhobene Verfassungsbeschwerde zum Anlass genommen, ein Grundsatzurteil zu den Befugnissen des Verfassungsschutzes zu treffen. Die Innenministerkonferenz hat nun in ihrem aktuellen Beschluss einstimmig festgestellt, dass der Bericht für die Verfassungsschutzgesetze in Bund und Ländern "angemessene Lösungen" aufzeige.

 

Der bayerische Innenminister erklärte, Bayern werde sein Verfassungsschutzgesetz auf dieser Grundlage ändern. Ein entsprechender Vorschlag befinde sich gerade in der Abstimmung und solle in Kürze in den Landtag eingebracht werden. Dabei betonte Herrmann, dass das Bundesverfassungsgericht unmissverständlich klargestellt habe, dass der Verfassungsschutz einen wesentlichen Baustein in der wehrhaften Demokratie bildet, zu der sich das Grundgesetz ganz bewusst entschieden hat. "Wir brauchen deshalb einen starken Verfassungsschutz, um dem von Corona und Ukraine-Krieg profitierenden Extremismus ebenso wie den hybriden Bedrohungen aus dem Ausland entschieden entgegentreten zu können."

 

Mit Blick auf den gesetzlichen Änderungsbedarf verwies der Innenminister zum Beispiel auf die einschränkenden Vorgaben aus Karlsruhe für die Weitergabe von Erkenntnissen des Verfassungsschutzes an Strafverfolgungsbehörden. Nachdem das Bundesverfassungsgericht diese Informationsweitergabe nur bei konkretem Verdacht für eine besonders schwere Straftat zugelassen hat, kommt der Bericht zu dem Schluss, dass die vergleichsweise knappen Urteilsausführungen viele Fragen offenlassen. Würde man als 'besonders schwere Straftat' nur die in der Strafprozessordnung so bezeichneten Delikte verstehen, führe dies "zu massiv irritierenden Ergebnissen", die womöglich "das Vertrauen der Bevölkerung in wirksamen staatlichen Rechtsgüterschutz" beeinträchtigen könnten. Herrmann: "Wie unter anderem die Untersuchungsausschüsse zum NSU und zu Anis Amri eindeutig gezeigt haben, brauchen wir mehr, nicht weniger Informationsaustausch. Ich verstehe nicht, warum der Verfassungsschutz einen Neonazi, der einen Juden oder einen Moslem verprügelt, nicht anzeigen darf. So etwas gibt es in keinem anderen Rechtsstaat."

 

Einen weiteren Schwerpunkt des Berichts bildet der Informationsaustausch mit Gefahrenabwehrbehörden, die sogenannte 'operative Befugnisse' haben. Hier hatte das Verfassungsgericht erklärt, dass die Übermittlung nur bei einer wenigstens konkretisierten Gefahr für ein besonders gewichtiges Rechtsgut wie etwa Leib und Leben oder der Bestand des Staates zulässig sei. "Leider hat das Bundesverfassungsgericht nicht definiert, was es genau unter einer 'operativen Befugnis' versteht", erläuterte Herrmann. Die Bund-Länder-Arbeitsgruppe habe sich hierzu sehr vertieft Gedanken gemacht und eine griffige Definition entwickelt. Danach sind 'operative Befugnisse' dadurch gekennzeichnet, dass sie die Behörde zu Maßnahmen gegenüber Einzelnen mit unmittelbarer Zwangswirkung ermächtigen, die typischerweise ohne Möglichkeit vorherigen Rechtsschutzes vollzogen werden. Hierzu Herrmann: "Wenn mich die Polizei auf der Straße festnimmt, habe ich keine Zeit mehr, einen Richter prüfen zu lassen, ob das im Einklang mit dem Gesetz geschieht. Ganz anders liegt die Sache aber, wenn die Behörde zunächst den Betroffenen schriftlich anhört, dann einen Verwaltungsakt erlässt, gegen den der Betroffene Klage erheben kann, bevor es zu einer zwangsweisen Vollstreckung kommt."

 

Insgesamt zehn Detailfragen werden in dem über 130 Seiten umfassenden Bericht der vom Bundesinnenministerium initiierten Bund-Länder-Arbeitsgruppe behandelt, an der sich Experten aus Baden-Württemberg, Bayern, Berlin, Brandenburg, Hamburg, Hessen, Niedersachsen, Nordrhein-Westfalen, Sachsen sowie des Militärischen Abschirmdienstes und des Bundesamts für Verfassungsschutz beteiligt hatten. Herrmann dankte den beteiligten Fachleuten für ihr großes Engagement: "Die Arbeitsgruppe hat in kürzester Zeit zu sehr komplexen Problemen tiefgehende Überlegungen angestellt."

Der Bericht der Arbeitsgruppe kann unter https://www.imk2022.bayern.de/ abgerufen werden.

 

BRÜKSEL (AA) - Avrupa Birliği (AB), Rusya'dan AB'ye sığınmak isteyen Rus vatandaşlarının başvuruları için mevcut yasal çerçevenin geçerli olduğunu, her bir davanın kendi özelinde değerlendirileceğini bildirdi.

 

AB Komisyonu Sözcüsü Eric Mamer, günlük basın toplantısında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in 21 Eylül'deki kısmi seferberlik ilanından sonra Rusların ülkeyi terk etme ve AB'de sığınma elde etmeleriyle ilgili soruyu yanıtladı.

Mamer, Rusya'daki durumu yakından takip ettiklerini belirterek, ülkeden geçerli sebeplerle kaçmak isteyenlerin, insan hakları temelinde AB'ye sığınma başvurusunda bulunmaları için mevcut bir yasal çerçevenin var olduğunu, başvuruların her bir dosya bazında değerlendirileceğini dile getirdi.

Üye ülkelerin birbiriyle görüş alışverişinde olduğunu ifade eden Mamer, Göç ve İçişleri Genel Müdürlüğü yetkililerinin yarın konuyla ilgili toplanacağını söyledi.

 

- AB, Rusya'dan kaçmak isteyenlerle prensipte dayanışma içinde

Dün de AB Komisyonu sözcülerinden Peter Stano, Ukrayna'daki savaşın başından bu yana yarım milyon Rus'un ülkeyi terk ettiğini, Putin'in kısmi seferberlik açıklamasının ardından "AB'nin, ülkenin pek çok şehrinde protesto düzenleyerek rejimin yaptıklarına karşı çıkma cesaretini gösteren Rus vatandaşlarıyla prensipte dayanışma içinde olduğunu" belirtmişti.

Mamer de AB ülkelerinin Rus vatandaşlarının sığınma talepleri konusunda ortak duruş benimsemesi gerektiğini kaydetmişti.

AB, Rusya ile vize kolaylığı anlaşmasını askıya almış, bazı ülkeler Ruslardan Schengen başvuruları almayı tamamen durdurmuştu.

- AB Konseyi Başkanı Charles Michel, BM Genel Kuruluna hitabında:
- "Güvenlik Konseyi'nin daimi bir üyesi sebepsiz ve haksız bir savaş başlattığında ve bu savaş BM Genel Kurulu tarafından kınandığında, o ülkenin üyeliği bana göre otomatikman askıya alınmalı"
 

BRÜKSEL (AA) - Avrupa Birliği (AB) Konseyi Başkanı Charles Michel, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyinin reforma ihtiyacı olduğunu belirterek veto yetkisinin istisnai durumlarda kullanılması ve Rusya gibi haksız bir savaş başlatan ülkelerin üyeliğinin askıya alınması gerektiğini söyledi.

Michel, BM 77. Genel Kurul toplantısında yaptığı konuşmada, BM Güvenlik Konseyinde veto kullanımının bir istisna olması gerekirken genel bir kurala dönüştüğünü kaydetti.

Mevcut sistemin kapsayıcılık ve temsiliyet bakımından yetersiz olduğunu vurgulayan Michel, "Güvenlik Konseyi'nin daimi bir üyesi sebepsiz ve haksız bir savaş başlattığında ve bu savaş BM Genel Kurulu tarafından kınandığında, o ülkenin üyeliği bana göre otomatikman askıya alınmalı." dedi.

AB Konseyi Başkanı, BM Güvenlik Konseyinde acilen reforma ihtiyaç olduğunun altını çizdi.

 

- "Rusya'nın yalanları"

Michel, Rusya'nın Ukrayna'da başlattığı savaşla ilgili "yalan yoluyla dezenformasyon yaydığını" belirterek "Kremlin tüm dünyayı hayali bir düşmana karşı harekete geçirmeye çalışıyor." diye konuştu. Charles Michel, "Kesinlikle hiç kimse Rusya'yı tehdit etmedi, saldırmadı veya işgal etmedi ve Avrupa'da kesinlikle hiç kimse Rusya ile bir çatışma istemiyordu. Herkesin güvenliğini ve refahını tehlikeye atmaktan ne gibi çıkarlarımız olabilir?" değerlendirmesini yaptı.

Rusya'nın savaşın, Ukrayna'daki Rusça konuşan halkların soykırıma uğramasını önlediği yönünde yaydığı propagandayı "yanlış ve iğrenç" olarak niteleyen Michel, "Üçüncü yalan, Rusya'nın Ukrayna'ya yönelik sadece özel bir operasyon düzenlediği ve bunun bir savaş olmadığı. Bu da yanlıştır." ifadelerini kullandı.

Michel, "Kremlin'in bir diğer yalanının AB'nin savaşı durdurmak için Rusya'ya uyguladığı yaptırımların gıda krizine yol açtığı olduğunu" belirterek şöyle devam etti:

"Savaştan önce bile tek taraflı olarak tahıl ve gübre ihracatını büyük ölçüde düşürmeye karar veren ve dünya piyasalarının istikrarsızlaşmasını teşvik eden Rusya'dır. Karadeniz limanlarına askeri abluka uygulamaya karar veren ve deniz ticaretini imkansız hale getiren Rusya'dır."

 

- "AB'nin tercihi"

Michel, "Bu kürsüden size en ciddi şekilde söylüyorum ki AB kimseden Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney arasında seçim yapmasını istemiyor ama yapılması gereken bir seçim var. AB'nin tercihi ise saldırganlıktan çok sınırlara saygı duymaktır. Tehditten ziyade iş birliğidir." dedi.

 

- Çin

AB'nin Çin gibi yükselen güçlerin barış ve kalkınma için ortak çabalara katılmasını istediğini belirten Michel, "Deniz güvenliğini savunuyoruz. Tayvan Boğazı'nda istikrarı savunuyoruz. 'Tek Çin' ilkesini tanıyoruz ancak özellikle Sincan ve Hong Kong'daki insan hakları ihlallerine gözlerimizi kapatmayacağız." diye konuştu.

 

ROMA (AA) - İtalya'daki genel seçimlerden resmi olmayan sonuçlara göre birinci parti çıkan aşırı sağcı İtalya'nın Kardeşleri Partisi (FdI) lideri Giorgia Meloni, seçim sonuçlarının İtalyanların, FdI tarafından yönetilen merkez sağ hükümet istediğine dair açık bir işaret olduğunu söyledi.

 

Ülkede dün yapılan seçimlerden, resmi olmayan sonuçlara göre, hem parti olarak hem de sağ ittifak halinde birinci çıkan FdI'nin lideri Meloni, partisinin seçim merkezini kurduğu Roma'daki Parco dei Principi Oteli'nde basın toplantısı düzenledi.

Sonuçlara ilişkin ilk değerlendirmesini yapan 45 yaşındaki Meloni, "Seçim sonuçları, İtalyanların, İtalya'nın Kardeşleri'nin yönetiminde bir merkez sağ hükümet istediğine dair açık bir işaret verdi." dedi.

Meloni, içinde bulundukları zamanın sorumluluk alma zamanı olduğunu dile getirerek, "Tarihin bir parçası olmak istiyorsanız, on milyonlarca insana karşı ne tür bir sorumluluğumuz olduğunu anlamanız gereken bir zamandayız. Çünkü İtalya bizi seçti, biz de ona asla ihanet etmeyeceğiz." diye konuştu.

 

Meloni, "FdI'nin seçimlerden birinci parti çıkması, bizim için pek çok anlam ifade ediyor. Bu kesinlikle birçoğumuz için gurur, gözyaşı, kucaklaşma ve hayaller gecesi." ifadesini kullandı.

Giorgia Meloni, sonucun kendileri için bir varış noktası olmadığını, aksine hareket etme anında olduklarını ve yarından itibaren kendi değerlerini göstermeleri gerekeceğini kaydetti.

Seçimlere katılım oranının düşük olmasından duyduğu üzüntüyü belirten Meloni, devletle vatandaş arasındaki ilişkiyi yeniden inşa etmeleri gerektiğini söyledi.

 

- Seçim sonuçlarına yönelik diğer partilerin değerlendirmeleri

Seçimlerde resmi olmayan sonuçlara göre yüzde 19 civarında aldığı oyla ikinci sırada çıkan merkez solun çatı partisi Demokratik Parti (PD) Meclis Grup Başkanvekili Debora Serrachiani, yaptığı açıklamada, "Ülke için üzücü bir akşam, çünkü bunun iyi bir şey olmadığına inanıyoruz." dedi.

Kamuoyu yoklamalarında 4. sırada gözüken ancak seçimde aldığı yüzde 15'lik oy oranıyla 3. sırada çıkan 5 Yıldız Hareketi (M5S) seçim sonuçlarından memnun.

M5S'e liderlik eden eski Başbakan Giuseppe Conte, düzenlediği basın toplantısında, kampanya döneminde herkesin kendilerine saldırdığını, ancak bugün önemli bir geri dönüşe imza attıklarını anlattı.

Conte, "Güneyde birinci, ülkede üçüncü siyasi gücüz ve büyük bir sorumluluğumuz var." diye konuştu.

Seçimlerden birinci çıkan FdI ile sağ ittifak içinde yer alan Forza Italia Partisi'nin genel koordinatörü Antonio Tajani de sonuçlara ilişkin değerlendirmesinde, sağ ittifak olarak elde ettikleri sonuçla istikrarlı bir hükümet ortaya çıkaracaklarını ifade etti.

 

- Seçimlere katılım oranı tarihin en düşük seviyesinde

İçişleri Bakanlığının paylaştığı verilere göre, dünkü genel seçimlere katılım oranı yüzde 63,9 olarak gerçekleşti. Söz konusu oranın bugüne kadar yapılan genel seçimler arasında en düşük katılım oranı olduğu belirtildi.

Diğer yandan, ülkede oy sayım işlemleri devam ediyor.

ANSA haber ajansının paylaştığı resmi olmayan sonuçlara göre, İtalya’nın Kardeşleri (FdI) yüzde 26 ile birinci, Demokratik Parti (PD) yüzde 19,5 ile ikinci, 5 Yıldız Hareketi (M5S) yüzde 15 ile üçüncü sırada yer aldı. Lig Partisi yüzde 9 ile dördüncü, Forza Italia (FI) yüzde 8 ile beşinci, seçime birlikte giren Eylem Partisi (Az)-Italia Viva (Iv) da yüzde 7,8 oyla altıncı sırada konumlandı.

İttifak bazında ise FdI, Lig, FI ve bazı küçük partilerin oluşturduğu sağ ittifakın oy oranı yüzde 43-44 bandında kaydedildi.

 

PD'nin çatı partisi olduğu merkez sol ittifak ise yüzde 26-27 civarındaki oy oranıyla sağ ittifakın gerisinde ikinci sırada yer aldı.

Seçimlere herhangi bir ittifak altında girmeyen M5S yüzde 15 oy alırken, Eylem Partisi (Az)- Italia Viva (Iv) partileri de yüzde 7,8’lik oy oranı yakaladı.

 

 

Yeni bir yaz dönemi daha sona erdi. Yaz tatillerini, Türkiye ve diğer ülkelerde geçiren vatandaşlarımız geri döndüler. Okullar açıldı. Dernekler ve vakıflar için faaliyet sezonu da başladı. Her gün yeni bir davetiye alıyoruz. Artık, pandemi sürecinin de geride kalmasıyla, sergiler, konferanslar, konserler, kongreler birbirini takip ediyor adeta. Elbette, yaz sezonu sonrası hareketlilik sadece Türklerle sınırlı değil. Hollandalılar, Faslılar, Surinamlılar da etkinliklerine hız verdiler.


Bu hafta elime ulaşan davetiyelerden birisi ilgimi çekti. Sadece ilgimi çekmekle kalmadı, beni derin derin düşündürdü. Neredeyse otuz yıl geriye gittim. Yapılan etkinlikler bir filim şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Beni bu derece etkileyen davetiye, Amsterdam merkezli bir Fas kültür ve sanat kuruluşundan geldi. El Hizjra Vakfı, 24 Eylül tarihinde, Amsterdam’da ‘Arap Edebiyatı Akşamı’ etkinliği düzenliyor.

El Hizjra Vakfı’nın davetiyesinden etkilenme meselesinin arka planında şu gerçek yatıyor. Aynı yıl, biz de, bir grup Türk öğrenciyle Amsterdam Üniversite’sinde “Türk Gençleri Ödüllü Kompozisyon Yarışması” etkinliği ve “1. Hollanda Mevlana Sempozyumu” organizasyonu yapmıştık. Uzun soluklu ve sürdürülebilir sayılabilecek etkinliklere, aynı şehirde ve aynı yılda başlamıştık.

El Hizjra Vakfı, 1987 yılında bir grup Faslı tarafından Amsterdam’da kuruldu. Şehrin merkezinde, Singel’da mütevazi bir kitabevi olarak uzun yıllar faaliyet gösterdi. El Hizjra Vakfı’nın, o yıllardan itibaren düzenlediği “El Hizjra Edebiyat Ödülü” başlıklı bir etkinliği bulunuyor. Ödüller, her yıl “Arap Edebiyatı Akşamı” etkinliğinde açıklanır. Bu ödüller sayesinde, onlarca Fas kökenli genç yazarlık hayatına adım atar. Diğer etnik kökenli gençler de yarışmaya katılabiliyorlar.

Günümüzde, söz konusu “El Hizjra Edebiyat Ödülü” etkinliğinden ödül alıp, Hollanda gazetelerinde köşe yazan, Fas kökenli yazarları görmek mümkündür. Sadece gazetelerde mi? Elbette hayır. Diğer bir çok alanda, varlıkları, söz konusudur.

Üç dört yıl önce, bu Vakfın “Arap Edebiyatı Akşamı” programına katılmış, kültür pazarı bölümünde yayınladığımız Hollandaca kitapları sergilemiştik. O zaman da, etkinlikten, etkilenerek, “Neden Türklerin böyle, Hollandalı entelektüel ve kültür çevrelerinin de katıldığı organizasyonları yok?” diyerek sitem eden bir yazı yazmıştım.


Şimdi davetiyeyi alınca, yine aynı duygu ve düşünceler geldi aklıma. Diğer etnik topluluklara göre, Hollanda’da en organizeli topluluğuz. Dernek, vakıf, cami, federasyon sayımız binleri buluyor. Ancak, kültürel ve kurumsal hafızayı canlı tutan, yeni nesillere taşıyan, literatüre aktaran, arşiv, dokümantasyon, kütüphane gibi çalışmalar yapan kaç kuruluşumuz var? Olanları da kendi ellerimizle yıpratıp, bezdirip, beğenmeyip, dışlayıp, bir kenara atıyoruz.

Uzun yıllar, kültür ve sanat alanında faaliyet gösteren bir KULSAN Vakfı vardı. Hâlâ var. Ancak, o geçmiş yıllardaki gibi, tüm Hollanda tiyatro ve konser salonlarını dolduran, hem de yarıdan fazlası Hollandalılardan oluşan, tıpkı Faslıların organize ettiği “Arap Edebiyatı Akşamı” gibi, kültür etkinlikleri şimdi nerede?
Türkiye’nin, her bölgesinden, her renk ve inançtan sanatçıların davet edildiği konserler esnasında, KULSAN hakkında, neler konuşuldu neler. Eee, şimdi KULSAN yok, bu tür organizasyonları, sürdürebilir olarak, yapan da yok.
Kim kaybetti? Cevabını siz bulun…

Sadece, KULSAN’la sınırlı mı hazmedilemeyenler. Hayır. Otuz yıldır, iki bine yakın ulusal ve uluslararası etkinliğe imza atmış Amsterdam Türkevi hakkında da zaman zaman üflenmeye çalışılan olumsuz hava, bir başka mesele.
Hollanda Türk Müzesi’nin yaşadıkları ve verilen sözler ve yapılmayanlar, bir başka mesele. Daha nice örnekler verilebilir elbette. Önemli olan ve yapılması gereken, elli sekiz yıllık göç tecrübemizin tespit edilmesi ve kurumsal hafıza olarak ortaya konulmasıdır. Bu mesele, toplum önünde olan ve görünen, düşünen ve akli selim için, en önemli tarihsel bir görevdir.

Yeni bir yaz sezonunun sonuna geldik. Korona salgını öncesinde olduğu gibi, bu yıl da, Kovid-19 etkisiyle anayurtlarına gelemeyen Avrupa Türkleri, haziran ayından itibaren, akın akın Türkiye’ye geldiler. Yaz tatilinde, sadece kara yoluyla Türkiye’ye gelenlerin sayısı 2 milyon 200 bin kişiye ulaşmış. Bu insanların, önemli bir bölümü ağustos ayından itibaren geri dönerken, bir bölümü de bu günlerden sonra, yaşadıkları ülkelere geri dönmeye devam edecekler.


Bilindiği üzere, kara yoluyla geri dönüş yapan Avrupa Türkleri, Kapıkule başta olmak üzere, Hamzabeyli, Pazarkule, İpsala ve Dereköy gümrüklerinden geçiş yapmaktalar. Geri dönüş yaparken, gümrüklerdeki yoğunluğu ve uzayan kuyrukları, doğal afet, yani şiddetli yağmurun yol açtığı olumsuzlukları bir tarafa bırakmamız gerekir. Bunlar her yıl karşılaşılan manzaralar. Yoğunluğa, komşu ülke insanlarının alış veriş yapmak için hafta sonu Türkiye’ye giriş çıkış yaptıklarını da göz önüne alırsak, gümrüklerde uzayan kuyruklar bir nebze olsun anlaşılabilir.  

Kara yoluyla çıkış yapan vatandaşlarımızın, sosyal medya hesaplarından paylaştıkları tecrübelerine bakınca, bu yıl, öncelikle İpsala gümrüğünden şikayetlerin yüksek olduğu görülmektedir. Türkiye çıkışında, vatandaşlarımıza yöneltilen soruların insanı çileden çıkarması bir yana, gümrüğün alt yapısının insanların ihtiyaçlarına cevap veremediği belirtilmektedir. Yine, İpsala gümrüğü ile ilgili öne çıkan bir konu ise, vatandaşlarımızın tatil süresince yedikleri trafik cezalarının ödenmesi konusu. Trafik cezalarının mutlaka kredi kartı ya da Türk parası ile ödenmesi şartı, vatandaşlarımızı çileden çıkardı.

Bir vatandaşımız şunları yazmış: “Arabamla, bir aylığına geldiğim tatilde, bir haftalığına otobüsle Doğu Karadeniz turuna katıldım. Tur programında, bir günlük Batum da vardı. Batum’a giriş çıkış yaptığım için, İpsala gümrüğünde benden 26 bin TL ceza istediler. Sebep, üzerimdeki arabayı Türkiye’de bırakıp, yabancı bir ülkeye giriş çıkış yapmam… Bir başka vatandaşımız, aynı şekilde Kıbrıs’a girmiş çıkmış. 150 bin TL ceza ödemiş…”.

Bu ve benzeri örnekleri yani vatandaşlarımızın maruz kaldıkları olayları elbette çoğaltabiliriz. Mesele şikayet etmekten ibaret olmamalı tabii ki…
Mesele, onlarca yıl, her yaz tatilinde yaşananlardan hareketle, sürdürülebilir çözüm üretmek olmalı. Bu çerçevede, Avrupa Türkleri sıla yolunda karşılaştıkları sorunların daha aza indirilmesi amacıyla, bir takım girişimlerde bulunuyorlar. Özellikle sosyal medya üzerinden bilgi, tecrübe, yardım, tavsiye sunan grupların yanı sıra, ‘Adım adım sıla yolu – Türkiye’ yazı dizisi, bunlardan bir tanesi.

Ancak, gerek yukarıda dile getirilen sorunlar ve yaşananlar, gerek Avrupa Türklerinin sıla yolunda geçmek durumunda oldukları ülkelerin gümrükleri, ve gerekse Türkiye’de bazı grupların kullandıkları ötekileştirme dili, Ankara’nın, bir an önce “Sıla Yolu Politikası”, ya da “Avrupa Türkleri Politikası” geliştirmesini kaçınılmaz kılıyor. Ankara, uzun vadede, sürdürülebilir bir politika geliştirerek, her yıl yaz aylarında, üç milyona yakın Avrupa Türkünün daha rahat bir şekilde sıla yolculuğunu yapmasını sağlamalı.
Bu politika, Bulgaristan/Sırbistan sınırında Avrupa Türklerine, takdire şayan, çay, kahve, su, kek ikramı yapan Kızılay hizmetini kat kat aşmalıdır.

“Sıla Yolu Politikası”, ya da “Avrupa Türkleri Politikası” geliştirilmesi, sadece Ankara’daki karar vericilerle sınırlı olmamalı. Avrupa’daki Türk sivil toplum kuruluşları, bu yönde programlar yapmalı. Konferanslar, çalıştaylar organize etmeli. Avrupa Türk medyası konuyu günlerce ele almalı, tartışmalı. Akademisyenler, araştırmacılar onlarca makale yazarak, oluşturulacak politikanın zihinsel zeminini hazırlamalı ve karar vericileri beslemeli. Türkiye’deki Avrupa Türkleri, Yurt dışı Türklerle ilgili faaliyet gösteren resmi ve sivil kuruluşlarla işbirliği yapılmalı ve ortak bir tavır ve akıl oluşturulmalı. Uzun vadeli hedef, Türkiye ile Avrupalı Türkler arasında sağlıklı, güvenli, konforlu ve huzurlu, daha az bürokrasinin olduğu bir ‘Türkiye Avrupa sıla yolu koridoru’ olmalı. Bu uzun koridor, eski ipek yolu misali, geçilen her ülkeye, her kente fayda sağlamalı. Yeni ve alternatif Türkiye Avrupa ulaşım yolları keşfedilmeli. İşte, bu sebeplerden dolayı, Ankara  mutlaka bir “Sıla Yolu Politikası” geliştirmeli.

 

Hollanda’nın Ter Apel köyü, aylardır gündemden düşmüyor. Ülkeye gelen mülteciler, ilk olarak Ter Apel’de bulunan Sığınma Merkezi’ne başvururlar. Sonra kendilerine gösterilen şehirlere dağılırlar. İşte, aylardır bir yoğunluğun yaşandığı bu Mülteciler Merkezi’nde, geçen hafta üç aylık bir bebek öldü. Ölüm sebebi belli değil. Bebeğin kimliği ve milliyeti hakkında bilgi verilmiyor. Ancak, bu merkeze müracaat edenlerin çoğunluğunun Suriyeli mülteciler olduğu bilinmekte.


Üç aylık bebeğin ölüm haberi, Hollanda gündemini ciddi bir şekilde sarstı. Örneğin, Hollanda Başbakanı Mark Rutte, Ter Apel’de yaşananlardan utandığını belirtti. Adalet ve Güvenlikten sorumlu Devlet Sekreteri Eric van der Burg da, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, Ter Apel’deki yaşananlardan büyük üzüntü duyduğunu, vefat eden bebeğin ailesine başsağlığı diledikten sonra kamp çalışanları ile birlikte iyi dileklerini bildirdi. Muhalefet partilerinden Yeşil Sol Partisi milletvekili Suzanne Kröger, hükümetin mültecilere ayrılan bütçede 128 milyon Euro kısıtlamaya gittiğini, önlem alınmadığını ve sonuç olarak, hamile kadınların, çocukların ve kronik hastalığı olanların kaderlerine terk edildiğini belirtti. 

Elbette, çarşambanın gelişi salıdan belliydi. Çünkü, mültecilerin geçici olarak barınması için kullanılan Ter Apel köyündeki Mülteci Merkezi’nin spor salonu olağanüstü yoğundu. Yeterli yatak yoktu. Yüzlerce mülteci, spor salonunun dışında, ıslak zeminde uyumaktaydı. Kızıl Haç, salonun dışına çadır kurdu, ancak polisler çadırları kaldırdı. Çadır olmamasına rağmen, dışarıda 700 kişi sabahlıyordu. Belediyeler ise mültecileri kabul etmekte isteksiz davranıyorlardı.

Hükümet, mültecilere yer bulmakta zorlanıyordu. Hatta, hükümetin Albergen köyünde Hollanda Sığınmacı Kabul Merkezi Kurumu (COA) için satın aldığı ve 300 mültecinin yerleşeceği otel için, bölge halkı “istemiyoruz” diyerek protestolarda bulunmuştu. Oysa aynı Hollandalılar, Ukraynalı mültecileri, bırakın otellerde barındırmayı, evlerine misafir etmek için sıraya girmişlerdi.

Kamp alanındaki kriz biliniyordu. Sağlık ve Gençlik Bakım Müfettişliği’nden bir ekip Ter Apel’e gitmiş ve incelemelerde bulunmuştu. Ekibin raporu zehir zemberekti. Buna göre, kamp rezil, sefil, bakımsız, yetersizdi. Merkezde, “hijyen eksikliğinin bir sonucu olarak ciddi bir bulaşıcı hastalık salgın riski” olduğu açıklanmıştı. İlginçtir, mülteci uzmanları ve savunucuları da Ter Apel’deki durumu, Avrupa’ya giden sığınmacıların ilk varış noktası Yunanistan ve İtalya’daki kamplara benzeterek, Merkez’in aşırı yoğun olduğunu belirtmişlerdi.

Hükümet ve sorumlular, Ter Apel’deki mülteci kampı krizi karşısında şaşkın ve ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Hatta, Sınır Tanımayan Doktorların Hollanda Şubesi bile olanlara isyan ederek, Tep Apel’e yardıma koştu. Kuruluşundan bu yana, ilk defa Hollanda içinde sağlık müdahalesinde bulunan bu kurum, Ter Apel’da 44 kişiye yardım etmek durumunda kaldı.  

Ter Apel krizinin çözülmesi için Doetinchem kasabasında açılan mülteci kampına 225 kişi yerleştirildi. 400 mülteci ise, Ter Apel’dan otobüslerle farklı yerlere taşındı. Ancak, bir gün sonra, bu mültecilerin bir bölümü tekrar Ter Apel’a geri geldiler. Ama, alınan tedbirler sonucunda, spor salonu dışında sabahlayan mültecilerin sayısı, 700’den 250’e düştü.

Ter Apel krizi, önümüzdeki günlerde, ülkede faaliyet gösteren farklı çıkar grupları tarafından organize edilecek gösterilerle gündemdeki yerini koruyacak. Krizin çözümü için kamuoyu oluşturulacak.

Ter apel krizinde, Hollanda Türkleri de, bir çok krizde olduğu gibi, yardıma koştular. Hollanda Hasene Derneği, IGMG, Güney ve Kuzey Hollanda bölgeleri, Ter Apel’deki mültecilere yardım kampanyası başlattı. Sivil girişimlerde görülen bu hareketliliğin, karar vericilerde de olmasını diler, mülteci yönetiminde başarısız olan Hollanda hükümetinin doğru ve sürdürülebilir kararlar almasını dileriz.
Umarız, bu ulusal krizden bir an önce çıkılır ve bir daha kamplarda üç aylık bebekler ölmez.

 
 
Almanya Başbakanı Olaf Scholz (solda), resmi temaslarda bulunmak üzere geldiği Birleşik Arap Emirlikleri'nin (BAE) başkenti Abu Dabi'de, BAE Çevre ve İklim Değişikliği Bakanı Mariam bint Mohammed Saeed Almeheiri (sağda) tarafından karşılandı.
 
 

Türk-Alman İlişkileri alanında ortaya koyduğu eserlerle karanlıkta kalan kültürel belgeleri günümüz insanlığıyla paylaşan Dr. Latif Çelik bu günlerde sürgün Almanların Türkiye’de doğan çocuklarıyla Türk ve Alman medyasında tekrar gündeme geldi. Dr. Çelik, “Tarih insanlığın ortak malıdır. Ama önce bilmek ve anlamak gerek” diyor...


TÜRK Tarih Kurumu ile birlikte Münih’in tarihi sarayalarından Alte Rathaus salonlarındaki kalabalık bir tarih meraklısı ile tarihi şahsiyetleri buluşturan Dr. Çelik, ortak tarihe katkı yapmanın bir bilim insanı olarak kendini rahatlattığını söylüyor. Yoğun iş temposu arasında IKG- Kültür, Tarih ve Entegrasyon Araştırmaları Enstitüsü’ndeki binlerce tarih kitabı arasında bulduğumuz Latif Çelik ile hem çalışmaları, hem de Türklerin ve Almanların tarih algıları hakkında konuştuk. Dışarıdan O’na yorgun tarihçi dense de, önümüze serdiği belgelerden ve çalışmalarından hiç de yorulmadığını fark ederek merhaba dedik…


* Entegrasyona inanıyor musunuz?
Tabii ki inanıyorum, insanların uyum içinde yaşaması öncelikle kendi kültürel dinginlikleridir. Dünyanın neresinde yaşarsanız yaşayın beraber olduğunuz toplumda sivri ve çoğunluğun özellikleri ile çatışan yanlarınızla gündeme gelmektense, toplumun önemli bir kesimini ilgilendirecek güzellikleri ortaya koyabilmek çok daha önemlidir.
* Pekiyi Almanya Türkeri’nin böyle bir şansı var mıdır sizce?
Neden yok ki diye size sorayım ama, birbirimize tahterevalli soruları sormadan devam edelim. Herkes kendi işini en iyi şekilde yaparsa değerini anlayanlar mutlaka çıkacaktır. Türk olsun, Alman olsun önemli değil, işini en iyi yapanlar bir şekilde zaten öne çıkacaklar ve fark edileceklerdir.
* Sizce Almanya Türkleri’nin genç nesli üretici mi?
Elbette, bizdeki bakış açısı biraz hasta. Herkesten aynı ölçüde başarı bekliyoruz. Bu olmaz ve yanlış bir beklentidir. Almanya’nın geleceğinde göçmenlere mutlaka yer var. Hayatın her sahasında göçmen kökenliler var. Biliyorum, “Ama” diyerek soru sormayın lütfen, elbette zorluklar var. Almanya’da Alman’ın zorluğu var, elbette Türklerin de olacak. Hayat kolay değil, ama bizimkilerin bilgi ve kalitesi arttıkça kendilerine olan güveni de artacak ve inanın sorunları da minimize olacaktır.

 


TARİH DERS ALINSIN DİYE VARDIR
* Geçen ay organize ettiğiniz Türk-Alman Tarih Çalıştayı hâlâ konuşuluyor. Neden ihtiyaç duydunuz buna, sonuçta 90 yıl önceki konular. Bilinmesi çok mu önemli?
Öyle değil işte, bir söz vardır, “Tarih ders alınsın diye vardır” diye. Ben de biraz mütevazı olarak “Ders alınmasa bile bilinmesinde fayda vardır” diyorum.
* Bu neslin ne kadar dikkatini çekiyor ki bu yaptıklarınız?
Bence çok yüzeysel yaklaşıyorsunuz. İnsanlara ne sunarsan sun, ama orijinal olsun ve sunucular yürekten konuşsunlar. İşinin uzmanı ve geleceği hayal edenler olsun. O zaman mutlaka sizin çalışmalarınız daha iyi anlaşılacaktır.
* Tarih çalışmalarınıza Türkiye’de ilgi duyanlar var mı?
Elbette, bilimsel anlamda konunun uzmanı ve alanında yetkin akademisyenler çok daha çabuk anlıyorlar bir çalışmanın değerini. Bu da insanı çok memnun ediyor.

 


CEM SULTAN’IN İZLERİNE RASTLADIM
*Bürokrasi ile aranız nasıl?
Benim işim bürokrasiyle değil, kültür tarihçiler dünyasıyla, veya tarihi önemseyenler bilim insanları ile beraberim. 80 civarındaki Türk ve Alman tarihçi arkadaşım ile sürekli iletişim halindeyim. Şu an 2023 ve 2024 yıllarında neler yapabileceğimizi konuşuyoruz. Bazen yollarda, fırsat olduğunda enstitüdeki odamda veya Frankfurt National Bibliothek’teyim (Frankfurt Milli Kütüphanesi). Tarihin bir dönemine mercek tutarken sürekli yeni bilgilere de ulaşıyorsun. Mesela bu şehrin arşivlerinde Cem Sultan’ın izlerine rastladım. Ayrı bir konu tabii, ama heyecan verici bir bilgiydi benim için.
* 90 yıl önce Türkiye’ye gelen Alman akademisyenlerin bu kadar ilgi görmesinin nedeni nedir?
Mutlaka akademisyen camiada bu konu kısıtlı da olsa biliniyor ama, detaylı olarak bilinmesi için Türk-Alman bilim tarihine dikkat çekmek istedim. Aslında konuyu Alman toplumuna da sunmak istedik. İki milletin ortak tarihinin gündem olması her iki taraf için önemlidir.
* Belki provokatif olacak ama, Almanlar da bu konuya ilgi duyuyor mu?
Elbette, Bavyera İçişleri Bakanı himayesinde düzenledik. Her konuyu herkes bilmeyebilir veya ilgisini çekmeyebilir. Ancak Münih Türk-Alman Tarih Çalıştayı sonrası en az Türkler kadar Almanlar’dan da teşekkür aldık. “İki milletin ortak tarihinin bu kadar iç içe olduğundan haberdar değildim” diyenler oldu. İnsanlara doğru ve orijinal bilgi vermek çok önemlidir.

 


* Türk Tarih Kurumu da sizinle aynı mı düşünüyor?
Elbette çok iyi. Kurum adına konuşmam doğru olmaz, ama bu konuda bir teklif yaptığımda kurum başkanı ve uzman arkadaşlar bir müddet sonra olumlu dönüş sağladıklarında tabii ki motive oluyor insan. Sonuçta Atatürk’ün tarihe verdiği önemin gerçekleşmiş halidir bu kurum. Son derece önemli ve alanında çok önemli insanlar var orada.
* Almanya’da yaşayan bir tarihçi olarak neyi amaçlıyorsunuz diye direk bir soru sorsam?
İki ülke arasında çok yönlü ilişkiler var. Bunların daha da artacağına inanıyorum. Ancak fizikçisinden müzikçisine, ekonomistinden siyasetçisine kendi alanlarında bilimsel katkı sunmaya devam ederlerse bizden sonraki araştırmacılar ile insanlığa katkı sunmuş olurlar.
* Örnek verebilir misiniz?
Biz son Münih Tarih Çalıştayı ile erken cumhuriyet döneminin son şahitlerini sahneye çıkararak sadece iki milletin ortak tarihine değil, 30’lu yılların Türkiyesi’nin bilim insanlarına verdiği değeri gündeme taşıdık. Tarihçilerin yazılı notları dışında, dönemi yaşayan insanların çocuklarına anlattırdık. Atatürk’ün bilim insanlarına olan saygısını, Türkiye’nin bu insanlara verdiği değeri, onların çocuklarının ağzından gündem olmasını sağladık.

 


HAYALLERİNİ TÜRKİYE YÖNÜNDE KULLANDI
* Bir yerde bizim tarihimiz gündeme geldi?
Sadece tarihimiz değil, Almanya’nın döneme ait bilgileri de gündeme geldi. Bize sığınanlar ne için geldi, bunları da konuştuk. Tarihi bir sarayda modern Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl doğduğunu konuştuk orada. Atatürk’ün muasır medeniyetler hedefinin ne olduğunu tarihin şahitlerinden dinledik. Bütün bu bilgilerin sonunda Türk insanı kendi ülkesinin değerini daha iyi anladı, 10 yılda cumhuriyetin başını dik tutabilmesinin önemini de değişik perspektiften fark etmişlerdir diye düşünüyorum.
* Özellikle Elisabeth Weber-Belling’in kızının duygusal konuşması önemliydi. Ben bir Kadıköylü’yüm, İstanbul kızıyım ve sizi çok seviyorum demesinden heyecanlandım?
Bu Alman nesli Türkiye’ye çok samimi duygular ile bağlı. Prof. Rudolf Belling Amerika’ya gitmek üzereyken tercihini Atatürk’ün ricası ile “Hayallerini Türkiye” yönünde kullanan insandır. İki yıl için geldiği ülkemizde 35 yıl kaldı.
* Bir diğer Alman’ın ismi ise Türkçe idi. Bu arkadaşın ismi gerçekten kimliğinde de Türkçe mi?
Evet, kimlik ve pasaportunda Enver Tandoğan Hirsch. Enver, Enver Paşa’nın ismi, Tandoğan ise dönemin Ankara Valisi. Geri döndükten sonra ‘bu ismi değiştir’ diyen Alman yetkililere ‘Hayır bu isimle ölmek istiyorum’ şeklinde cevap verir.

 


ATATÜRK’ÜN YAKIN DOSTUYDU
* Holzmeister konusunda konuşan arkadaş da güzel bilgiler aktardı?
Evet Clemens Hozmeister ikinci Meclis’in projesini çizen mühendistir. Zaten Meclis öncesi çok sayıda bakanlık ve resmi kurum binalarının projesini çizen mimardır Clemens Holzmeister. Atatürk’ün yakın dostlarıdır bu bilim insanları aynı zamanda. Türkiye’deki sürgün Alman bilim insanları tabii ki sadece bu kadar değil. Bu insanların sayısı 1942 yılına gelindiğinde 700’ü aşıyor. Birçoğu alanında dünyanın en saygın bilim insanlarıdır.
* Davet ettiğiniz isimlerin hepsi gelemedi sanıyorum?
Ernst Reuter’in oğlu Edzard uzun bir seyahatteydi. Kendisi, uzun yıllar Türkiye’nin Almanya’daki en önemli dostu olarak bilinmiştir. Ernst Reuter Türk ve Alman Dışişleri Bakanları’nın saygı gösterdiği önemli bir isimdir. ERG- Ernst Reuter Girişimi adlı proje sanırım hâlâ yürürlüktedir.
* Tarihin bu dönemini çok iyi takip ettiğiniz fark ediliyor?
Uzun yıllardan bu yana Federal Almanya arşivleri ve bu ailelerin günümüze kadar gelen nesilleriyle sürekli iletişim halindeyim. Aile arşivleri ve babalarının hatıra ve günlüklerini takip ediyorum. Türkçe ve Almaca olarak her iki ülkede yayınlanan yazılı belgeler ile çocuklarının döneme ait canlı söylemlerini kayda almaya çalışıyorum. Hem sürekli ben de yeni şeyler öğreniyor ve yaşanmış tarihin güzelliklerini tarih severlere daha derli toplu olarak sunmaya çalışıyorum.
* Hâlâ neyi öğreniyorsunuz?
Bu insanların babaları modern Türkiye’nin kalkınma hamlesine destek verip şekillendiren insanlardır. Düşünün Ankara’daki tüm bakanlık binalarının projelerini çizen mimarın torunu, İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi’ni kuran profesörün kızı ve Ankara Hukuk Fakültesi’ni kuran hocanın oğlu karşınızda ve hâlâ unutmadıkları Türkiye hatıraları ile ilgili konuşuyorlar. Bu heyecanı anlatabilmem mümkün değil.

 


TARİHİ HERKES SEVER AMA...
* Sanıyorum en büyük heyecan sizde oluşmuş?
Ben bu insanları dinlerken kendi ülkemin de tarihini öğreniyor ve heyecan duyuyorum. Yıl 1932 ve 25 bin nüfuslu küçük bir bozkır kasabası geleceğin modern Türkiyesi’nin seçilmiş bir başkenti olma yönünde ilerliyor. Dönemin Avrupası’nın önde gelen bilim insanları Atatürk’e inanıp, onun daveti ile Türkiye’ye gelerek çalışmaya başlıyorlar. O dönemi Alman şahitlerden dinlerken Türkiye’nin yakın tarihindeki bilimsel çalışmaları da fark etmiş oluyorsun. Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluş yıllarıyla ilgili bilgileri çok değişik bir kanaldan öğrenmek önemlidir. Mesela ilk liman ve gümrük kanunlarımızı, ilk iktisat ve pazar kurallarımızı karşımda konuşan insanların babaları veya dedeleri yazıyor. Hatta, o insanların 30’lu yıllarda yazdığı ders kitapları ile eğitim gören yüzlerce vali ve kaymakamı Türkiye bürokrasisine kazandırıyoruz.
* “Tarihi tarihçiden dinlemek bu mudur acep” demek geliyor içimden?
Doğru olan da budur, tarihi herkes sever ama, bilmek ayrı bir şey. Çok sayıda samimi tarih meraklısının olduğunu, ve sayılarının giderek arttığını görmek ise ayrı bir mutluluk.
* Almanya tarafından ilgi var mı?
Hem de nasıl, Alman Bakan Joachim Herrmann 3 sayfalık bir mektup ile teşekkür etti. Türk-Alman İlişkileri alanında yazdığım kitaplar ve Münih’te düzenlenen Türk-Alman Tarih Çalıştayı’nın ikili ilişkiler ve Almanya’daki ortak tarih bilincimizin artmasına sağladığı katkıyı samimi cümleler ile ortaya koyarak teşekkür etti. Araştırmalarımızın ortak bilim tarihimiz ile bu günkü dostluğumuza önemli katkılar sağladığını belirten uzun bir mektup gönderdi. Bütün bunları yan yana koyunca Türk-Alman tarihi alanında güzel şeyler yaptığımıza inanıyorum.
* Çok teşekkür ediyoruz.
Sesimizin kitlelere ulaşmasına katkı sağladınız, esas biz teşekkür ediyoruz.

 

 

İngiltere’de yeni başbakanın önü ne enerji dosyası koyuldu. Alman Başbakan Scholz aylardır işin içinden çıkamıyor. Macron eski kolonisinin gönlünü almak için geldiği Cezayir’de Türkleri suçlayarak rahatlıyor. Avrupa’nın büyük ülkelerinde kafalar çok karışık. Liz Truss ile Olaf Scholz, telefon görüşmesinde, enerji alanında karşılaşılan zorlukları ele aldı, enerjide bağımsızlığının önemini vurguladılar. Yani ucuz enerjinin bizi bağımlı hale getirdiğini yeni anladık diye birbirlerini teselli ettiler. Bundan sonra birlikte şunu yapalım da diyemeden, “telefon görüşmelerimiz devam etsin ve zaman zaman birbirimizin dertlerini palaşalım lütfen” dercesine vedalaştılar.

 

Avrupa’nın Sanayi ülkeleri sadece küçük ülkelerin değil, önüne gelen her ülkenin kaynaklarından faydalandılar. Çünkü kapitalizmin manifestosu daha çok kazanmak için daha çok enerji istiyordu. Bunu başarıp ülkesindeki zenginlerin eksiğini yerine getirebilen siyasetçiler başarılı olarak görüldü ve ülkesinde omuzlarda yer buldu. Ancak Okyanus’un öte yakasındaki büyük abi  bir de baktı ki, Avrupa ile Rusya yakınlaştıkça hem kendi önemi azalıyor, hem de kendisine ihtiyaç kalmıyordu. Avrupa’da iktidara gelen eksiksiz tüm partilerin Amerikan güdümüne girmesinden de anlıyoruz ki, Washington düdüğü çalınca eksiksiz hepsi sıraya girmeye demekki mecburlarmış.

 

Rusya ile ABD’nin yarışı var. Ancak bunu Rusya ile Avrupa’nın yarışı haline getirdi yıllardır. ABD arka bahçesi, hemşerisi ve akrabası olarak gördüğü Avrupa’yı İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler ve Stalin diktatörlerinden kurtardı ama, kendisine modern köle yapmayı tam olarak başaramadı. Kapitalizmin her şartı malesef (!) yerine gelmiyor. Hatırlarmısınız nisan ayında Almanya’ya enerjiyi biz veririz diyen Amerikalılar bunu çabuk unutturdular. Kapitalistlerin iyi yalan söyleyip herkesi inandırdıkları meşhurdur. Şu kadarını bilelimki, Rus Gazı‘nın yerine koyulacak her enerji bize daha çok maliyet getirecektir. Bunu karşılamak için daha çok vergi istenecektir bizden.

 

Söz emperyalizmden açıldı, emperyalist babalar menfaatlerini bölüşmez, ortak kabul etmez ve emirleri yerine getirmeyenleri sevmezler. Türkiye ’ye karşı uygulanan isimsiz ambargolar, adı konulmamış dışlama ve siyasi baskılar bunun içindir. Yani, modern emperyalizm Türkiye’yi test ediyor...