Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

1993 yılına kadar 29 Mayıs birçok kişi gibi benim için de İstanbul’un Fetih günü idi. Fakat Solingen’deki o korkunç geceden sonra hiçbir 29 Mayıs’ta eskiden yaşadığım coşkuyu bulamadım.

O zamanlar hem İntertürk gazetesini çıkarıyor hem de TRT’nin o zamanki dış yayını olan TRT-İNT ile birlikte çalışıyordum. Her ayın birkaç günü Türkiye’den gelen ekiplerle çekimler, röportajlar ve stüdyo programları yapmaktaydık. 28 Mayıs’taki çekimlerimizi yapmış ertesi günkü çalışmalarımızı da programlamıştık. Fakat sabah aldığım haber başıma kaynar suların dökülmesine yol açmıştı. Ekibi düşündüğümüzden daha erken alarak hemen Solingen’e hareket etmeliydik. Ancak idari bir problem vardı. TRT-İNT ekibi Haber Merkezi’ne bağlı olmadığı için gitmeleri mümkün değildi. Ankara ile telefon irtibatları kuruldu, ancak Ankara olayın vehametinin pek farkında değildi. Her gün terör nedeniyle ölüm haberleri vermeye alışmış olanlar için, Almanya’da öldürülen beş kişi adeta vaka-ı adiyedendi. Türkiye’den gelen arkadaşların bir anlamda elleri kolları bağlıydı. Ben, biraz ev sahibi olmanın avantajını da kullanarak, ekibi adeta zorla alıp Solingen’e doğru yola çıktım.

Solingen Köln’e yarım saat mesafede, bıçaklarıyla ünlü ve Nazi geçmişi ile bilinen bir kenttir. Solingen’e girerken ortalık ana baba günü olmaya başlamıştı. Türkiye’den gelen arkadaşlar olayın ciddiyetini Japon televizyonundan Kanada televizyonuna kadar bir sürü televizyonun canlı yayın araçlarıyla kente dolduklarını görünce daha net anlayabildiler. Protestocu Türkler ve bilhassa otonom grupların sayısı hızla çoğalırken polis tedbir almakta güçlük çekiyor, başta DİTİB olmak üzere Türk kurumlarla birlikte kitlenin mümkün olduğunca sakin kalmasına çalışıyordu. DİTİB görevlilerin yapabildikleri de sık sık kitlenin oturmasını sağlamak için dua ettirmek oluyordu. Alman otonom grupları fırsatı değerlendirerek hadise çıkarmaya gayret ederken, Türklerin tüm infiallerine rağmen onlara fazla uymadıkları görülmekteydi.

Binadan hala dumanlar çıkmaktaydı. Polis çevreyi güvenlik altına almak istiyor fakat yetersiz kalıyordu. Medyayı yönlendirmek, bilgilendirmek için de bir planının programının bulunmadığı görülmekteydi. Değişik şehirlerden Türk gazeteci arkadaşlar da gelmeye başlamışlardı. O dönemde TRT-İNT dışındaki televizyonlar henüz kurumsallaşmamıştı. Biz ekip olarak TRT olmanın avantajını kullanarak hem olay mahallinde hem yaralıların yattığı hastanede çekimler yapmış, bu arada hastanede Federal İçişleri Bakanı ve bazı eyalet yetkilileriyle röportajlar gerçekleştirmiştik.

Genç ailesinin halini ve hastanedeki yaralıların durumunu görmek hepimizi büyük bir üzüntüye sokmuştu. Bir yandan görevimizi yapmak zorundaydık ama diğer taraftan bizi de ruhen etkileyen feci bir hadiseyle karşı karşıyaydık. Böyle zamanlarda vicdanınız sizi kolay kurtulamayacağınız bir açmaza sürükler. Soğukkanlılığınızı ne kadar kaybetmemeye gayret etseniz de insanlığınız ve masumların acısı ağır basar. O gün dikkatimi çeken önemli hususlardan birisi Genç ailesinin komşularının hemen hiç ortalıkta görülmeyişi idi; onu kitlelerden gelebilecek tepkilere ve korkuya bağlamıştık. Ama bu ilgisizlik Genç ailesiyle yıllarca komşuluk yapan Almanlarca sonraki yıllarda da sürdürüldü. Alman medyası daha önce Mölln katliamındaki tavrını sürdürüyor, hadisenin arkasında başka sebepler aramakla, manipülasyonla meşguldü. Solingen’de bazı mahalli yöneticiler samimi olarak bu katliamın kendileri için utanç verici olduğunu inanarak söylediler. Ancak bunların sayısı çok azdı. Solingenliler, -bunu üzülerek yazıyorum- büyük ölçüde mağdurların değil katillerin yanında durdular. Tüm Solingen, toplumlararası barış için bir Mevlide Ana’nın (Genç) gösterdiği gayreti gösteremediler. Kentin imajı dışında kaygıları ne yazık ki olmadı.

Katliamın ilk yıldönümünde belli etkinlikler düzenlenmişti. Bunlardan birisi de saat 10:00’da sirenlerin ve kilise çanlarının çalınması, vatandaşların da bir dakikalık saygı duruşu yapmalarıydı. Önceden yerel yönetim tarafından yeteri kadar duyuru yapılmıştı. Biz ekip olarak çekim yapmak için kentin en kalabalık yerlerinden otobüs duraklarının bulunduğu yere gitmiş, ilan edildiği gibi çanların çalındığında saygı duruşu yapan insanları çekmeyi planlamıştık; fakat o kalabalık içerisinde saygı duruşu yapan tek bir kişi bulamadık. Sorduğumuz kişiler, sorularımızı sözbirliği etmişçesine derin bir sessizlikle geçiştirdiler. Bu, beni daha da yaralamıştı. O an, olayın unutulmaması ve unutturulmaması için çaba gösterilmesi gerektiğine ve en azından benim unutmamam gerektiğine karar verdim. Katliam sabahı birçok kişi gibi benim de çekmiş olduğum yanmış evin bir fotoğrafı vardı, onu hep cebimde taşıyacaktım. Ve bu kararımı aksatmaksızın uyguladım. Alman tarafının unutturma yolundaki gayretlerini ve Türk tarafının her milli konuda olduğu gibi kayıtsızlığı yıllar geçtikçe ne yazık ki bu yoldaki endişelerin haklılığını gösterdi. Büyük ölçüde mahkemeleri de takip etmiştim; orada yaşananlar karamsarlığımı daha da arttırmıştı.

Günümüzde 27 Mayıs Solingen Katliamı’nı çok az kişi anıyor. Ucuz cezalarla kurtulan katiller gizli yeni kimlikleriyle aramızda dolaşmaktalar. Türk Toplumu olarak Solingen’den ders alamayışımızı daha sonra gelen başka katliamlara, NSU cinayetlerine, Hanau saldırılarına maruz kalarak ödedik. Bu tutum devam ettiği müddetçe daha çok kayıplar vereceğimizi aslında herkes biliyor. Çünkü artık istatistik değer haline gelen saldırılar sürekli artıyor. 1993’te bir avuç olduğu söylenen aşırı sağcı Türk düşmanlarının bugün Bundestag’da yüze yakın milletvekili var. Kaldı ki hemen bütün partilere sinmiş bir Türk düşmanlığı Almanya’yı karanlık bir geleceğe sürüklüyor.

Bu gibi hadiseleri hatırlamak hüzün veriyor, ancak unutmak daha büyük acıların davetçisidir.  

Kur’an-ı Kerim’in doğum ayı olan, mübarek ve muhteşem Ramazan’ın gelmesiyle tüm İslam aleminde olağanüstü heyecanlı bir haraketlilik yaşanıyor. Söz konusu heyecanın yansımasını, özellikle gün boyu tutulan oruçların, açılan iftar sofralarında görmekteyiz. Ramazan’la gelen heyecan ve hareketlilik elbette İslam ülkeleriyle sınırlı değil. Müslümanların yaşadıkları tüm dünyada kendini gösteriyor ve hissettiriyor.

 

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasında ve yaşadıkları ülkelerde de söz konusu hareketlilik ve hazırlıklar hakim. Bu hazırlıklar, Avrupa’daki zincir marketlerin oluşturdukları özel Ramazan köşeleri başta olmak üzere, bir çok kurum ve kuruluşun yayınladığı ‘Ramadan Mubarak, Ramadan Kareem’ ifadeleriyle belirgin bir hal alıyor. Ramazan, özellikle Müslümanların ve farklı kuruluşların organize ettikleri iftar programlarıyla da, Avrupa sosyolojisinin bir parçası haline gelmiş oluyor.   

Her Ramazan ayında, Avrupa Türkleri ve diğer Müslüman toplulukların, Avrupa’nın her köşesinde organize ettikleri ve saymakta zorlandığımız iftar programları bu yıl da yapılıyor. Bu yıl yapılan iftar organizasyonlarının bir çoğunda, Türkiye’mizde ve komşumuzda meydana gelen büyük depremin izlerinin görüldüğünü ifade etmemiz gerekiyor. Deprem bölgesindeki insanlarla dayanışma iftarlarının sayısı çığ gibi, maşallah.

 

Daha Ramazan ayının ilk haftasında yapılan bazı iftar programları, medyada ve özellikle sosyal medyada geniş yer aldı. Bunlardan birisi, İngiltere’de organize edilen görkemli iftar programıydı.  Başkent Londra'da bulunan ünlü Victoria ve Albert müzelerinde toplu iftar programları bir ilke imza attı. Sosyal medyaya yansıyan fotoğraf ve video görüntülerinde, tarihsel tabloların hemen altında kurulan mütevazi yer sofraları etrafında bağdaş kurarak oturup iftar saatini bekleyenler, okunan ezan, müze salonlarında kılınan toplu namaz yer almaktaydı. Yine İngiltere’nin Chelsea futbol takımının Stamford Bridge Stadında organize edilen iftar programı da sosyal medyaya yansıdı. 

 

Londra’da yaşayan, uluslararası ilişkiler uzmanı değerli dostum Emre Önal, söz konusu İngiltere iftarlarının ardından şu mesajı göndermiş: “Devlet diyor ki , bu ülke senin. Senden utanmıyorum. Seni öteki görmüyorum. Sana tepeden bakmıyorum. Bu ülke senin, Victoria, Albert Müzeleri senin v.b. Sen benim evladımsın ve benim için değerlisin”.

 

Diğer taraftan, Almanya’dan değerli gazeteci gönül insanı Doğan Tufan’ın yayınladığı haberde, Almanya’nın Pforzheim kentinde Weiherber ilk ve ortaokulunda iftar yemeği organizasyonu yapıldığını okuduk. Öğrenciler, öğretmenler ve aileleri hep birlikte ilk kez iftar programı düzenlemişler. Okul öğrencilerinden 14 yaşındaki Cenk Sekmenoğlu’nun okuduğu ezan huşu içinde dinlenirken, Türk aşçısı Serap Yumuk'un hazırladığı Türk yemekleriyle katılımcılar iftar açmışlar.

Depremzedelere prefabrik ev yaptırmak amacıyla Hollanda’nın Twente bölgesinde yaşayan Türklerin organize ettiği yardım iftarı, Karama Solidarity adı altında, Filistinli Müslümanlara yardım amacıyla Belçika’da organize edilen iftar programları başta olmak üzere, Avrupa’nın her köşesinde çok sayıda dayanışma iftar organizasyonlarını görüyoruz. 

 

Toplu organize edilen iftar programları yanı sıra, Ramazan boyunca bireysel olarak da bir çok özel etkinlik yapılıyor. Ramazan’ın ruhuna uygun olarak, çalıştıkları şirketlerde iftar ve Ramazanla ilgili program düzenleyenler, ödeme zorluğu çeken müşterilerine Ramazan süresince ücretsiz diş tedavisi hizmeti verenler, yazdıkları gazetelerde oruç ile ilgili yazanlar, iş arkadaşlarıyla dayanışma orucu tutanlar ve daha pek çok etkinlik sayılabilir bu çerçevede…

 

Tüm bu örneklerden hareketle, her ne kadar bazı aptal Avrupalılar sokak ortalarında Kur’an-ı Kerimi yaksalar ve yırtsalar da, İslam, her haliyle Avrupa’nın bir gerçeği ve parçası olmuştur. Ramazan ayında, iftar programlarında yaşanan heyecan ve hareketlilik bunun açıkça göstergesidir. Nefs-i emmaredeki insan tipi, sahip olmak-üretmek-tüketmek kaygısının tavan yaptığı bir Avrupa’nın geleceğinde, dayanışma, adalet, paylaşma ve merhamet değerleri, nefes aldırıcı bir rol oynayacaktır. Ramadan Mubarak, Ramadan Kareem ifadeleri bunun işareti olabilir…

 
 

Dünyada ilk felsefi roman olarak bilinen, ‘Hayy İbn Yaqzan’ kitabından hareketle, Hollandaca, “Ceylan’ın Oğlu” başlığı taşıyan yeni bir kitap yayınlandı. Kitap, filozof Sabine Wassenberg ve Kamel Essabane tarafından kaleme alınırken, içindeki çizimler ise, Karuna Wirjosemito’ya ait. Vrije Uitgever (yayınevi) yayınları arasında okuyucuya sunulan kitabın öncelikli hedef kitlesini, dokuz yaş ve üstü çocuklar oluşturuyor.

“Ceylan’ın Oğlu” adlı kitabın yayınlanmasıyla birlikte, medyada yazarlar ile çeşitli söyleşiler yayınlandı. Bu söyleşilerden hareketle, yazar ve yayıncı Ceylan Pektaş-Weber, Nieuw Wij magazininde, kitap ile ilgili bir eleştiri kaleme aldı.
Yeni yayınlanan kitabın içeriğine geçmeden önce kısaca, kitaba kaynak teşkil eden Hayy İbn Yaqzan ile, Endülüslü büyük İslam düşünürü ve yazarı İbn Tufayl’i tanıyalım.

Bu köşeyi takip edenlerin hatırlayacakları üzere, önceki yıllarda Ruhun Uyanışı yani Hayy İbn Yaqzan’ın hikayesi başlıklarıyla, söz konusu kitap üzerine çeşitli yorumlarım olmuştu. Zira, Hayy İbn Yaqzan ve İbn Tufaly ile tanışmam, üniversitenin birinci sınıfında, teorik pedagoji dersimize giren, Harrie Teunissen’in bana hediye olarak verdiği ve benim de okuyup, hakkında küçük bir tez yazdığım kitapla olmuştu. Sonraki yıllarda da kitap üzerine pek çok yazılarım yayınlandı.

Kitap, önce meşhur İslam filozofu İbn Sina’nın denemesi ve devamında Endülüs’lü İslam düşünürü İbn Tufayl’ın yayınladığı felsefi bir kitap çalışmasıdır. İslam düşüncesinin gelişme döneminde yayınlanan bu kitap, ilk defa on yedinci yüzyılda, Latinceden Hollandacaya tercüme edilmiştir. Tanınmış Hollanda düşünürü Spinoza’yı derinden etkileyen, hatta tercümesi kendi kitapları arasında yayınlanan bu kitap, 1985 yılında Arapça dili uzmanı Femke Kruk tarafından ikinci kez Hollandacaya tercüme edilerek yayınlanmıştır.

“Ceylan’ın Oğlu” kitabına geri dönelim.
Yeni yayınlanan bu kitapta, çocukların anlayacağı bir dil kullanılmıştır. Kitap, çizimlerle desteklenmiştir. Eserin kahramanı yani ceylanın oğlu Hayy’dır. Hayy, insanların olmadığı bir adada, kendisini sahiplenen anne bir ceylan tarafından büyütülmüştür.
Eser baştan sona, Hayy’ın insanların olmadığı bir adada edindiği tecrübeleri anlatıyor. Yazarlar ve ressam, Hayy’ın ıssız adada hayvanlar ve tabiatla kurduğu iletişimi, bir iç yolculuk olarak tanımlamaktalar.

Hayy, düşünmeye sorularla başlar. İlk sorusu, ‘Hiçbir insanın yaşamadığı bu adaya nasıl geldim?’ şeklindedir. Hayy, etrafındaki hayvanların üremesinden hareketle, kendisine benzeyen bir annesinin olduğunu düşünür. Ancak, adada kendisine benzeyen birisi yoktur. Annesi ormanda yaşayan ceylandır. Uzun uzun düşünür. Hayvanlar ve bitkiler arasındaki farkları düşünür. Anne ceylanın ölümüyle, sorduğu soruların içeriği de değişir. Sorular artık soyut bir özellik kazanır. Başı dönünceye kadar düşünür. Ve bir gün adadaki bataklıkta kaybolur. Bu esnada önce korkar sonra şükran ve bağlılık duygusu yaşar. Bir müddet sonra, hayatının anlamındaki sırra yaklaşarak, varoluştaki amacı görür.

Dokuz yaş ve üstü çocuklar için hazırlanan “Ceylan’ın Oğlu” kitabında, hikaye anlatma ve felsefe yapma metoduyla, çocukların hayal gücüne hitap edilerek, çocuklar evrensel yaşam soruları hakkında düşünmeye teşvik ediliyor. Ana hikaye, okuyucuyu, doğa ile sevgi dolu bir ilişki geliştiren Hayy’ın bilişsel, duygusal ve ruhsal gelişimine götürdüğü için, aynı zamanda pedagojik bir hikâyedir. Yazarlara göre kitap, insanların birbirileri hakkında önyargılara sahip olduğu, kutuplaşmanın kol gezdiği günümüz toplumlarında, okuru felsefe yapmaya, düşünmeye davet ediyor. Kitap, Hayy’ın deneyim ve düşüncelerini ortaya koyarak, özellikle çocukları bağımsız düşünmeye teşvik ediyor. 

Kitaptaki bölümler, İlk canlı nasıl ortaya çıktı?, İnsanlarla hayvanlar arasındaki fark nedir?, Doğadan neler öğrenebilirsin?, Evren sonlu mu, sonsuz mu?, Nasıl iyi bir insan olursun? sorularıyla bitiyor.
Kitap, her ne kadar çocuklar için önemli olsa da, yetişkinler için de bir o kadar hayati mesajlar taşıyor. Bu hayati mesajlar hiç şüphesiz,
“Kendinize güven duyun” ve “akletme” marifetinizi bir an önce keşfedin.

On yedi milyon insanın yaşadığı Hollanda’da, çiftçilerin sayısı on altı bin civarındadır. Ancak, çiftçiler Hollanda topraklarının yüzde ellisine sahipler. Çiftçiler bu topraklarda 100 milyon tavuk, 12 milyon domuz, 4 milyon inek ve 600 bin keçi besliyorlar. Bu hayvanların idrar ve gübresinden çıkan amonyak ve azot çevre ve iklim için zararlı görülüyor. Hükümet bunun önüne geçmek için hayvan sayısını yüzde 50 azaltmayı planlıyor. Bu konuda yoğun bir mücadele var.

Bayraklar ters asılmıştı
İşte Hollanda, çiftçilerle hükümet arasında aylardır devam eden böyle çetrefilli bir sorun ile seçimlere girdi. Hatırlanacağı üzere, çiftçiler aylardır hükümet merkezi Lahey, oto yolları ve vilayet binalarını traktörleriyle yer yer işgal etmişlerdi. Yine Hollanda’nın her yerinde, ana ve ara yollarda, tersine çevrilmiş  Hollanda bayrakları aylarca asılı kaldı.

Çiftçilerin seçim zaferi
15 mart çarşamba günü Hollanda’da yapılan İl Genel Meclisi seçimlerinin en büyük galibi, BBB (Çiftçi Vatandaş Hareketi) oldu. Öyle ki, parti başkanı bayan Caroline van der Plas bile kendilerine verilen oyların çokluğu karşısında şaşkına dönmüştü. Yol kenarlarında ters asılan bayraklar aslına uygun haline getirildi. İl Genel Meclisi seçimlerine ilk defa giren BBB tam bir zafer kazandı. İktidar partileri, başta CDA olmak üzere D’66 ve VVD oy kaybederken, sol partilerin oylarında artış oldu. Seçimlerin en büyük kaybedeni ise aşırı sağ partiler oldu.

Dört önemli tema
İl Genel Meclisi seçimlerine, ‘siyasete / bakanlara güvensizlik’,  ‘amonyak / azot tartışması’, ‘göç / mülteciler’ ve ‘iklim sorunu/politikaları’ damgasını vurdu. Liderler, seçimden bir gün önce, dışarıda 200 traktörün korna sesleri altında, bu konuları tartıştılar. 

Hükümete sarı kart
Seçimlerin galibi tereddütsüz Çiftçi Vatandaş Hareketi BBB, genelde Hıristiyan Demokratların hakim olduğu Zeeland ve Drenthe vilayetlerinde ezici çoğunluğu alırken, diğer vilayetlerin hepsinde birinci parti oldu. Bazı vilayetlerde her üç seçmenden birisi BBB’ye oy verdi. Özellikle Drenthe vilayeti seçmenleri, iktidar ortakları CDA, VVD, D66 ve CU ile hesaplaştı. BBB’ye oylar aşırı sağ parti seçmenleri olmak üzere iktidar partilerinden geldi. Seçmen genel anlamda, sağ ve sol liberal ağırlıklı 4’üncü Rutte hükümetine sarı kart gösterdi. CDA, seçim sonuçlarında uğradığı hezimeti parti içinde tartışmaya başladı.

Senato ve siyasette dengeler alt üst oldu
Akşam saat 21.00’de sona eren oy kullanımını takiben ilan edilmeye başlanan sonuçlara bakılarak, her saat başı, Senato’da meydana gelecek değişime vurgu yapıldı. İl Genel Meclisi üyelerinin 30 Mayıs’ta seçeceği Senato üyeleri, adeta şimdi seçilmiş gibiydi. Her ne kadar, 75 üyeli Senato üyeleri, İl Genel Meclisi üyeleri tarafından seçilse de, çarşamba günü yapılan seçimlerin sonuçları, Senato’da dengeleri alt üst etmişti. Zira, Senato’da hiç üyesi bulunmayan BBB, 16 sandalye kazanmıştı. Bu durum, Senato ve Hollanda siyaseti için, beklenmeyen bir değişimdi. Bilindiği üzere Senato, Hollanda yasamasının üst meclis yapısını oluşturur. Siyasi kararlar parlamentoda alınır, kararları kontrol eden Senato üyeleri, onaylar veya veto eder.

Toprak ve iktidar
Toprağa hakim olan iktidara da hakim olabilir mi?
Doğrusu bu felsefi sorunun cevabı, çarşamba günü Hollanda’da yapılan seçimlerde kendini gösterdi. Şimdilik, çiftçilerin fendi, sağ ve sol neo-liberalleri yendi. ‘Artık söz çiftçilerin diyeceğiz’ ama, BBB hareketi, eski Çiftçi Partisi’nin yerini alan çok yeni bir siyasi oluşum. BBB, 2019 yılında oluştu ve parlamentoda şimdi başkan olan Van der Plas ile temsil ediliyor. Hareketin lideri ve aşırı sağ ve iktidar partilerinden kayan popülist seçmen, maalesef göç ve mülteciler karşıtı söylemlere sahipler. Dolayısıyla, çiftçilerin iktidar zaferi, bizim için düşündürücüdür.


Bu arada, her ne kadar tercihli oyların sayımı devam ediyor olsa da, Su Yönetimi seçimlerinde de BBB ve yerel partiler önde gidiyor. Diğer taraftan geçen seçimlerde Türklerin teveccüh gösterdikleri DENK partisi, çok güçlü olduğu Güney Hollanda, Kuzey Hollanda ve Utrecht vilayetlerinde bile bir üyelik kazanamazken (Tercihli oylar belirleyecek) Senatoya da bir üye dahi seçemeyecek.

Senato ve Hollanda siyasetini alt üst eden ve liderler tarafından da ‘siyasi deprem’ olarak görülen bu değişimin siyasi partiler tarafından sağlıklı yorumlanmasını temenni ederim.

 

2023’ün ocak ayında Stockholm’de Kur’an-ı Kerim yakılması, Lahey’de Kur’an-ı Kerim yırtılması ve devamındaki gelişmeler, ne yazık ki, İslamofobi sorununu Avrupa’da yeniden gündeme getirdi. Türkiye ve bazı İslam ülkelerinin kınamaları yanı sıra, İslam’a karşı nefret saçan olaylara,  Müslümanlar, Avrupa’nın farklı yerlerinde sokaklara dökülüp, protesto gösterileri ile cevap verdiler. Ocak ve şubat aylarında Avrupa gündemini haftalardır meşgul eden İslamofobi sorunu, elbette yeni bir gelişme değil. Avrupa’daki siyasi gelişmeleri göz önüne aldığımızda, İslamofobinin kısa dönemde ortadan kalkacak bir sorun olmadığını da görürüz. Sorun, her ne kadar, özelde Avrupa’nın zihinsel ve bir kimlik sorunu olarak tanımlansa da, mağdur olan tarafın Müslümanlar olması, artık bu sorunun Müslümanlarca da yapısal bir şekilde ele alınmasını  kaçınılmaz kılıyor.

Bu bağlamda, akademisyen ve diplomat Prof. Talip Küçükcan’ın,  TRT AKADEMİ Dergisi’nin 15. sayısında, “İslam Dünyasının İslamofobi ile Mücadelesinin Parametreleri” başlıklı önemli bir makalesi yayınlandı.  
Küçükcan, kapsamlı makalesinin giriş bölümünde, “İslam karşıtlığı ve düşmanlığı olarak anlaşılması gereken İslamofobi, küresel ölçekte dışlama, soyutlama, ayrımcılık, yabancı ve öteki düşmanlığı, nefret söylemi ve nefret suçlarına dönüşmektedir”diyor.
İslamofobi kavramı her ne kadar yeni olsa da, Avrupa’da gelişen siyaset tarzı, İslam’a ve Müslümanlara duyulan ön yargı, tutum ve davranışların bir bütün olarak kökeninin eskilere dayandığına dikkat çeken Küçükcan, tanınmış oryantalist Edward Said’in kitaplarına atıfta bulunarak, ‘Batı’nın Doğu ve İslam uygarlığı hakkında oluşturduğu algıyı’hatırlatıyor.
Küçükcan, ötekileştirici, düşmanlaştırıcı ve yer yer kriminalize edici bu algının, yıllar boyunca edebiyat kitaplarında, seyahatnamelerde, hatıratlarda ve tiyatro oyunlarının metinlerinde nakış nakış işlendiğini savunuyor.

Böyle bir algı ve bakış açısı doğrultusunda geliştirilen kimlik ve yaklaşım, beraberinde Doğu’nun ve İslam Dünyasının işgal edilmesi, köleleştirilmesi ve sömürgeleştirilmesi yaklaşımı ve yakıştırmasını getirmiştir. Bu algıya göre, Doğulular ve Müslümanlar terbiye edilmeli, medenileştirilmeli ve barbarlıktan âzat edilmelidir. Ne yazık ki, Batı’da bu anlayış 1500’lü yıllara kadar, yani Martin Luther’e kadar gitmektedir. Kökü yüzyıllara dayanan bir anlayışın kısa vadede kırılması, yıkılması kolay olmayacaktır elbette.

Küçükcan, Samuel Huntington’un 1993 yılında yayınladığı Medeniyetler Çatışması (Clash of Civilizations) makalesi ve 1996 yılında yayınladığı Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden İnşası (The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order) kitabıyla, Batı uygarlığının karşısına, İslam ve Doğu dinleri düşman olarak konulduğunu belirterek, Batı ile İslam/Doğu’nun çatışmasının kaçınılmazlığı iddiasına dikkat çekmektedir.
Bu yüzyılın başında meydana gelen 11 Eylül olayları da, İslamofobik söylem, eylem ve politikaların şekillenmesinde etkili olmuştur. Biz bu gelişmelere zemin hazırlayan, bazı İslam ülkelerinde yaşanan insan hakları sorunu, düşünce özgürlüğü, kadınların konumu ve Avrupa’da başkentlerinde meydana gelen terör olaylarına karışan bazı Müslüman gençleri de ekleyebiliriz.

Peki Avrupa’daki Müslümanlar İslamofobi ile nasıl mücadele edecekler?

Küçükcan bu soruya, “İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) bünyesinde Uluslararası Din Özgürlükleri Komisyonun kurulması, 57 İİT üye ülkesinin büyükelçilikleri ve dış temsilciliklerinin harekete geçirilmesi ve bu kurumlarda büyükelçi düzeyinde İslamofobi ile mücadele edecek özel temsilciler atanması” şeklinde cevap veriyor.
Bunun yanı sıra, bu alanda “Ulusal, bölgesel ve uluslararası araştırma enstitüleri, izleme, veri toplama ve raporlama merkezlerinin kurulması ve bu kurumların BM, AGİT, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşlar bünyesinde temsil ve diplomasi yürütmesi gerekmektedir” diyor Küçükcan.

Bu çalışmalara ek olarak, özellikle Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, var olan kuruluşlarının bünyelerinde, İslamofobi ile mücadele birimleri oluştururken, amacı sadece İslamofobi, ırkçılık ve ayırımcılıkla mücadele olan yeni STK’lar da hayata geçirmeliler. Avrupa’daki Müslüman göçmen kuruluşlar, yaşadıkları ülkelerde, bu alanda etkin olan kurum, enstitü ve merkezlerle de sıkı bir işbirliğine girmeliler. Müslümanlar, örneğin Hollanda’da 13 – 16 mart tarihleri arasında yapılacak “Irkçılığa Karşı Hafta” programlarına ve ‘21 Mart Dünya Irkçılıkla Mücadele Günü’ çerçevesinde, hem kendileri programlar yapmalı hem de bu çerçevede organize edilen etkinlikler başta olmak üzere, ırkçılık, ayırımcılık ve İslamofobi ile mücadele çerçevesinde yıl boyunca düzenlenen programlara katılım sağlamalılar. Müslümanlar edilgen ve mağdur olmaktan kurtulup, mücadelede etkin aktörler olmak durumundadırlar.

 

“Türkiye Sevgisi İmandandır”, bir kitabın ismi. Yazarı; gazeteci, yazar, aktivist ve Mavi Marmara gazilerinden, Ebubekir Kurban. Yazarın, “Baba Adı Adem Ana Adı Havva” ve “İsmet Saat Kaç?” isminde kitapları da var. Yazar, “Türkiye Sevgisi İmandandır” kitabında, “üzerinde dünyaya geldiğimiz ve üzerinde yaşadığımız, hem maddemizi hem de ruhumuzu biçimlendiren ‘o toprağın’ anlamını, ona duyduğumuz aidiyet hissini anlatıyor”(*).


Evet, ‘o toprağın’ anlamını bilmek ve ona duyulan aidiyet hissini göstermek, Türkiye sınırlarını aşan bir sevgidir. O sevgi, ay yıldızlı bayrağımız gibi, ülke sınırlarını aşarak, gönül coğrafyamızın her köşesinde nazlı nazlı dalgalanır. Türkiye ile, kâh coşar kâh hüzünleniriz. Öyle zamanlar olur ki, hüzün içinde müthiş bir şekilde coşar, heyecanlanır ve aşkla heyecanla bir dayanışma örneği sergiler, o sevgi…

Yakın tarihte örnekleri olduğu gibi, şubat ayının başında, Türkiye’mizde meydana gelen şiddetli deprem sonrasında da, böyle bir Türkiye sevdasına şahit olduk. Türkler şahlandı, uykuda sanılan kara sevda ayağa kalktı adeta…

Bu şahlanışın, bu sevgi selinin, örneği az görülen bu dayanışmanın sınırlarını çizmek ve tanımlamak kolay değil. Türkün yaşadığı her yerde, gönül, kültür, din kardeşliğinin olduğu her ülkede insanı heyecanlandıran, duygulandıran bir hareketlilik yaşandı. İşte bu duygu yüklü ve bir o kadar da anlamlı davranışların yaşandığı yerlerden birisi de, Avrupa’da yaşayan birinci nesi Türkler ile onların üçüncü, dördüncü nesillerinde gözlemlendi.  

Öyle ki, Avrupa ülkelerinde doğup, büyüyen ve kimi çevrelerce Türklükten, Türkiye’den bihaber oldukları varsayılan Türk çocuklarının, gençlerinin, Türkiye’deki deprem mağdurları için yaptıkları, dudak uçuklatır cinsten. Kendiliğinden harekete geçen bir güç, bir sevgi, bir iman var karşımızda. İşte, bu örneklerden sadece üç örnek şöyle:


Fransa, Lyon doğumlu, 24 yaşındaki TIR şoförü bayan Gülfem Zengin, depremden sonra, yardım malzemesi dolu TIR’ı ile 4300 kilometre yol kat ederek Kahramanmaraş’a ulaştı. Gülfem’in anne ve babası Yozgat’dan Fransa’ya göç etmiş bir aile. Gülfem ailenin ilk çocuğu. Depremde yaşananları gören Türk kızı Gülfem yolculuğun 4 gün sürdüğünü kaydeden Türk kızı Gülfem  Zengin, “Bu yolu karadan geçmek istemiyordum. Daha önce yapmadığım bir şeydi. Hele de yapayalnızdım. Benim için imkansızdı ama buradaki insanların durumunu düşündüm. Halimize şükür, elimiz ayağımız tutuyor ve elimizden gelen yardım da bu oluyor. O yüzden korkularımı kenara koydum.” (**) diye konuştu.

Hollanda, Zaandam doğumlu ve Hollanda’nın En Başarılı Kadın Giyim Markası Ödülü’ne layık görülen Şüheda Özyar da, Türkiye’deki depremzedeler için, “Her eve bir Ramazan ayı gıda paketi” sloganı ile bir yardım kampanyası başlattı. Trabzonlu bir ailenin çocuğu olan, üçüncü nesil Türklerden, OHA markası kurucusu, sahibi ve aynı zamanda YouTuber olan Özyar’ın başlattığı Ramazan ayı gıda paketinde, 21 farklı ürün bulunuyor. Türk kızı Özyar yayınladığı videoda, yapılan yardımları, Ramazan ayında deprem bölgesine bizzat giderek, ailelere dağıtacağını ifade etti (***).

Belçika, Flaman Bölgesi Milletvekili Hilal Yalçın ve avukat Nuh Alkış’ın oğlu Ömer Alkış, Belçikalı sınıf arkadaşları ile birlikte Türkiye’deki deprem mağdurlarına yardım etkinliği düzenledi.(****) 11 yaşında olan Ömer, Beringen Obama İlk Öğretim Okulundaki arkadaşlarıyla, okul bahçesinde açtıkları stantlarda, özel olarak yaptırdıkları anahtarlıkları satarak, yardım topladı.

Fransa doğumlu Gülfem, Hollanda doğumlu Şüheda ve Belçika doğumlu Ömer gibi, binlerce, on binlerce Türk çocuğu, Avrupa’nın her köşesinde, 6 Şubat’ta Türkiye’mizde yaşanan deprem sonrası, kendiliklerinden harekete geçtiler. Ellerindeki tüm imkanları kullanarak, deprem mağdurlarına yardım etmenin heyecanını yaşadılar, yaşattılar… Bu, harekete geçiş, Türkün varoluş esprisinde gizli olan bir özellik olup, şartların oluşmasıyla kendini gösteren, ortaya çıkan bir haslettir. 

Avrupa’da yaşayan ‘Oğuz’un çocukları’nın bu anlamlı, cefakar, özverili, gönülden çalışmalarına ve gayretlerine, doğdukları ve yaşadıkları ülkelerin karar vericileri de seyirci kalmadılar. Onlar da etkilendiler, yardıma koştular. Örneğin, İngiltere Başbakanı Rishi Sunak, University College London (UCL) Türk Öğrenci Birliği’nin, Türkiye’deki deprem mağdurları için başlattıkları yardım kampanyasına katılarak, yardım malzemesi paketlenmesine bizzat yardım etti.

İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve diğer Avrupa ülkelerinde, binlerce örneğine şahit olduğumuz bu sınır tanımayan Türkiye sevdası, elbette kelimelerle ifade edilemeyecek bir derinliktedir. ‘Türkiye sevgisi imandandır’kitabının yazarı Ebubekir Kurban’ın da işaret ettiği gibi, bu sevgi bir anne sevgisidir. “Annesini sevmeyen, Türkiye’yi niye sevsin” diyen yazar, Türkiye’nin, kendi annesini hatırlattığını belirtiyor.
Annemizi sevmek imandan olduğuna göre, Türkiye’yi sevmek de imandandır.

Anne gibi sevdiğimiz Türkiye’mizde yaşanan depremi, şubat ayı boyunca, her gün farklı boyutlarda yaşadık ve etkilendik. Acımız büyük. Ancak, acıları saracak derin bir Türkiye sevdamız da var, şükürler olsun…
Allah devletimizin, milletimizin, deprem mağdurlarının, deprem bölgesinde görev yapanların, dünyanın her köşesinden bir şeyler yapmak için gayret gösterenlerin yar ve yardımcısı olsun. Yaralılarımıza acil şifalar versin. Şehitlerimizin ruhları şad oldun.

 
 

Bir hafta sonra, 15 mart çarşamba günü, Hollanda’da İl Genel Meclisi seçimleri yapılacak. Seçmenler; şehir meydanları, kasaba ve köylerin girişlerinde yer alan büyük billboardlara asılan, partilerin aday afişleriyle oy kullanmaya davet ediliyor. Seçim kampanyaları, küçük ölçekli toplantılar ve halkın yoğun olduğu noktalarda, el bildirileriyle yürütülüyor. Medya ve özellikle sosyal medyada da, İl Genel Meclisi seçimlerine yönelik yayınlar yapılıyor.

 

15 mart tarihinde on iki milyon seçmen, 12 İl Genel Meclisi’nde, önümüzdeki dört yılda görev yapacak üyelerini, oylarıyla belirleyecek. Seçimlere ana akım partiler, VVD, D66, CDA, PvdA, GroenLinks, SP, CU, PVV, FvD, DENK, Hayvanlar Partisi olmak üzere, çok sayıda yerel parti de katılıyor.

 

İl Genel Meclisleri’ne, Kral tarafından atanan vali / komiser başkanlık eder. Hollanda’da yasama organının iki kanadını teşkil eden ve 75 sandalyeden oluşan senato temsilcilerinin, İl Genel Meclisleri tarafından seçilmesi, 15 Mart seçimlerinin önemini ortaya koyuyor. Zira, İl Genel Meclisi üyeleri seçilirken, dolaylı olarak, 30 mayıs tarihinde seçilecek senato üyelerine de oy kullanılmış oluyor.

Trouw gazetesinin, 5411 kişi arasında yaptırdığı anket sonucuna göre, İl Genel Meclisi seçimlerinde, partilerin konut/barınma, enerji, doğa ve çevre politikaları, seçim sonuçlarını belirleyecek en önemli üç seçim teması olarak çıktı. Ankete göre, 18-34 yaş arasındaki genç seçmenler, yüzde 80 oranında, partilerin konut politikalarına göre oylarını kullanacaklar. Seçmenin oy verirken dikkat edeceği diğer seçim temaları arasında, sırasıyla, partilerin ekonomi, ulaşım, tarım, yönetim, spor hizmetleri gibi konulardaki politikaları da yer alıyor. Aynı araştırmada, siyaset bilimci André Krouwel, konut krizinin, İl Genel Meclisi seçimlerine damgasını vuracağına dikkat çekiyor. 

İl Genel Meclisi seçimlerine genelde katılım düşük olur. Katılımın düşük olması, milletvekili, belediye ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinde olduğu gibi, tercihli oyların önemini ortaya koyar. Bunu fırsat bilen adaylar, kendilerine tercihli oy verilmesini isterler. Seçimlerde kullanılacak tercihli oylar, Türk kökenli adaylar için de önemlidir.

 

Ülke yönetiminin her kademesinde olduğu gibi, İl Genel Meclisi üyelikleri için, Türk kökenli Hollandalılar da, 15 mart seçimlerinde çeşitli partilerden adaylıklarını koydular. Yapılan araştırmalara göre, on iki ildeki toplam 570 üyelik için, 73 Türk kökenli aday seçimlerde yarışacak. Örneğin, 55 üyelik Kuzey Hollanda İl Genel Meclisi için 23 ayrı siyasi parti yarışırken, çeşitli partilerin listelerinde 20 Türk kökenli aday yer alıyor.


15 Mart’ta bir seçim daha yapılıyor. Seçmenlere gönderilen zarflarda iki oy pusulası var. Birisi İl Genel Meclisi, ikinci oy pusulası da ‘Waterschapverkiezingen’ denilen Su İşleri Daireleri seçimi için. Sele karşı korunmak için setler yapmak, atık suyu arındırmak, su kıtlığını önlemek, nehir ve kanallarda suyun temizliğini sağlamak gibi önemli görevler üstlenen Su İşleri Daireleri’ne girmek isteyen Türk kökenli adaylar da var. Evlerimize zarf ile gelen sicim listesinde bu adayların isimleri de yer alıyor. Bu seçim için gelen oy pusulasını da kullanmayı ihmal etmeyiniz.


Hollanda’da Türkler ve seçimler gündeme gelmişken, Türklerin Hollanda’daki siyasi katılımına bir iki cümleyle işaret etmemiz gerekecek. Bu satırları ve Hollanda gündemini takip edenler gayet iyi bilirler ki, 1986 yılından bu yana Hollanda Türkleri, her seçimde yoğun bir seçim kampanyası yürütürlerdi. Türkevi Topluluğu’nun organize ettiği Amsterdam Tartışmaları başta olmak üzere, bir çok şehirde onlarca toplantı yapılırdı. Televizyonlarda tartışma programları yayınlanırdı. Aktif ve canlı bir Türk toplumu vardı. Ancak benzeri bir seçim kampanyasını, bu sefer göremedik. Bunda hiç şüphesiz, 6 şubat tarihinde Türkiye’mizde yaşanan deprem rol oynasa da, geride bıraktığımız son otuz yılda, ana akım Hollanda siyasi partilerinin Türklere karşı tutumları da rol oynadı. Siz buna, bir de, bu ülkede on yıllarca siyasi katılım mücadelesi verenlerin, adeta değersizleştirilmesi, kimi söz sahibi yöneticilerin kurumsal hafıza ve mirasa önem vermemesiyle, artık bir ‘can ismetezliği’ne düşenlerin sayısının çoğaldığını da ekleyebilirsiniz.

 

Tüm bu gelişmelere rağmen, 15 mart İl Genel Meclisi ve Su İşleri seçimlerine katılmak, Hollanda Türklerinin siyasi katılım mücadelesi açısından hayati öneme sahiptir. Bununla birlikte, yaşadığımız ülke adına sorumluluk almak, toplumun önünde yürümek, karar mekanizmalarında olmak, her Türk için bir varoluş meselesidir. Seçimlere katılalım, katılımı teşvik edelim.

 

Frankfurt´taki yaşlı bakımevinde Müslümanlara yönelikte bakım hizmeti veren Victor-Gollancz-Haus’da Korona pandemisi sürecinden sonra ilk defa bakım hizmeti gören Müslüman yaşlılarla birlikte iftar verildi.

 

İftar programına Muavin Konsolos Satı Civelek, Eğitim Ataşesi Doç. Dr. Muhammet Fatih Kılıç, Din Hizmetleri Ataşe Vekili Hüseyin Ali Dindar, Frankfurter Verband bakım hizmetleri müdiresi Ute Bychowski, Frankfurter Verband göçmen konuları sorumlusu Dr. Hüseyin Kurt, bakımevinde Müslüman yaşlılara yönelik manevi telkin hizmeti veren Ditib Höchst Din Görevlisi Ramazan Şengün, Hıristiyan yaşlılara Yönelik Bakim Hizmeti veren papaz Sybylle Schöndorf-Bastian, Ditib Frankfurt Başkanı Turan Kuzpınarı, Ditib Höchst Başkanı Hakkı Akkaş, Atib Höchst Başkanı Şaban Duran, Hamidiye Camii Başkanı Rahmi Şeker, Niederrad Mevlana Camii Yönetim Kurulu Üyesi Tuğsan Talaysüm, bakım hizmeti gören Hıristiyan/Müslümanlar yaşlılar, ve Müslüman yaşlıların yakınları katıldılar.

 

İftar Programı Kuran’ı Kerim tilaveti ve Eğitim Ataşesi Dr. M.F. Kılıç tarafından icra edilen ney dinletisi ile açıldı. Davet sahibi U. Bychowski yaptığı selamlama konuşmasında, takriben 3 yıl süren Korona pandemi tetbirleri nedeniyle bakım hizmeti gören yaşlıların büyük sıkıntı çektikleri ve toplumdan adeta izole edildiklerini söyleyerek, bu günlerde alınan tedbirlerin peyderpey yürürlükten kaldırıldığını, bu çerçevede pandemiden sonra organize ettikleri ilk iftara teşrif eden misafirlere teşekkür etti. U. Bychowski 2002 yılında alınan bir kararla başlayan Frankfurter Verband´ın Müslüman yaşlıların dini ve kültürel hassasiyetlerini dikkate alan yaşlı bakım hizmetinin süreci ve bugünkü durumu hakkında kısa bilgi vererek, bu hizmetlere bugüne kadar emek veren herkese teşekkür ederek bu hizmetlerin geleceği hakkında kısaca görüşlerini dile getirdi.

 

Daha sonra kısa selamlama konuşması yapan Muavin Konsolos S. Civelek, Din Hizmetleri Ataşe Vekili H. Ali Dindar 6 Subat 2023 asrın en büyük doğal afeti Türkiye ve Suriye´deki deprem nedeniyle hüzünlü bir döneme denk geldiğine işaret ederek, hayatlarını kaybedenlere rahmet dileyerek, bakım hizmeti gören yaşlılar ile beraber iftar etmekten büyük mutluluk duyduklarını dile getirerek, Frankfurter Verband´ın takriben 20 yıldır vermekte olduğu Müslümanlara yönelik yaşlı bakım hizmeti için U. Bychowski ve personeline teşekkür ettiler. Hıristiyan yaşlılara yönelik manevi telkin hizmeti veren S. Schöndorf-Bastian yaptığı konuşmada oruç ibadetinin Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta önemli bir ibadet olduğunu dile getirerek, orucun insan sağlığı ve manevi ve ruhi yönden faydaları üzerine felsefi yorumlarda bulundu.

 

Konuşmaların akabinde Ditib Höchst Din Görevlisi R. Şengün tarafından okunan akşam ezanından sonra, Victor-Gollancz-Haus mutfak çalışanı Yıldız Karaca tarafından hazırlanan, hurma, tavuk sulu mercimek çorbası, orman kebabı, salata ve cacıktan oluşan iftar menüsü ikram edildi. Program daha sonra Türk çayı eşliğinde bakım hizmeti gören yaşlılarla halhatır sorma ve sohbetlerle devam etti.

Dr. Hüseyin Kurt İftar programı ile ilgili yaptığı değerlendirmede 2003 yılından buyana Victor-Gollancz-Haus yaşlı bakımevinde her Ramazan´da bakım hizmeti gören yaşlılar ile birlikte iftar programı düzenlendiğini, Korona pandemisi sürecinde alınan tetbirlerin kalkması ile 3 yıllık bir aradan sonra tekrar birlikte yapılan iftar programı sayesinde bakım hizmeti gören korona tetbirlerinden bunalan yaşlıların toplum ve cemaat ile hasret giderme fırsatı bulduğunu, yalnız olmadıkları duygusunu tekrar kazandıklarını söyleyerek, iftar programına katılan ve destek veren herkese teşekkür etti.

 

 

 

 

 

 

 

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB), iş, sanat, siyaset ve bilim dünyasından birçok insanı geleneksel Ramazan iftar sofrasında bir araya getirdi.

Köln DİTİB Merkez Camii Konferans Salonu’nda gerçekleşen iftar yemeğine Köln, Düsseldorf, Essen ve Münster Başkonsolosları, Müslüman teşkilatların genel başkan ve yöneticileri, dini cemaatlerin ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, DİTİB yönetim kurulu üyeleri, dini danışma kurulu, eyalet birliği, kadın, gençlik ve veli birlikleri başkanları ile iş, sanat, siyaset ve bilim dünyasından temsilciler katıldı.

Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başlayan iftar porgramının açılış konuşmasını DİTİB Genel Başkanı Dr. Muharrem Kuzey yaptı.

 

Ramazan karşılıklı sevgi, kardeşlik ve saygının pekiştiği aydır

Kuzey, Ramazan ayının Müslümanlar için dini hayatlarında bir yeri olduğu, rahmet kapılarının ardına kadar açıldığı, dayanışma ve empatinin yaşandığı, karşılıklı sevgi, kardeşlik ve saygının pekiştiği bir ay olduğunu söyledi.

 

 

 

Depremin ardından gösterilen dayanışma ve yardımseverliğe minnettarız

Bu yıl Ramazan ayına Türkiye ve Suriye'de meydana gelen şiddetli deprem damgasını vurduğunu belirten Kuzey, “Deprem bölgesinden gelen görüntüler bizleri derinden sarsmıştır. Kayıpların sayısı ve yıkımın büyüklüğü karşısında hepimiz çok üzüldük. Yaşanan acının dünya çapında paylaşılması, enkaz altında kalan her bir insan için verilen mücadele hepimizi etkilemiştir. Ve bu da bize yıkım, ölüm, kayıp ve insani acılar karşısında aniden bir dünya topluluğu olduğumuzu göstermiştir. Kültür, din, dil ve etnik köken farkı gözetmeksizin birbirimize yardım eli uzatabildik, ışık, umut ve güven olabildik. Dünya çapındaki dayanışma için, sayısız kurtarma görevlisi ve yardımseverler için şükranlarımız sonsuzdur. Bu ülkenin bir parçası olarak, Almanya'dan gelen taahhüt ve bağışlar için gurur duyduk ve minnettarız. Bosnalı ve Arnavut Müslüman toplumların, kiliselerin ve sivil toplumun, politikacıların, federal ve eyalet hükümetlerinin ilgisi - hepsi Türk kökenli insanlar olarak sözleriyle ve eylemleriyle bizi derinden etkilemiştir. Almanya'daki Türk kökenli insanlar son on yıl böyle bir destek, yakınlık ve dayanışma görmediğini düşünüyorum, bunun için çok teşekkür ederim” diye konuştu.

 

Toplumun vazgeçilmez parçaları olarak birbirimize aitiz

‘Hep birlikte aynı sofrada oturuyor olmamız, bu toplumun vazgeçilmez parçaları olarak birbirimize ait olduğumuzu göstermektedir’ ifadesini kullanan Kuzey, şöyle devam etti: “Ramazan'ın ruhu olan toplu iftar yemeği ve sosyal dayanışmayı, hem gönüllerimizi hem de kapılarımızı ihtiyaç sahiplerine açarak yaşıyoruz. Çünkü biz her bir hayat, her bir can önünde sorumluluk taşıyoruz. Ortak bir sofra sembolik olarak, bireysel sorumluluk, sosyal sorumluluk, birbirine bağlılık, birbirini gözetme ve birlik-beraberlik anlamına gelmektedir. Ramazan, kültür, dil ve din farkı gözetmeksizin herkesin kendine ait bir yeri olduğu güçlü ve dayanışmacı bir toplumu teşvik ve talep etmektedir. Nitekim bu ancak sağduyu ile gerçekleşebilir: Almanya'da zaten kendi yurdunda olan İslam'ın yerleşmesi ve güçlenmesi ancak köklerine zarar verilmediği takdirde başarılı olacaktır.”

 

 

DİTİB, ılımlı ve barışçıl bir geçmişe sahiptir

Almanya'daki Müslümanlar, özellikle DİTİB sayesinde ılımlı ve barışçıl bir geçmişe sahip olduklarına dikkat çeken Kuzey, “ Zira tarihsel referansları olmayan her din eksik, parçalanmış ve istikrarsız olmaya mahkumdur. Bu nedenle köprüler kurmak ve kök salmak için köken ülkelerle ilişki kurmak da önemlidir. DİTİB'in bu konuda özellikle başarılı olduğu, DİTİB üzerine yapılan birçok bilimsel çalışma ve analizle, son olarak da Frankfurt Üniversitesi ile birlikte yürüttüğümüz DİTİB Gençlik Araştırması ile kanıtlanmıştır. Birkaç yıldır DİTİB teşkilatı olarak burada eğitim verdiğimiz Almanca konuşan din görevlilerinin yanı sıra Türkiye'den de din görevlilerinin olması bizim için tam da bu köke bağlılık açısından önemlidir, ki bu da anlaşıldığı üzere çok sert ama haksız bir şekilde eleştirilen din görevlilerimizle mümkün olmuştur. Bu aynı zamanda fikir alışverişi, deneyim paylaşımı ve dini kaynaklardan esinlenen ortak çalışmalar için de geçerlidir. İnanç anlayışımız, cemaatlerimiz ve din görevlilerimiz, yaklaşık 40 yıllık geçmişimizle, siyasallaşmadan, radikalleşmeden ve araçsallaştırmadan uzak, sahih ve dengeli bir din anlayışının garantörleridir” ifadelerini kullandı.

 

Cuma günleri açıktan ezan projesi verilmiş güzel bir kardır

Cuma günleri açıktan ezan projesi için Köln Anakenkt Belediye Başkanı Reker’e teşekkür eden Kuzey, konuşmasını şöyle tamamladı: “Altı ayını doldurmuş bu proje güzel verilmiş bir karar olarak görüyoruz. Çünkü bizim algıladığımız kadarıyla bu proje, özellikle genç Müslüman vatandaşların dürüst bir şekilde entegrasyonuna, yani kapsayıcılığına katkıda bulunmaktadır. Bunun için bir kez daha Köln Belediyesine ve özellikle de Anakent Belediye Başkanı Reker'e ve uygulamada belirleyici rol oynayan Bayan Baum'a ve birimine teşekkür etmek istiyoruz. Özellikle burada doğup büyüyen genç Müslümanlar burada kendilerini daha çok evlerinde hissetmektedir. Onlar kendilerini toplumun doğal bir parçası gibi hissetmektedir.

 

Köln Merkez Camii, güvenin simgesidir

Bizim için bir başka büyük sevinç de bugün, pandemiden bu yana ilk kez Köln Merkez Camimizde herhangi bir kısıtlama olmaksızın Ramazan ayını yaşıyor olmamızdır. Tüm tartışmaların ardından bu cami her şeyden önce bir yuva, umut ve güven simgesi haline gelmiştir. Köln Merkez Camimiz uzun zamandır dini bir merkez olmanın yanı sıra çok ziyaret edilen bir mimari yapıdır. Ortak yolumuzda şimdiden büyük ilerleme kaydettik. Elbette bizi bekleyen bazı zorluklar ve sürprizler olacaktır, ancak Allah'ın izniyle sevindirici ve eğitici şeyler de olacaktır. Bu umut ve güveni hep birlikte taşıyalım ki kalplerimizde barış yeşersin ve böylece burada ve her yerde barış, birlik ve beraberlik artsın.”

 

 

Almanya Protestan Kilisesi Yüksek Kilise Danışmanı ve Dinler Arası Diyalog Sorumlusu Dr. Alexander Kalbarczyk, Alman Piskoposlar Birliği Başkanı Başpiskopos Dr. Georg Bätzing’in selamını ileterek Alman Piskoposlar Birliği’nin Ramazan mesajından pasajlar okuyarak sözlerine başladı. Kalbarczyk, “Birbirimizin kardeşleri olmaya, birbirimiz ile dayanışma göstermeye ve birbirimizi kollamaya çağrılıyoruz. Dünyamızın böyle bir kardeşlik tutumuna her zamankinden daha fazla ihtiyacı var” dedi.

Köln DİTİB Merkez Camii ilk kez ziyaret ettiğinde caminin şeffaflığı ve içerinin kubbeden yansıyan gün ışığı ile aydınlanmasının kendi içinde çok güzel duygulara neden olduğunu ifade eden Kalbarczyk, cami, sinagog ve kilise gibi ibadethanelerin kriz ve savaşlar önünde barışın simgeleri olduğuna vurgu yaparak, iftar davetlerinin yeni dostluklara vesile olduğuna ve insanların tanışmasına vesile olduğunu söyledi.

 

Alman Piskoposlar Kurulu Sekreteryası ve İslam, Orta ve Doğu Avrupa ile Uluslararası Çatışma Alanları Sorumlusu Dr. Andreas Herrmann da Almanya Protestan Kilisesi Başkanı Annette Kurschus’un selamlarını ileterek söze başladı. Ramazan’ın artık Almanya’daki hayatın vazgeçilmez bir parçası olduğunu vurgulayan Herrmann, Müslümanların oruç tutmasının Protestanlar için de önemli bir ilham kaynağı olduğunu ifade etti.

 

Diğer dinlerde de oruç ibadetinin olduğunu ancak Müslümanlarda ise bu ibadetin çok daha içtenlikle ve sağlam yapıldığını söyleyen Herrmann, Ramazan ayının köprüler inşa ettiğini ve başka zaman bir araya gelmesi düşünülemez olan insanları bir araya toplayabildiğini ifade etti.

Köln Liberal Musevi Cemaati Başkanı Rafi Rothenberg’de, ‘Dost zor günde belli olur’ diye konuştu. Türkiye’de yaşanan depremde İsrail’den gelen yardım kurtarma ekiplerini gördüğünde bir İsrail’li olarak çok duygulandığını söyleyen Rothenberg, “İnanıyorum ki burada veya İsrail’de böyle bir felaket olsa Türkler de aynı şekilde yardımda bulunurlardı” dedi. Cemaatle depremden dolayı Türk halkı için topluca dua ettiklerini de söyleyen Rothenberg, “Umarım en kısa zamanda yıkılan yerler tekrar inşa edilir” diye konuştu.

 

İftar programı okunan akşam ezanınını ardından hep birlikte oruçların açılmasıyla sona erdi.

Öte yandan, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Niedersachsen Eyalet Birliği tarafından düzenlenen iftar programına Aşağı Saksonya Eyalet Başbakanı Stephan Weil, Nürnberg DİTİB Eyüp Sultan Camii tarafından düzenlenen iftar programına Bavyera eyalet Başbakanı Dr. Markus Söder, eski Eyalet Başbakanı Dr. Günther Beckstein ve Bavyera SPD milletvekili Arif Taşdelen katılırken, Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Başbakanı Hendrik Wüst, Düsseldorf kentinde düzenlediği iftar yemeğine de NRW DİTİB Eyalet Birliği ve Düsseldorf Bölge Birliği Başkanı Ersin Özcan iştirak etti.

 

 

Ab dem 17. April 2023 wird ein Schalter in der KFZ-Zulassungsstelle des Landratsamts Würzburg in der Zeppelinstraße 15 auch für Bürgerinnen und Bürger der Stadt Würzburg geöffnet. Mit diesem zusätzlichen Angebot des Landratsamts nehmen Stadt und Landkreis Würzburg die Kooperation aus den Jahren vor Corona wieder auf.

 

Eingeschränkte Dienste und Kapazitäten

 

Bürgerinnen und Bürger der Stadt Würzburg können den Schalter am Landratsamt zu den Öffnungszeiten der Dienststelle Würzburg ohne Terminvereinbarung nutzen. Da schon jetzt mit einem hohen Aufkommen zu rechnen ist, kann es bereits frühzeitig zu einem Aufnahmestopp kommen. Die Mitarbeitenden der Zulassungsstelle am Landratsamt bitten schon vorab um Verständnis.

 

Folgende Dienste werden für Stadtbürger angeboten:

· Zulassung von Neu- und Gebrauchtfahrzeugen

· Umschreibungen mit und ohne Halterwechsel

· Änderungen von Halter- oder Fahrzeugdaten

· Außerbetriebsetzungen (Abmeldungen) und Wiederzulassung

 

Wichtig: Die Zulassungsstelle für Stadtbürger am Landratsamt ist nur für Privatpersonen geöffnet. Händler und Zulassungsdienste müssen weiterhin Termine im Bürgerbüro der Stadt Würzburg vereinbaren.

 

Die Zuteilung von Wechselkennzeichen sowie roten Dauerkennzeichen, Vorgänge, die Ausnahmegenehmigungen erforderlich machen und das Ausstellen von Ersatzdokumenten nach Verlust oder Diebstahl sind ebenfalls nur mit Termin im Bürgerbüro der Stadt Würzburg möglich.

 

Bürgerinnen und Bürger, die die Dienstleistungen in der Zulassungsstelle des Landratsamts wahrgenommen haben, sollen etwaige Termine bei der Stadt nach erfolgter Zulassung stornieren, um die Wartezeit dort auch für andere Kundinnen und Kunden zu verkürzen.

 

Die Öffnungszeiten der Zulassungsstelle am Landratsamt Würzburg sind:

 

· Montag bis Freitag von 7:30 Uhr bis 12:00 Uhr (vorzeitiger Annahmeschluss möglich) sowie

· Montag und Donnerstag von 14:00 Uhr bis 16:30 Uhr (vorzeitiger Annahmeschluss möglich)

· Dienstag und Mittwoch am Nachmittag nach telefonischer Vereinbarung

In der Dienststelle Ochsenfurt in der Kellereistraße 8 sind Zulassungen weiterhin nur für Landkreisbürgerinnen und – bürger möglich.