Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

 

Bu sözü ben söylemiyorum, Kıbrıs Türklerine de söylenmiyor.

Bu sözü Türkiye de söylemiyor, Türkiye’ye de söylemiyorlar.

Bu sözü Güney Kıbrıs Rum Yönetimine, Avrupa Birliği ve anaları Yunanistan, perdelerin arkasında artık fısıltıyla değil, yüksek sesle söylüyor kendilerine. Bazen birlikte, bazen de gerekli olduğu ayrı ayrı zamanlarda…

 

Bilindiği üzere Yunanistan Başbakanı Kriyakos Miçotakis bugün Türkiye’ye resmi bir ziyaret yapacak ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşecek. Gerçekte bu görüşme 2023 yılının Aralık ayında Atina’da her iki lider tarafından karşılıklı imzalanan “Atina Bildirge”sinin yarattığı dostluk ve işbirliği temelindeki yeni dönemin ilk görüşmesi.

 

Aralık ayında Atina’da gerçekleştirilen Erdoğan-Miçotakis görüşmesinin tutanaklarında, görüşme sonrası karşılıklı imzalanan Atina Bildirgesi’nin içeriğinde ve bugün Ankara’da gerçekleşecek görüşme programında “Kıbrıs konusu” yok. Ki Avrupa Birliği Devlet Başkanları zirve toplantıları içinde, sonuncusu hariç Kıbrıs konusu hiç yer almadı. Tam tersine birçok AB lideri tarafından yapılan açıklamalar, “Türkiye’yi karşımıza alamayız”, “Türkiye ile ilişkilerimizi bozamayız” mealinde idi.

 

Avrupa Birliği’nin Aralık ve Mart zirvelerinde ertelediği Türkiye konusunu son zirve toplantısında Kıbrıs Rumlarının bitmek bilmeyen istekleri sonrasında, “stratejik tartışma” kapsamında “kerhen” ele aldı. Tartışmalardan sonra yayınlanan kararda, “Avrupa Birliği’nin, Doğu Akdeniz’de istikrarlı ve güvenli bir ortamda ve Türkiye ile işbirliğine ve karşılıklı yarara dayalı bir ilişkinin geliştirilmesinde stratejik çıkarı vardır” ifadesi yer aldı.

 

Kıbrıs Rum Yönetimi (KRY) bu tavsiye kararını, sanki de Türkiye’ye karşı çok önemli bir zafer kazanmış gibi yükseltmeye, önem kazandırmaya ve pazarlamaya çalışıyor ama daha ilk tepki anası Yunanistan’dan “Otur oturduğun yerde” anlamına gelecek manevralarla geldi. Aklınca KRY, bu tavsiye kararı sonrasında KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı müzakere masasına oturtacak ve müzakereleri istediği gibi sonuçlandıracaktı. Ne Cumhurbaşkanı Tatar, ne de TC. Dışişleri Bakanlığı, bırakın dikkate almayı, selam bile vermediler KRY’ye ve AB’nin tavsiye kararına. Zira Türkiye rest çekilecek, gözden çıkarılacak bir ülke değil. Bölgede yıllar içinde değişime uğramış olan politik, ekonomik ve askeri dengeler Türkiye’yi çok öne çıkarmış ve jeopolitik olarak Türkiye’ye inanılmaz bir önem kazandırmış durumda. Bunun en önemlilerinden biri, Uzak Doğu’dan yapılan deniz yolu taşımacılığının süresini Süveyş Kanalı yoluna kıyasla 15 gün kısaltan ve Basra Körfezindeki Irak’a ait Fav Limanı'ndan Londra'ya kadar kara ve demir yolu ile Avrupa'nın her ülkesine Türkiye'den kesintisiz ulaşım sağlayacak “Kalkınma Yolu” projesi.

Atlantik İttifakı’nın (ABD ve AB), Akdeniz’e kıyı ülkelerin ve Şanghay İşbirliği Teşkilatı ülkelerinin zaman zaman dile getirdikleri “Doğu Akdeniz başta olmak üzere bölgede, Türkiye’nin içinde bulunmadığı bir enerji projesi başarılı olamaz” tanımlamasının vücut bulacak hali bu.

 

Öte yandan Atlantik ittifakının “Hasta Adamı” Avrupa Birliği’nin kendi içindeki sıkıntıları da cabası. Birliğin lideri Almanya, inanılmaz bir ekonomik sıkıntı içinde ve fırsatını bulunca AB’den çıkmayı planlıyor. Asya’nın ve Uzak Doğu’nun devleri Çin ve Rusya, AB’ye “ABD’nin kulu kölesi olmaktan çık artık” tavsiyesinde bulunuyorlar.  

 

En önemlisi de, AB Konseyi ile AB'in yasa yapıcı kurumu olan ve AB Bütçesine onay veren “Avrupa Parlamentosu”na girecek 705 milletvekilinin belirlenmesi için 6-9 Haziran tarihleri arasında yapılacak olan seçim.

Siyasi partilerin propagandalarına bakılınca görülen, seçim sonrasında AB’de esaslı kararların alınacağı. Bu kararlar içinde de Rumların tüm gayreti ve karalamalarına rağmen Türkiye’yi zora sokacak bir adımın olması muhtemel görünmüyor.

 

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN

KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi

KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili

Almanya’nın Pforzheim kentinde faaliyetlerini sürdüren Pforzheim ve Çevresi Türk Veliler Derneği, her yıl olduğu gibi bu yıl da Anneler Günü’nü unutmadı. Anneler gününü kutladı.

 
Derneğin Başkanı Mümin Karaca, tüm annelerin Anneler Günü’nü kutlayarak, ”Bu yıl tüm anneleri yılın annesi seçtik. Bu etkinliğimiz ile genç nesilleri ve çocuklarımıza bu günü anmaları için teşvik ediyoruz” dedi. 
 
Pforzheim´ta 10 yıldır Müslüman yașlıların dini ve kültürel hassasiyetlerine dikkate alarak yașlı bakım hizmeti veren Ayten Aslan yaşlı bakım evindeki anneler günü kutlamasında duygu dolu anlar yașandı. 
Pforzheim Ayten Aslan yaşlı bakım evinde, bakım hizmeti gören yașlıların, yakınları, kurumun hizmet personelinin, yanında Pforzheim  ve Çevresi Türk Veliler Derneği üyeleri ve çocukların katıldığı anneler günü kutlamasında, Türk mutfağından lezzetli yemekleri, Türk çayı, kahve ve pasta ikram edildi. Tanınmış sanatçı ve ozan Şimşek Doğan sazı-sözü yaşlı bakım evinde unutulmaz anlar yaşattı. 
 
 
HİZMETİMİZ DEVAM EDECEK
Dernek Başkanı Mümin Karaca ve dernek üyeleri bakım hizmeti gören Türk ve diğer yașlıların, bilhassa Anneanne-Babaannelerin anneler gününü tek tek kutladı, onlarla sohbet etti ve bakımevi müdürü ve sahibi Rize’li Ayten Aslan´nın șahsında 2014 yılından bu yana Müslümanlara yönelik verilmekte olan bakım hizmeti için teșekkür ederek, verilen bu hizmeti bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada memnuniyetle detsteklemeye ve ziyaret etmeye devam edeceğini belirtti.
 
 
BAKIMEVİ SAKİNLERİ MEMNUN KALDI
Yașlı bakım evinde bakım hizmeti gören İlhami Doğan, bakım evinde hizmet gören yașlıların anneler gününde unutulmayarak onlar için özel anneler günü kutlaması yapılması ile ilgili memnuniyeti dile getirerek, bu kutlamayı gerçekleștiren Pforzheim ve Çevresi Türk Veliler Derneği Başkanı Mümin Karaca ve dernek üyelerine onların çocuklarına, idaresine hizmet personeline, Müslüman Türk Yașlıları unutmayan Veliler Derneğine bakım hizmeti gören diğer yașlılar adınada teşekkür etti.
 
 
DÜZENLİ OLARAK YAPILIYOR
 
Ayten Aslan yașlı bakımevinde hizmet veren bakım evi müdüresi Rabia ve Kübra Aslan, bakımevinde bakım hizmeti gören yașlıların mutlu olmaları, onların toplum tarafından unutulmamaları için düzenli olarak bakım hizmeti gören yașlıların, yakınlarının, kuruma gönül veren kuruluș temsilcilerinin, dostların katıldıkları etkinlikler düzenlendiğini bu çercevede bugünkü anneler günü kutlamasında da bakım hizmeti gören yașlılara unutamayacakları bir gün yașamalarına katkıda bulunan, bașta dernek Başkanı Mümin Karaca, Çepni, Kahraman, Gülkopan, Kesmen ve Yılmaz ailelerine ve çocuklarına, misafirlere teșekkür etti. Veliler derneği üyelerinin çocukları bütün annelere günün anısına birer çicek ve çikolata verdi.
 
Anneler günün Kutlu Olsun Annem
 
Kızım aylar önce bugünü bekledi 
Annesine verecegi hediyeyi secti
Hediyesini bir bana söyledi
Annem Anneler günün kutlu olsun.
 
Anneye sevgi bir gün degil hergün
Cennet kokulu güzel Annem
Anneye sevgi her daim biline
Annem Anneler günün kutlu olsun.
 
Belki niyetler başka olabilir
Anneleri özel gün sevindirir 
Bu mutluluk yaşanınca tadılır
Annem Anneler günün kutlu olsun . 
 
Yavrularını korur kollar besler
Her türlü tehlikeye set olur
Anne sevgisi çocuģuna melhem olur.
Annem Anneler günün kutlu olsun.
 
Dünya bir yana dursun
Anneler, hep  yaşasın
Onun duası hep olsun
Annem Anneler günün kutlu olsun.
 
Doğan TUFAN
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Havaların mevsim normallerinin yerinde ısınmasıyla mesire yerlerine koşan halkın en önemli dinlenme noktalarından biri de Sommerhausen Hayvanat Bahçesi oldu. Halk arasında Tierpark Sommerhausen olarak bilinen mesire alanındaki bol oksijen, temiz doğa kültürü ve hayvanlarla baş başa olmak hayvanat bahçesine olan ilgiyi de artırıyor.

 

Çok sayıda göçmen kökenli ailenin çocukları ile birlikte geldiği ve doğum günü kutladığı Tierpark Sommerhausen, yetkililerinin çocuklu ailelere olan yaklaşımı, yardımseverliği ve her konuyla hızlı bir şekilde ilgilenmeleri de hayvanat bahçesine olan ilgiyi artırmaktadır.

Kendileriyle görüştüğümüz Türk aileler de yaptıkları açıklamada, "Bizim de çocukluğumuz burada geçti. Çocuklarımızı da buraya getirerek hayvanat bahçesi ve hayvanlara olan ilginin devam etmesini istiyoruz" şeklinde konuştular.

 

 

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Saarland Eyalet Birliği ve Veliler Kolu iş birliğinde camiler arası satranç turnuvası düzenlendi.

 

Saarland DİTİB Veliler Kolu Başkanı Bünyamin Sağ’ın organizesinde ve Sulzbach DİTİB Merkez Camii ev sahipliğinde düzenlenen satranç turnuvasının finalinde dereceye giren öğrencilere ödülleri verildi.

 

Eyalet geneli camiler arasında kız ve erkek öğrenciler kategorisinde ilki düzenlenen satranç turnuvanın finalinde, 16 öğrenci büyük bir mücadele örneği sergiledi.

 

Sulzbach DİTİB Merkez Cami din görevlisi Nurullah Parlak ve veliler kolu başkanı Nazmi Göktaş, turnuvaya ev sahipliği yapmaktan duydukları mutluluğu ifade ederek, farklı şehirlerden gelen öğrencilerin birbirleriyle tanışmasına ve kaynaşmasına vesile olduklarını ifade etti.

 

Saarland DİTİB Eyalet Veliler Kolu Başkanı Bünyamin Sağ, turnuvaya katılan başta öğrenciler olmak üzere velilere ve din görevlilerine teşekkür ederek, daha güzel projelerle gençlere yol göstermeye devam edeceklerini söyledi.

 

Gençlerin cami dersleri dışında sosyal etkinliklere katılmalarının önemine vurgu yapan Saarland eyaleti din görevlileri koordinatörü Arif Şimşek, “Gençlere bu ortamları sağlamak çok önemli. İnşallah bu tür faaliyetleri çeşitlendirerek evlatlarımızın ilgisini çekmeye ve onların cami endeksli faaliyetlerde yer almaları için çalışmaya devam edeceğiz.” dedi.

 

DİTİB’in 40’ıncı kuruluş yıl dönümünde teşkilatın kurucularına ve bugüne taşıyan herkese minnettarlığını ifade eden Saarland DİTİB Eyalet Birliği Başkanı Erkan Kahveci ise, DİTİB cami dernekleri arasında Almanya genelinde bir ilki gerçekleştirdiklerinini söyledi. Kahveci, “Geleceğimizin gözbebeği çocuklarımıza daha fazla hizmet sunarak onlara ulaşmalıyız, çünkü onlar bizim yarınlarımızı şekillendirecek olan nesillerdir” diye konuştu.

 

Turnuvanın finalinde dereceye giren öğrencilere belge ve çeşitli hediyeler verildi.

 

 

 

 

 

 

 

BERLİN (AA) - Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, ABD Başkanı Joe Biden'ın "İsrail'in Refah'a geniş çaplı saldırıyla girmesi durumunda bu ülkeye silah göndermeyi durduracağını" açıklamasının ​​​​​​​ardından, Alman hükümetinin de bu konuyu istişare ettiğini söyledi.

 

Bir ziyaret kapsamında ABD'de bulunan Pistorius, Alman kamu yayıncısı ZDF'de katıldığı bir programda, "ABD Başkanı Joe Biden, Refah'ın işgal edilmesini yanlış bulduğu için İsrail'e mühimmat sağlamak istemiyor. Almanya'dan da benzer adımlar olacak mı?" şeklindeki soruyu yanıtladı. 

"Bu, şu anda istişare ediliyor. Buna henüz cevap veremem." ifadesini kullanan Pistorius, bu konudaki sorumluluğun öncelikle Almanya'nın başbakanlığı ve dışişleri bakanlığında olduğunu belirtti.

 

Pistorius, "Kapalı kapılar ardında elbette görüş alışverişinde bulunduk. Ancak kararları duyurmak benim rolüm değil." şeklinde konuştu.

"Amerikalıların adımını anlıyor musunuz?" sorusuna da Pistorius, "Evet, anlayabiliyorum." cevabını verdi.

ABD Başkanı Biden, CNN'e verdiği röportajda, İsrail'in Refah'a geniş çaplı saldırıyla girmesi durumunda bu ülkeye silah göndermeyi durduracağını söylemişti.

 

Biden, "Eğer Refah'a girerlerse, henüz (kapsamlı bir saldırıyla) girmediler, eğer girerlerse o zaman Refah'ta ve diğer şehirlerde kullanılan silahları göndermeyeceğimi açıkça belirttim." diye konuşmuştu.

İsrail'in Birleşmiş Milletler (BM) Daimi Temsilcisi Gilad Erdan, İsrail haber kanalı Channel 12'ye yaptığı açıklamada, Biden'ın açıklamasının "sinir bozucu olduğunu ve hayal kırıklığı yarattığını" ifade etmişti.

Ekimde 16 yaşına girecek altızların babası Hikmet Temiz: "Aynı okula gidiyorlar ancak ayrı sınıflardalar. Çocuklarımız, sosyal medyada konuşulmaya devam ediyor" 

 

BERLİN (AA) - Almanya'nın başkenti Berlin'de yaşayan ve "Berlinli Altızlar" (Berliner Sechslinge) olarak 16 yıl önce tüm dünyada haber yapılan Türk altız kardeşler, Başkonsolos İlker Okan Şanlı'ya ziyarette bulundu.

Ülke genelinde ilgiyle izlenen "Berlinli Altızlar" Zeynep, Zehra, Esma, Rana, Ahmed ve Adem ile kardeşleri Meryem ve Malik Musa’nın ebeveynleri Roksana ve Hikmet Temiz, Berlin Başkonsolosu Şanlı'ya daveti için teşekkür etti.

Aslen Rizeli olan Hikmet Temiz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ekim ayında 16 yaşına girecek altızları büyütürken yaşadıkları zorluklara dikkati çekerek, "Zor tabii ki halen maraton gibi devam ediyor." dedi.

Toplam 10 kişi olduklarını belirten Hikmet Temiz, bu nedenle iki araç kullanmak zorunda kaldıklarını söyledi.

Çocukların her döneminin farklı olduğunu ve aynı okula gittiklerini anlatan Hikmet Temiz, "Aynı okula gidiyorlar ancak ayrı sınıflardalar. Çocuklarımız tabii ki sosyal medyada konuşulmaya devam ediyor." diye konuştu.

Polonya kökenli anne Roksana Temiz de Alman medyasının ilgisinin sürdüğüne dikkati çekerek, çocukları büyütürken yaşadıklarını Başkonsolos Şanlı ile paylaştı.

- "Evde 8 çocuk nasıl oluyor?"

Başkonsolos Şanlı da altızların doğdukları zaman çok fazla habere konu olduklarını hatırlatarak, "Halihazırda sosyal medyada çok takip edilen bir aile altızlar. Bir de iki kardeşleri daha var, dolayısıyla 8 kardeşler. Ben de gerçekten merak ediyorum. Evde 8 çocuk nasıl oluyor? Belki biz de bu konuda tecrübelerinizden faydalanırız bizim evdeki durum bağlamında." diye konuştu.

Ailenin "Berlinli Altızlar" diye anılmasının Türk toplumunun aslında Berlin'le ne kadar fazla iç içe bulunduğunun önemli bir göstergesi olduğunu vurgulayan Şanlı, "Dolayısıyla beni ziyaret ediyorlar bugün, sağ olsunlar. Ben de onları misafir etmekten büyük mutluluk duyuyorum." dedi.

 

 

 

 

 

 

 

BERLİN (AA) - Almanya, fanatik Yahudilerin, işgal altındaki Doğu Kudüs'te bulunan Birleşmiş Milletler (BM) Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) Genel Merkezi'ne saldırısını kınadı.

 

Almanya Dışişleri Bakanlığının sosyal medya platformu X'teki İngilizce hesabından, UNRWA Genel Merkezi'ne düzenlenen saldırıya ilişkin açıklama yapıldı.

Bakanlık açıklamasında, "Doğu Kudüs'te UNRWA'ya karşı şiddet içeren protestoların artmasını kınıyoruz. İsrail, işgal altında bulunan Filistin topraklarındaki BM tesislerinin ve kurumun personelinin korunmasını sağlamalıdır." ifadesi kullanıldı.

Açıklamada, BM'nin Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te önemli görevlerini yerine getirebilmesi gerektiği belirtildi.

 

- UNRWA Genel Merkezi'ne saldırı

İsrailli fanatik Yahudiler, 7 Mayıs'ta İsrail'e bağlı Kudüs Belediye Başkan Yardımcısı Aryeh Yitzhak King'in çağrısıyla Doğu Kudüs'ün Şeyh Cerrah Mahallesi'ndeki UNRWA Genel Merkezi önünde protestoda bulunmuştu.

UNRWA Genel Komiseri Philippe Lazzarini de dün X platformundan yaptığı açıklamada, gösteriye tepki göstermişti.

 

Lazzarini'nin gösteriye ilişkin yayımladığı görüntüde, İsrailli protestocuların, UNRWA Genel Merkezi'nin kapısına vurması, döviz asmaya çalışması yer alıyor.

Philippe Lazzarini, "(İsrail'e bağlı) Kudüs Belediyesinin seçilmiş bir üyesinin çağrısıyla yapılan bu protesto, taciz, gözdağı, Vandallık ve BM mülküne zarar vermekten başka bir şey değildir." ifadesini kullanmıştı.

TARİHİMİZLE YÜZLEŞMEK - DÖNÜŞ ROMANINI NİÇİN YAZDIM?
 
İşte Sayın KAYIHAN'ın kaleminden "DÖNÜŞ"'ün hikayesi...
 
Son yıllarda bütün dünyada adından en çok söz edilen ülke, benim memleketimdir, Türkiye’dir; ne var ki, özellikle batılı devlet adamlarının, politikacılarının, yayın kuruluşlarının, yazarlarının büyük çoğunluğu memleketime sürekli olarak olumsuz açıdan yaklaşmakta, bazen en sabırlı olanlarımızı bile çileden çıkaran yorumlar yapmaktadırlar; biz de bu duruma şaşıp kalmaktayız.
 
Tamam, biz sıcak kanlı bir milletiz; tez öfkeleniriz ama küsmeyi bilmeyiz, ayranımız tez kabarır ama çabuk unuturuz, bağırıp çağırırız ama kin tutmayı bilmeyiz, sık sık ekonomik krizlere girer çıkarız ama misafirseverizdir, elimizde avucumuzda olanıbölüşmeyi severiz... Birmillet için bu özellikler az şey midir?..
 
Bize ikide birde tarihinizle yüzleşin diyorlar; iyi de, biz zaten tarihle iç içe yaşayan bir milletiz. Hem ne varmış bizim tarihimizde yüzleşilecek? Tamam, benim atalarım Viyana önlerine geldiler, Afrika’ya uzandılar, Ortadoğu’ya indiler; savaşlar yaptılar, vurdular, vuruldular; bazen yendiler, bazen yenildiler. Benim atalarım olmasaydı dünya tarihi ne kadar yavan olurdu bir düşünsenize!
 
Anadolu’ya geldiler; Bizans’ın din taassubuyla ezim ezim ezmekte olduğu Ortadoks Ermenilere ayrı bir patriklik bağışladılar, İstanbul’a geldiler Haçlı Orduları eliyle harap olmuş bir şehri gül bahçesine çevirdiler. Biz Balkanları aşıp Alp Dağları’na erişince Haçlı Orduları ile üzerimize gelen, her defasında dövülüp Atlas Okyanusu kıyılarına kaçan Avrupa milletleri bizi tanıdıktansonradır ki hoşgörü diye bir kavramın varolduğunu öğrendiler. Latin dillerinde karmakarışık anlamına gelen Balkanlarda ayrı dil, ayrı soy, ayrı din ve inanışlarda olan bir sürü milleti kardeşçe bir arada nasıl yaşatığızı gördükten sonradır ki Katolikler ve  Protestanlar Yüz Yıl Savaşlarıyla, Otuz Yıl Savaşlarıyla birbirlerini yemekten vazgeçmeyi öğrenebildiler. Yalan mı?.. Her ne kadar Klise Türk korkusu yayarak Avrupalıların İslâm’a uzak durmasını sağladıysa da bunun gene kendilerine faydası olmadı mı? Bize karşı birleşmelerinde, hatta bugünkü Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan Klübü şeklinde oluşmasında bize karşı sürekli diri tuttukları Türk ve İslâm korkusunun payını kim inkâr edebilir? Avrupalılar tarihin hangi döneminde karşılarında bir düşman gölgesi peydah ederek bir arada olabildiler ki? Yüzyıllar boyu o gölge Türkler oldular, bir ara Demirperde’ye oynadılar, o perdeyi açınca yeniden eski düşmana döndüler. Irkçı oluşumlara bir baksanıza... Hangi ülkede olursa olsun, hepsinin söylemi aynı. Onların yabancılar, İslâm, tarihi doku falan demelerine bakmayın siz; bütün bu kelimelerin özetinde biz Türkler varız.
 
Tarih, bir milletin ne reddedebileceği ne de silip atabileceği bir mirastır; tarihi olayları ne değiştirebilirsiniz ne de şurasını kabul ediyorum, burasını kabul etmiyorum diyebilirsiniz; çünkü tarih, insanlığın ortak hafızasının hizmetindeki en yararlı bilimdir; ancak onun da araştırılması, bulunması, bilinmesi ve nesilden nesile aktarılması gerekir. Hele söz konusu sizin tarihiniz ise ve siz kendi tarihinizle ilgili olayları araştırmıyor, öğrenmiyor, yazmıyor, çocuklarınıza anlatmıyor, dünyaya duyurmuyorsanız, bunu başkaları yapar; o zaman bütün dünya, onların yazdıklarına, söylediklerine inanır; çünkü tarihiniz adına ortada var olan şey, sadece odur.
 
İyi de, bizden başka herkes bizim tarihimizle mi oturup kalkıyor? Otobüste, trende, bağda, bahçe de ellerinde hemen her zaman birer kitaplan gördüğümüz şu Avrupalılar, durmadan bizim tarihimizi mi okuyorlar? Elbette değil!
 
Almanya’daki ortadereceli okullarda okutulan bütün tarih kitaplarında Türk kelimesi sadece iki yerde geçiyor: “1453’te istanbul’u aldılar, 1683’te Viyana’yı kuşattılar.” Hepsi bu!
 
Peki sadece bu iki alıntıya dayanarak mı bizler hakkında böyle önyargılı davranıyorlar? Hani, neredeyse ağzımızla kuş tutttuğumuz halde kendimizi onlara bu yüzden mi beğendiremiyoruz?.
 
Elbette değil!
 
Peki suç tarih kitaplarının değilse, o zaman bize karşı bir türlü anlayamadığımız bu anlamsız önyargılarının kaynağı nedir? Edebiyat!.. Bence edebiyat! Hikayeler, tiyatrolar, şiirler, romanlar!.. İlla da romanlar!
 
İngiltere’de 1600’lü yıllarda, yani dedelerimizin az ötedeki Alp Dağları’na geldikleri günlerde tam 20 ayrı tiyatro eseri kaleme alınmış. Hem de Türklerin yüzünü bile görmeyenler tarafından... Üstelik gerçekle ilgisi olmayan şeyler anlatılarak, ağıza bile alınmayacak sıfatlar kullanılarak...
 
1571 yılında bütün Avrupa ülkelerinin donanmaları birleşmiş ve bir İspanyol amiralin komutasında Lepanto Deniz Savaşı’nda nasıl olduysa Osmanlı donanmasını yenmişler...
 
Olabilir! Olabilir de, şu meşhur İngiliz yazarı Shakespeare hemen kaleme sarılmış ve bu olayla ilgili olarak Othello isimli eserini yazmış. İçinizde bu eserin adını duymayanlar var mıdır bilmem, ama dünyadaki insanların %90’ı Othello’yu bilirler... İşte bu Othello eserinin açtığı çığır yüzündendir ki, bu günkü modern İspanya’da bile her yıl Lepanto deniz zaferi bayram olarak kutlanır. Bu Shakespeare arkadaş sadece Othello’da değil, bir çok eserinde biz Türklere yüklenmeden duramaz: 4. Henry’de, As You Like It’de, Kral 5. Heinrich’te, III. Richard’ta, Kral Lear’de... Gerçi adam ne yapsın, o dönemde insanlık yıldız deyince güneşi, devlet deyince bizi görüyor; kibirli millettir bu İngilizler, bükemedikleri eli öpme alışkanlıkları yoktur, öper gibi yapıp ısırırlar illâ…
 
Peki, sadece Shakespeare mi yapmış bu işi? Değil tabii... Marlowe, Rouseu, Diderot, Richard Knolles, Montesquieu, Hobbes, Bernier, Puskin, Lord Byron... Hele bu Lord Byron! Bir zamanlar Osmanlı Sultanı’nı uzaktan şöyle bir görebilmek için aracılarıyla haftalar boyunca saraya gidip gelen, topraklarımızda süklüm püklüm dolaşan bu adam, bütün şiir kitaplarında iftiralar, yalanlar, hasta ruhunun iğrenç yansımaları ile Avrupalıları bize karşı kışkırtmakla uğraştı. Şiirlerinin etkisinde kalanları etrafına toplayarak kurduğu özel bir ordunun önüne düşüp topraklarımıza tepesine Eşil külâhı giyip savaşmaya geldi.
 
İşte o ve benzerlerinin Avrupalıların kafasında zaten Ortaçağ’dan beri varolan Türk Klişesine edebiyat yoluyla cila üstüne cila vurmalarıdır ki bize karşı bu olumsuz bakışlarını kemikleştirmiş, hakkımızdaki her suçşama sokaktaki adam tarafından derhal kabul edilir olmuştur. Şu Rus edebiyat dilinin babası sayılan Puşkin’e de bir çift lâf edip Dönüş romanımı yazmaya niçin karar verdiğimi anlatacağım. Puşkin büyük şâirdir elbette ama bu Byraon’un etkisinde kalarak bize şiirlerinde etmediği hakaret de kalmamıştır. Hatta yiğidim Byron’a özenmiş, 93 harbinde gönüllü subay adayı rütbesiyle bize karşı savaşmak için Erzurum’a da gelmiş. Gerçi sıkıyı görünce birkaç ay içinde soluğu Petersburg’ta, bütün Rusya’nın en güzel kızı sayılan sevgilisi Natalja Nikolajewna’nın yanında almıştır ama Sırp isyanı’nı destekleyen şiirlerinde, özellikle Kara Yorgi’nin Kızına şiirinde ettiği küfürler onun gibi bir şâirin ağzına yakışan şeyler değildir. Ne çare ki o da Rus halkının biz Türklere karşı olumsuz bakıyor olmasının birinci dereceden edebî suçlusudur.
 
 
Ya Almanlar, deyip bir paragraf daha açarsam Dönüş’ü niçin yazdığım sır olmaktan çıkacaktır…
 
Hani, Kara Mustafa Paşa’nın neredeyse tarihten silivereceği, I. Dünya Savaşı’nda Waffenbrüder’imiz olarak ciğerlerimize kadar her şeyimizi bilen Almanlar var ya, onların büyük çoğunluğu bizi sadece Karl May isimli bir romancının yazdıklarıyla tanırlar. Sokakta beni gördüğünde gözlerinin önünde Karl May’in bilmem ne beyi tarif ederken yazdıkları canlanır. Sarık, sakal, enli bir kuşak ve kuşağa sokulu bir hançer… İşin gülünç tarafı bu Karl May de hayatında ne Türkiye’ye gelmiş ne de bir Türk’le oturup bir fincan Türk kahvesi içimiştir. Tamam, sanatçıdır, öyle hayâl etmiş, öyle yazmıştır, itirazım yok… Osmanlı Türkiyesi’ndeki Ermeni İsyanı’nı bu Almanlar iyi bilirler; İngiliz, Rus ve Fransızlar bizi bitirmeyi kafalarına koydukları, içimizdeki her unsuru kışkırttıklarını da biliriz, güya savaş ortağımız Almaların onlardan geri kalmadıklarını da… Doğu Cephemizi sıkıştırıp duran Ermeni komitacılarını yerel destekten mahrum bırakmak için Ermenilerin güney illerimize sürülmelerini onların istediğini de… Ama bugünkü Almanlara göre bu bir gçöürme olayı değil, düpedüz soykırım.  Bakın burada gene edebiyatı suçlayacağım ama lâfı uzatmadan Dönüş romanına döneyim.
 
Yıllar önce Bayburt’ta bir kahvehanede o zamanlar 87 yaşında olan bir adamla tanıştım. Önüme tabağında ne şeker ne de kaşık olan çay tabağını bırakıp dönen garsondan şeker ve çay kaşığı istemiştim. İhtiyar benim Bayburt’un yerlisi olmadığımı oradan anlamış. Nerelisin, necesinle başlayan sohbetimiz ilkin yaşına, ardından yaşadıklarına geldi; iki gün daha yanına gittim. Rus işgali dönemine ait öyle şeyler anlattı ki kanım dondu. Daduzar’a, Şehit Osman’a, Kop Geçidi’ne, Taş Han’a ve Kızkardeşler Kuyusu’na birlikte gittik. Duduzar’da Dede Korkut Hikâyeleri’nde adı geçen Baybeğrek’in beşmetreuzunluğundaki mezarının bulun duğunu, şehit Osman’da şehri Rus Orduları’na karşı savunan efsanevi bir kahramanın yattığını, Kop Geçidi’nde akla, hayâle sığmayan Çanakkale benzeri savunma savaşlarının verildiğini ve on binlerce insanımızın şehit düştüğünü biliyordum; ancak o güne kadar Taş Han ve Kız Kardeşler Kuyusu hakkında hiçbir şey işitmemiştim. Konuştuğum başka yaşlılar, “Hey oğlum, nice kuyulara, nice çukurlara doldurdular insanlarımızı bir bilsen…” demişlerdi. Onlar biliyorlardı ama, bunlardan bırakın dünyayı, biz Türklerin bile haberi yoktu. Anlattıkları dayanılır şeyler değildi. Bunları yapanlara çok öfkelenmiştim. Ve sormuştum: “-Peki sonra?..” Sonrasını da yazdım Dönüş’te...
 
Dünyanın çeşitli ülkelerinde, bu arada Alman ya’da son zamanlarda giderek artan bir şekilde Ermeni soykırımından sözediliyor, parlamentolarında yasalar çıkartılıyor, boy boy anıtlar dikiliyor; bu anıtların başında toplanan insanlar, zavallı kurbanlar için göz yaşı döküyor, canavar Türkleri lânetliyorlar. Kimsenin gerçeği araştırıp soruşturmak umurunda bile değil... Anadolu toprağının çığlığını duyan yok! El bir yana, o toprağın çocuklarının kendi atalarının başına gelenlerden haberi var mı? Oysa, Anadolu toprağının derinliklerinde kimsenin bilmediği, görmediği, bildirmediği yüzlerce anıt var.
 
Dönüş, tarihe dönüşün, tarihle yüzleşmenin romanıdır; ama aynı zamanda Dönüş, 100 yıl ön ce başımıza gelen olayları çıkaranların aynı topraklara bir başka kimlik, bir başka yöntemle bugün yeniden geri dönüşlerinin de habercisidir.
 
Tamam, tarih doğruları söyler; önemli olan tarihimizdeki iyi ya da kötü bir olayı, bizim nasıl anladığımız, ondan nasıl ders aldığımızdır: Bir edebiyatçı, bir romancı, tarihte meydana gelen olaylardan ötürü birilerine kin duymak, okuyucularını birilerine kin duymaya sevketmek hakkına sahip değildir; zira her sanatçı gibi bir romancının görevi, daha temiz bir toplumun, daha yaşanılabilir bir dünyanın, bütün insanlar arasında daha sıcak kardeşlik duygularının ge liş mesine katkıda bulunmak olmalıdır; ne yazık ki, bu her zaman böyle olmuyor.
 
Avrupalılar meselâ Türk-Ermeni ilişkileri hakkında tarihi olarak hiçbir şey bilmiyorlar; peki bu konuda sahip oldukları bu ön yargının sebebi sadece Ermeni diasporasının çalışmaları mıdır? Hayır! Bu ön yargıların asıl sebebi, gene bir roman, Franz Werfel adında bir yazarın kaleme aldığı Musa Dağı’nda 40 Gün isimli bir romanıdır. Avrupalılar, bi raz da Türklere karşı öteden beri gelen olumsuz bakış açılarından ötürü bu romanda anlatılan her şeyi gerçek saymakta ve inanmaktadırlar. Bizim gibi sanat ve edebiyata pek ilgi duymayanlar da bu ön yargıların sebebini anlamakta zorluk çekmektedirler; ama, imaj denilen şeyin ne askeri ne de ekonomik başarılarla değil, ancak kültür ve sanat alanında güçlenmekle değişip oluşabileceğini kavrayamamaktadırlar.
 
Televizyonlarda birkaç gün içinde saman alevi gibi geçip gidecek ipe sapa gelmez konuları işleyen dizi filmlere odaklanan beyinlerin okuma, düşünme ve kavrama alışkanlığını, üretme yeteneği kaybedeceğini, ortaya çıkan boşluğu bizim adımıza başkalarının dolduracağını, bunun da genel likle olumsuz yönde olacağı nı mutlaka anlamamız; bizi tarihi gerçeklere göre ve biz olarak anlatan seslere kulak ve destek vermemiz gerekmektedir.
 
Sizin için konuşanların sesi kısılırsa, dünya, 2 milyon Ermeniyi, 40 bin Kürdü öldür düler, diyen güyâ sizden birilerine inanır. Size de bu pirincin taşını ayıklamak düşer! Oysa, o dönemin görgü tanıkların dan biri, Ermeni asıllı İstanbullu hemşehrimiz Ağavni teyzenin bildiklerini bu güne kadar ne kitaplar yazdı ne de televizyon dizileri işledi.
Ama işte, oh olsun ki, Dönüş’te ben yazdım!
 
 

 

 

Die Kandidatin auf Listenplatz Nummer 1 wartet auf die Unterstützung der Wähler/innen mit Migrationshintergrund

 

 Werdegang von Christine Singer

  • Geboren 1965 in Weilheim / Oberbayern
  • Bäuerin und Hauswirtschaftsmeisterin
  • Landesbäuerin des Bayerischen Bauernverbands seit 25 Jahren dort ehrenamtlich engagiert
  • Langjähriges Engagement für das Miteinander im ländlichen Raum

 

 

Schwerpunkte

Die Versorgung mit Lebensmittel ist ein hohes Gut. Krisenzeiten zeigen uns, wie wichtig die Selbstversorgung mit den Lebensgrundlagen Ernährung und Energie für uns ist.

Mittelstand entlasten: 

Die überbordende Bürokratie lähmt und zerstört den Mittelstand. Sie behindert regionale Unternehmen, die es für einen lebendigen ländlichen Raum braucht.

 

Angepasste Standards für Importe in die EU: 

Handelsabkommen mit Drittländern müssen aus ökologischen, sozialen und ökonomischen Gründen den Qualitäts- und Prozessstandards der EU entsprechen.

 

Sicherheit stärken: 

Die gemeinsame Verteidigungs- und Sicherheitspolitik muss stark sein. Unsere Cybersicherheit muss für deutlich mehr Resilienz gegen Cyberbedrohungen sorgen. Wir müssen dafür sorgen, dass „Made in Germany“ ein Qualitätsversprechen bleibt.

 

 

Aksaray Üniversitesi (ASÜ), Kültür, Tarih ve Entegrasyon Araştırmaları (IKG) Enstitüsü iş birliğiyle "Kültür, Tarih, Ekonomi ve Siyaset Bağlamında Türkiye-Almanya İlişkileri" konulu bir konferans düzenledi.

 

Bir selamlama konuşması yapan ASÜ Rektörü Prof. Dr. Alpay Arıbaş, Türkiye-Almanya ilişkilerinin Osmanlı’ya uzanan derin köklere sahip olduğunu söyledi. İkili ilişkilerin Birinci Dünya Savaşı’nda müttefikliğe dönüştüğünü ifade eden Rektör Arıbaş, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Türkiye, yerle bir olan ve kalkınma hamlesi için iş gücüne ihtiyaç duyan Almanya’ya destek vermiştir. 30 Ekim 1961 tarihinde yapılan bir anlaşmanın ardından Türk insanı, iş gücü olarak Almanya’ya gitmeye başlamıştır. Bu süreç her iki ülkenin daha da yakınlaşmasına vesile olmuştur” dedi. Rektör Arıbaş, “Şu anda Avrupa’da önemli bir Türk nüfusu var. Bu nüfusun büyük kısmı Almanya’da yaşıyor. Almanya’da yaşayan Türkler arasında Aksaray, Konya gibi Orta Anadolu coğrafyasının insanlarının da ağırlıkta olduğunu biliyoruz” dedi. Rektör Arıbaş, konuşmasının son kısmında, Avrupa’da yaşayan Türklerin Türkiye ile Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkilerde köprü olduklarını da belirtti ve bu hususta farklı çalışmalar yapılması gerektiğini kaydetti.

 


Almanya IKG Enstitüsü Başkanı Dr. Latif Çelik, geniş bir perspektif üzerinden Türkiye-Almanya ilişkilerini anlattı. Türkiye’nin Avrupa’da en yoğun şekilde Almanya ile temas halinde olduğunu söyleyen Latif Çelik, sürecin tarihsel ve güncel boyutları hakkında bilgiler verdi.


Dr. Latif Çelik devamla, “Türkiye ile Almanya çok boyutlu ilişkilere sahiptir. Her iki ülke arasında kökleri tarihin derinliklerinde olan ciddi ve bir o kadar da karmaşık bir ilişkiler yumağı görüntüsündeki derin stratejik ilişkiler var. Her iki taraf da bunun bilincinde olarak ilişkileri germemeye özellikle dikkat etmektedir. Ancak Almanya ve Türkiye’nin birbirinden uzaklaşıp gerginleşmeden bu ilişkilerin anlamlandırılması çok önemlidir” şeklinde konuştu.

Türk-Alman ilişkilerinin Almanya ve Türkiye coğrafyalarındaki izlerini bir araya getirmek için ciddi çalışmalar yaptıklarını belirten Dr. Latif Çelik konuşmasının devamında, “Almanya’da Türk özleri ve Türkiye’de Alman özleri adlı kitaplar en çok satan eserlerin başında gelmektedir. İki dilde yazılan bu eserlerin okuyucularının daha çok Almanlar olduğunun ortaya çıkması ise çok önemli. Kültür tarihi alanındaki çalışmalar arttıkça Türk-Alman ilişkilerinin sağlıklı bir düzlemde devam edeceğine olan inancımız tamdır” şeklinde konuştu.

 


Dr. Latif Çelik Türk-Alman ilişkilerinin devasa boyutlarında geniş bir ufuk turu gerçekleştirerek 8 asır öncesinden günümüze kadar gelen dönemi konferans salonundaki dinleyicilere aktardı. Düzenlenen etkinlik ve konferans sonunda soruların yanıtlanması ve plaket takdiminin ardından sona erdi.