Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

Savaşlar ve Depremler

Februar 22, 2023

 

1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta tam bir soykırım yaşadık.

Hristiyan olmadığımız için 1963 yılında BM’den bizlere atılan kötü bir kazık ve Rumların kalleşçe uluslararası siyasi bir ayak oyunu ile eli kanlı papaz Makarios’un başında olduğu yönetim, Kıbrıs adasının tek tanınan resmi hükümeti olarak adaya hakim ve egemen oldu.

 

Bizler Kıbrıslı Türklere karşı Makarios hükümetinin astığı astık, kestiği kestikti. Yolda, belde, tarlada, çarşıda, pazarda, bankada, mağazada veya herhangi bir yerde yakaladığı Kıbrıslı Türkleri ensesine kurşun sıkıp, içi kireç dolu kuyulara atmış olan hiçbir Rumun mahkemeye çıkarıldığını ve cezalandırıldığını duymadım, görmedim, işitmedim ve Rum gazetelerinde de benzeri bir haberi okumadım.

 

Bu soykırım dönemi yılları içinde üniversiteyi bitirip adaya döner dönmez gönüllü mücahit oldum. Boyumun- kilomun uygun olması nedeni ile komando bölüğüne verildim. Mağusa’daki ilk iki aylık temel eğitimden sonra daha da zorlusu için bir aylık eğitim için gönderildiğim St. Hilarion’da canımı çıkardılar desem yeri var. Karavana ve yemek yoktu. Biz bulduğumuzu yemek zorundaydık ama sabah ve akşam sıcak çayımız vardı.

 

Terhis olduktan sonra mücahitliğimin bittiğini sanmıştım ama iki gece evde kalırken, üçüncü gece Sancak Karargah binasında (Bölge komuta merkezi) nöbete girmeye başladım. Rumların silahlı saldırılarına karşı koyabilecek 18-65 yaş arası erkek sayısı az olduğundan tam zamanlı mücahitliğimiz bittikten sonra yarı zamanlı olarak mücahitliğim devam etti Barış Harekatına kadar.    

 

10 Temmuz 1974 gecesi yayınlanan bir emirle sarı alarm ilan edildi. Birkaç saat içinde mükemmel bir organizasyonla silahlarımızı aldık, mevzilerimizi hazırladık, donandık ve savaşa hazır hale geldik. 15 Temmuz sabahı Yunanistan’daki Albaylar Cuntası Makarios’a karşı darbe yapınca da kırmızı alarm ilan edildi. Bizler de önlemlerimizi arttırdık, adeta mermileri namluya sürdük ve eller tetikte beklemeye başladık.       

 

20 Temmuz 1974 sabahı Mehmetçik, bizleri Rumların boyunduruğundan ve adayı enosisten kurtarmak amaçlı Girne kıyılarından adamıza ayak basınca korkunç bir savaş başladı. 15 Ağustos akşamüstü Mağusa’da Mehmetçikle kucaklaşınca artık savaş bitmiş, zafer bizim olmuştu. Rumlardan kurtulmuş, topraklarımızda özgür ve egemen olmuştuk.

 

Bunları niçin mi anlattım.

“Mağusa Mağusa olalı böyle acı görmedi” dediğimizde bize “küvetteki çocukları unuttunuz galiba” diyenlere cevap olsun diye…

Ne küvetteki şehitlerimizi unuttuk, ne uğradığımız katliamları, ne de kayıplarımızı…

Lakin biz savaşta, düşmanımızın kim olduğunu, elindeki silahları, asker sayısını ve nerede olduğunu çok iyi biliyorduk. Savaşın başında Rumların lehine olan güç dengesi süreç içinde Türklerin lehine dönünce, savaştan zaferle çıkan biz olunca üzüntülerimiz acılarımız bir nebze de olsa dindi.

 

Ama deprem bambaşka bir olay. En hazırlıksız, en beklenmedik, en gafil avlandığımız...

İnsani mücadele ile karşı koymanın, güç dengesini lehimize çevirmenin olanaksız olduğu, kazananın olmadığı bir ölüm kalım hesaplaşması, çaresizlik…

Ortada savaşacağın biri yok, düşman yok. Kestiremiyorsun, kaçamıyorsun ve en kötüsü de korunamıyorsun.

Şimdi anladınız mı acımızın neden bu denli büyük olduğunu?

 

Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN

Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi

KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı

 

 

1963-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta tam bir soykırım yaşadık.

Hristiyan olmadığımız için 1963 yılında BM’den bizlere atılan kötü bir kazık ve Rumların kalleşçe uluslararası siyasi bir ayak oyunu ile eli kanlı papaz Makarios’un başında olduğu yönetim, Kıbrıs adasının tek tanınan resmi hükümeti olarak adaya hakim ve egemen oldu.

 

Bizler Kıbrıslı Türklere karşı Makarios hükümetinin astığı astık, kestiği kestikti. Yolda, belde, tarlada, çarşıda, pazarda, bankada, mağazada veya herhangi bir yerde yakaladığı Kıbrıslı Türkleri ensesine kurşun sıkıp, içi kireç dolu kuyulara atmış olan hiçbir Rumun mahkemeye çıkarıldığını ve cezalandırıldığını duymadım, görmedim, işitmedim ve Rum gazetelerinde de benzeri bir haberi okumadım.

 

Bu soykırım dönemi yılları içinde üniversiteyi bitirip adaya döner dönmez gönüllü mücahit oldum. Boyumun- kilomun uygun olması nedeni ile komando bölüğüne verildim. Mağusa’daki ilk iki aylık temel eğitimden sonra daha da zorlusu için bir aylık eğitim için gönderildiğim St. Hilarion’da canımı çıkardılar desem yeri var. Karavana ve yemek yoktu. Biz bulduğumuzu yemek zorundaydık ama sabah ve akşam sıcak çayımız vardı.

 

Terhis olduktan sonra mücahitliğimin bittiğini sanmıştım ama iki gece evde kalırken, üçüncü gece Sancak Karargah binasında (Bölge komuta merkezi) nöbete girmeye başladım. Rumların silahlı saldırılarına karşı koyabilecek 18-65 yaş arası erkek sayısı az olduğundan tam zamanlı mücahitliğimiz bittikten sonra yarı zamanlı olarak mücahitliğim devam etti Barış Harekatına kadar.    

 

10 Temmuz 1974 gecesi yayınlanan bir emirle sarı alarm ilan edildi. Birkaç saat içinde mükemmel bir organizasyonla silahlarımızı aldık, mevzilerimizi hazırladık, donandık ve savaşa hazır hale geldik. 15 Temmuz sabahı Yunanistan’daki Albaylar Cuntası Makarios’a karşı darbe yapınca da kırmızı alarm ilan edildi. Bizler de önlemlerimizi arttırdık, adeta mermileri namluya sürdük ve eller tetikte beklemeye başladık.       

 

20 Temmuz 1974 sabahı Mehmetçik, bizleri Rumların boyunduruğundan ve adayı enosisten kurtarmak amaçlı Girne kıyılarından adamıza ayak basınca korkunç bir savaş başladı. 15 Ağustos akşamüstü Mağusa’da Mehmetçikle kucaklaşınca artık savaş bitmiş, zafer bizim olmuştu. Rumlardan kurtulmuş, topraklarımızda özgür ve egemen olmuştuk.

 

Bunları niçin mi anlattım.

“Mağusa Mağusa olalı böyle acı görmedi” dediğimizde bize “küvetteki çocukları unuttunuz galiba” diyenlere cevap olsun diye…

Ne küvetteki şehitlerimizi unuttuk, ne uğradığımız katliamları, ne de kayıplarımızı…

Lakin biz savaşta, düşmanımızın kim olduğunu, elindeki silahları, asker sayısını ve nerede olduğunu çok iyi biliyorduk. Savaşın başında Rumların lehine olan güç dengesi süreç içinde Türklerin lehine dönünce, savaştan zaferle çıkan biz olunca üzüntülerimiz acılarımız bir nebze de olsa dindi.

 

Ama deprem bambaşka bir olay. En hazırlıksız, en beklenmedik, en gafil avlandığımız...

İnsani mücadele ile karşı koymanın, güç dengesini lehimize çevirmenin olanaksız olduğu, kazananın olmadığı bir ölüm kalım hesaplaşması, çaresizlik…

Ortada savaşacağın biri yok, düşman yok. Kestiremiyorsun, kaçamıyorsun ve en kötüsü de korunamıyorsun.

Şimdi anladınız mı acımızın neden bu denli büyük olduğunu?

 

Necati Suözer yaptığı bilgilendirme amaçlı açıklamada şu görüşlere yer verdi.

 

Türkiye´deki depremzedelerin geçici olarak Almanya´daki yaşan birinci ve ikinci derece akrabalarının yanına gitmeleri durumunda Büyükelçilik ve Başkonsolosluklardan istenilen belgelerden bir tanesi de sağlık sigorta belgesidir.

 

Sağlık sigortasını hemen hemen Türkiye´de bulunan bütün özel sigorta kurumları anlaşma içinde bulundukları bankalar üzerinden yapılmaktadır. Özel sağlık sigorta işlevinde Rücktransport yani tıbbi donanımlı bir uçak ile buradan hasta olan şahısın Türkiye´ye geri götürülmesi durumu muhakkak teyit ettiriniz. Yurtdışı sağlık sigortası sadece acil sağlık hizmetlerini içerir yani mevcut hastalıklardan ötürü  tedavi amaçlı olarak kullanılmaz.

 

Bu sigortadan hariç, Türkiye ve Almanya arasında Sosyal Güvenlik Anlaşması vardır. Bu anlaşma gereği Almanya´ya gelen sigortalı SGK´dan acil sağlık hizmetlerinin Almanya´da verilebilinmesi için A/T 11 belgesini alıp gelmeleri yararlarına olacaktır.  Bu gelen belge ile size en yakın olan kendinizde üye olduğu sigorta kurumuna elinizdeki evrakla başvurunuzu yapabilirsiniz.  Şayet gelen şahısın kronik rahatsızlığı var ise A/T 12 belgesini alıp getirmesi daha faydalı olur. O zaman rahatsızlığı ile ilgili hizmet alımında acil ibaresine bakılmadın hizmet alabilir.

 

Bu teknik bilgiler ile siz değerli okurlarımızı bilgilendirdiğimizi ümit ediyorum.

 

Tekrar milletimizin başı sağ olsun, ölülerimize Allah´tan rahmet, yaralılarımıza da acil şifalar diliyorum.

 

Necati Suözer

AOK Hessen Yetkilisi

Aktueller Marktkommentar von Serdar Kucukakin, Senior Sovereign Research-Analyst bei Aegon Asset Management:

Die Märkte begehen „Cherry Picking oder Rosinenpickerei“, d. h. sie suchen sich das aus, was am besten zu einem positiven Ausblick passt. Meinungsverschiedenheiten über die wirtschaftliche Entwicklung sind normalerweise ein gutes Zeichen für ein ausgewogenes Gesamtbild. Unabhängig von der Phase des Konjunkturzyklus gibt es immer positive und negative Faktoren zu berücksichtigen. Betrachtet man jedoch die aktuelle Marktstimmung, so ist dieses Gleichgewicht verschwunden. Es gibt keine Pessimisten mehr, nur noch „normale Optimisten und "Superoptimisten".

 

Die „Superoptimisten“ glauben, dass insbesondere die Fed eine weiche Landung der Wirtschaft herbeiführen wird. Die Inflation wird ihrer Meinung nach deutlich zurückgehen, ohne die Wirtschaft in den negativen Bereich zu drücken. Dadurch würde der Anstieg der Zinssätze gestoppt werden, während Aktien einen Aufschwung erführen. Mit Blick auf das Jahr 2024 wird dies angeblich einen Rückenwind für die wirtschaftliche Wiederbelebung schaffen.

 

Die "normalen Optimisten“ räumen ein, dass es zwar eine harte Landung, d. h. Rezession, geben wird. Sie sind jedoch davon überzeugt, dass diese eher harmlos ausfällt. Diese "milde Rezession" wird sogar als willkommen angesehen, weil sie zu einer dringend benötigten Lockerung auf dem Arbeitsmarkt führt. Dieses Szenario ist zwar weniger positiv, aber immer noch ein einigermaßen wünschenswertes Ergebnis für die Märkte. In diesem Szenario würden Anlageklassen wie Aktien einen Rückschlag erleiden, allerdings nur einen leichten.

 

Beide Szenarien sind zwar durchaus möglich, aber nicht die einzigen. Die Diskussion über andere Szenarien scheint jedoch verschwunden zu sein. Es ist das erste Mal in meiner Investmentlaufbahn, dass ich andere Wirtschaftswissenschaftler abschätzig über eine bevorstehende Rezession sprechen höre. Ich habe sogar einen Kommentator enthusiastisch sagen hören: "Machen Sie sich keine Sorgen. Wir sind sehr gut aufgestellt, um mit der bevorstehenden milden Rezession fertig zu werden". Was ist zunächst einmal mild an einer Rezession, die nach dem Konsens der Eurozone ein ganzes Jahr andauern könnte? Die technische Definition einer Rezession liegt bei nur zwei Quartalen wirtschaftlicher Schrumpfung. 

 

Wunschdenken

Wenn man sich die Daten ansieht, auf die sich Ökonomen und Märkte bei ihrer Entscheidungsfindung stützen, ist es leicht, Informationen herauszupicken, die ihre Vorurteile bestätigen. Nennen wir es "Cherry Picking oder Rosinenpicken". In den USA beispielsweise sind die PMIs für das verarbeitende Gewerbe und den Dienstleistungssektor in den Bereich der Kontraktion gefallen. Dies ist ein klares Signal für die künftige wirtschaftliche Entwicklung. Gleichzeitig hat sich die Arbeitslosenquote jedoch nicht so negativ entwickelt und bleibt recht niedrig. Es ist zwar wahrscheinlich, dass sich der Arbeitsmarkt mit der Zeit entspannen wird, aber das ist noch nicht abzusehen.

 

Optimisten zufolge ist diese Lockerung notwendig und ein erwartetes Ergebnis der Zinserhöhung, die sich selbst korrigieren und so eine harte Landung vermeiden wird. Da es keine Anzeichen für eine Lockerung auf dem Arbeitsmarkt gibt, stützen BIP-Prognosemodelle wie das der Atlanta Fed diese Ansicht. Wenn man die Ergebnisse der Umfrage, des Arbeitsmarktes und des BIP-Modells nebeneinanderstellt, kann man das „Rosinenprinzip“ perfekt anwenden, denn jede dieser Ansichten ist nachvollziehbar.

Europa scheint in der Frage, ob es eine Rezession geben wird oder nicht, eindeutiger zu sein. Ja, es wird sie geben, so die einhellige Meinung. Aber je nachdem, was man betonen möchte, ist das Rosinenpicken immer noch möglich.

In Deutschland zum Beispiel war der deutliche Rückgang der Stimmungsindikatoren im vergangenen Jahr ein klares Vorzeichen für das, was in diesem Jahr zu erwarten ist. Der enorme Rückgang der Fabrikaufträge (-11 % gegenüber dem Vorjahr im November 2022) hat diese Einschätzung nur noch verstärkt. Die jüngste Entspannung bei den Stimmungsindikatoren hat jedoch dazu geführt, dass sich das Kirchturmdenken wieder eingeschlichen hat.

 

Realistisches Szenario

Bei der Betrachtung der grundlegenden Faktoren, welche die wirtschaftliche Entwicklung in diesem Jahr bestimmen könnten, ist ein Schritt weg von den Daten und ein gewisses Maß an Realismus erforderlich. Die Inflation war im vergangenen Jahr höher als der Nominallohnanstieg, und das könnte auch in diesem Jahr so bleiben. Diese negative Wechselwirkung zwischen Lohnwachstum und Inflation ist ein eindeutiges Problem für die Kaufkraft der Verbraucher.

 

Die Verbraucherausgaben sind die wichtigste Stütze des Wirtschaftswachstums. Die angespannte Lage auf dem Arbeitsmarkt spielt bestenfalls eine neutrale Rolle. Wenn der Arbeitsmarkt angespannt bleibt, wird er die Kaufkraftschwächung nicht verstärken. Wenn er sich aber lockert, wird er die Kaufkraftschwäche definitiv verschärfen. Es gibt eine weitere Entwicklung, die sich negativ auswirken wird. Die Zentralbanken haben die Zinsen bereits deutlich angehoben. Aber es wird noch mehr kommen. Selbst die größten Optimisten würden zustimmen, dass höhere Zinsen die Ausgaben von Verbrauchern und Unternehmen bremsen.

 

Hypothetisch gesehen könnte der Nominallohnanstieg in diesem Jahr die Inflation übersteigen und so den Kaufkraftverlust teilweise ausgleichen. Doch was würde in diesem Szenario passieren, wenn die zugrunde liegende Kerninflation in der Eurozone und den USA bereits auf einem hohen Niveau liegt? In diesem Fall wird das realistische Szenario sehr pessimistisch und die Volkswirtschaften galoppieren in die Stagflation. Das Problem mit der Aussage "Diesmal ist es anders" ist, dass es selten anders ist, wenn man in den Rückspiegel schaut. Wann haben wir das letzte Mal eine milde - oder gar keine - Rezession erlebt, obwohl die Kaufkraft der Verbraucher erheblich geschwunden ist, während die Zentralbanken die Zinsen aggressiv angehoben haben?

 

Neue Behandlung von Blutkrebs: „Sensor“ kann Tumorzellen erkennen und vernichten

 

CAR-T-Zelltherapie: Hinter dieser für Laien etwas kryptischen Bezeichnung steht eine noch ziemliche junge Form der Krebsbehandlung, die seit Kurzem am Klinikum Nürnberg angeboten wird. Dabei werden körpereigene Zellen von Menschen mit bestimmten Formen von Blutkrebserkrankungen gentech- nisch mit einer Art Sensor versehen, der Tumorzellen erkennen und vernich- ten kann.

Prof. Dr. Stefan Knop, Chefarzt der Klinik für Innere Medizin 5 (Schwerpunkt Hä- matologie und Medizinische Onkologie) am Klinikum Nürnberg, und die Lei- tende Oberärztin Dr. Kerstin Schäfer-Eckart sind froh, dass sie nach langer Vor- bereitungszeit mit vielen bürokratischen Hürden kürzlich die erste Patientin mit der CAR-T-Zelltherapie behandeln konnten. Die Studentin war vor zwei Jahren an akuter lymphatischer Leukämie erkrankt. Selbst eine Blutstammzelltrans- plantation konnte der jungen Frau nicht dauerhaft helfen – bereits einige Mo- nate später waren die Leukämiezellen zurück. Damit entsprach die 23-Jährige genau der „Zielgruppe“ von Patient*innen, die von der CAR-T-Zelltherapie pro- fitieren können.

 

T-Zellen werden zu „Krebsjägern“

T-Zellen, eine spezielle Gruppe der weißen Blutkörperchen, hat jeder Mensch im Blut. Sie sind für die Immunabwehr zuständig, finden kranke oder defekte Zellen und zerstören sie. Doch Krebszellen können sich für das Immunsystem unsichtbar machen. Die neue Therapieform verwandelt nun körpereigene T-Zel- len in erfolgreiche „Krebsjäger“.

Konkret läuft die Behandlung so ab: „Bei einer Art Blutwäsche werden Lympho- zyten aus dem Blut der Patient*innen herausgefiltert und tiefgefroren an spezi- alisierte Labors pharmazeutischer Unternehmen weitergegeben“, erklärt Ober-ärztin Dr. Kerstin Schäfer-Eckart. Dort werden sie durch gentechnische Verän- derungen mit neuen Rezeptoren (sogenannten chimären Antigen-Rezeptoren, daher CAR) ausgestattet, die die „getarnten“ Krebszellen erkennen können.

Über eine Infusion bekommen die Patient*innen einige Wochen später ihre auf- bereiteten Lymphozyten wieder zurück. „Diese neuen Abwehrzellen verfügen dann über ein Ankermolekül, das im Körper zielgerichtet an den Tumorzellenandockt und sie vernichtet“, erläutert Prof. Stefan Knop das Prinzip. Es umfasst also Eigenschaften einer Gen- und einer Immuntherapie. Diese T-Zellen bleiben dann als eine Art lebendes Arzneimittel im Körper.

Eingesetzt wird die Therapie bislang bei bestimmen Formen von Leukämie, bei Lymphknotenkrebs und multiplen Myelomen – und auch nur bei Betroffenen, bei denen andere Behandlungen wie etwa Chemotherapie oder Blutstammzell-transplantationen nicht angeschlagen haben. „Solchen Hochrisikopatienten, für die es noch vor ein paar Jahren keine weiteren Möglichkeiten gegeben hat, kön- nen wir nun dieses komplett neue Verfahren anbieten“, meint Schäfer-Eckart. Für die behandelnden Ärztinnen und Ärzte bedeutet es eine große Herausfor- derung, die weit fortgeschrittenen Erkrankungen so lange in Schach zu halten, bis die zeitaufwändige Aufbereitung der Lymphozyten abgeschlossen ist.

 

Die Überlebensrate steigt deutlich

Vor der Rückübertragung steht noch eine leichte Chemotherapie an, um das Ab- wehrsystem so zu unterdrücken, dass die „neuen“ T-Zellen bestmögliche Start- bedingungen vorfinden. Nach der Infusion müssen die Patient*innen etwa vier- zehn Tage in der Klinik bleiben, denn die Therapie kann heftige Nebenwirkungen auslösen. In wenigen Fällen reagiert das Immunsystem so stark, dass eine Ent- zündung des gesamten Körpers, ein sogenannter Zytokinsturm, mit hohem Fie- ber und Kreislaufreaktion entsteht. „Deshalb ist es unabdingbar, dass wir rund um die Uhr Zugriff auf alles haben, was die Akut- und Notfallmedizin zu bieten hat. Aber die nötige enge Zusammenarbeit mit allen beteiligten medizinischen und pflegerischen Disziplinen wird hier am Klinikum bereits vorbildlich gelebt“, meint Knop, der im November 2021 vom Universitätsklinikum Würzburg nach Nürnberg wechselte.

Die noch relativ junge Therapieform sichert etwa 40 Prozent der Patient*innen ein Überleben. „Das ist sehr viel für eine Erkrankung, für die man vorher gar keine Optionen mehr hatte“, gibt Schäfer-Eckart zu bedenken. Die Kosten – sie liegen im sechsstelligen Bereich – werden von den Krankenkassen übernom- men. Allerdings muss dazu vorher ein Antrag gestellt werden. Für die nächsten beiden „CAR-T-Zell-Kandidaten“ – ein junger Mann und eine Frau mittleren Al- ters – wurde die Therapie ohne Probleme genehmigt.

Bei anderen Krebsarten wie zum Beispiel Brust - oder Darmkrebs kann die The- rapie (noch) nicht eingesetzt werden. Solche Tumoren weisen auf ihrer Oberflä- che viele Ähnlichkeiten mit gesundem Gewebe auf. Die für solche Krebsarten programmierten T-Zellen würden dann nicht allein den Tumor angreifen. Wis- senschaftler suchen aber bereits nach Möglichkeiten, wie gesundes Gewebe verschont bleibt. „Die jetzt eingesetzten CAR-T-Zellen dagegen sind nur im im- mun-und blutbildenden System unterwegs, ihre Ankermoleküle sind gezielt auf die charakteristischen Oberflächeneigenschaften von Blutkrebszellen program- miert“, verdeutlicht Knop, der in seiner Zeit in Würzburg an der ersten Zulas- sungsstudie für die neue Therapie beteiligt war.

Die erste CAR-T-Zell-Patientin am Klinikum hat die Prozedur relativ gut über- standen, sie bekam nur leichtes Fieber. Aktuell kommt die Studentin jetzt ein- mal in der Woche zur Kontrolle in die Ambulanz. Sie ist voller Pläne: Als begeis- terte Fußballspielerin hofft sie, dass sie bald wieder ins Training kann. Wenn sie es etwas langsamer angehen lässt, so Oberärztin Kerstin Schäfer-Eckart, spricht bislang da nichts dagegen.

 

Bild 2: Die T-Zellen werden bei minus 160 Grad gelagert – so lange, bis sie im Rahmen der Therapie eingesetzt werden. Im Bild: Die Leitende MTA des Stamm- zellenlabors Manuela Stüwe (l.) mit der Leitenden Oberärztin Dr. Kerstin Schä- fer-Eckart.

Fotos: Giulia Iannicelli / Klinikum Nürnberg

 

 

Das Klinikum Nürnberg ist eines der größten kommunalen Krankenhäuser in Deutschland und bietet das gesamte Leistungsspektrum der Maximalversorgung an. Mit 2.233 Betten an zwei Standorten (Klinikum Nord und Klinikum Süd) und 8.400 Beschäftigten versorgt es knapp 100.000 stationäre und 170.000 am- bulante Patienten im Jahr. Zum Klinikverbund gehören zwei weitere Krankenhäuser im Landkreis Nürn- berger Land.

Die Paracelsus Medizinische Privatuniversität in Nürnberg wurde 2014 gegründet und ist zweiter Standort der Paracelsus Medizinischen Privatuniversität in Salzburg. In Nürnberg werden jährlich 50 Me- dizinstudierende ausgebildet. Das Curriculum orientiert sich eng an der Ausbildung der amerikanischen Mayo-Medical School. Die Paracelsus Medizinische Privatuniversität kooperiert zudem mit weiteren wis- senschaftlichen Einrichtungen im In- und Ausland.

 
 

TGMN Başkanı Bayraktar, Bavyera Başbakanı ve İçişleri Bakanına mektup yazdı.

Nürnberg Metropol Türk Toplumu (tgmn) Başkanı Bülent Bayraktar da Bavyera Başbakanı Markus Söder ile Bavyera İçişleri Bakanı Joachim Herrmann’a mektup yazdı. Bayraktar, bugün size insanlık adına sesleniyoruz diye başladığı mektubunda,Türkiye ve Suriye’de de binaları yerle bir eden depremde 17 binin üzerinde insan öldü. Yüzbinlerce kişi yaralandığını, çok sayıda kişinin kış aylarında evsiz kaldığını ve depreden sağ kurtulanlarda çetin kış koşullarında nerde kalacaklarını nereye gideceklerini bilemediğini açıkladı.


Bayraktar, kısa bir süre için olsada Almanya’da bulunan akraba ve arkadaşlarını burada müsafir etmek ve yaz ayına kadar burda kalacakları sıcak evlerde geleceklerini planlamak isteyeneler yardımcı olunması gerekir dedi. Türkiye’deki depremden kurtulup yaşam mücadelesi verenlerin geçici de olsa buralara yakınlarının yanına getirilmesi konusunda gereken duyarlılığın gösterilmesinin gerekliliğini vurguladı.

Haber: Ilhan Baba

 

 

 

 

Almanya'nın Hamburg ve Heilbronn kentlerinde  düzenlenen anma programı ile Türkiye'de meydana gelen deprem felaketinden etkilenenler için dua edildi.

 

Anma ve dua etkinlikleri düzenlendi

Almanya'nın Hamburg kenti belediye sarayı önünde ve Baden-Württemberg eyaletinin Heilbronn kenti şehir meydanında Türkiye'deki deprem felaketinden etkilenenler için anma ve dua etkinliği düzenlendi.

Anma ve dua etkinliklerine, Türkiye'nin Stuttgart Başkonsolosu Makbule Koçak, Hamburg DİTİB Dini Danışma Kurulu Başkanı Osman Dikeç, DİTİB Genel Merkez yönetim kurulu üyesi ve Baden-Würtemberg DİTİB Üst Kurul Başkanı Erdinç Altuntaş, DİTİB Nord Eyalet Birilği Başkanı Mehmet Gök, bölgede faaliyet gösteren sivil toplum örgütü temsilcileri, cami din görevlileri, kilise papazları ile çok sayıda Türk ve Alman hayırseverler katıldı.

 

DİTİB Nord Eyalet Birilği, IGMG Hamburg, Schura, Suriye Cemaatinin ortaklaşa düzenlediği Hamburg etkinliği, okunan selanın ardından Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı.

Hamburg Başkonsolosu Emine Derya Kara’nın selamlarını ileterek konuşmasına başlayan Hamburg DİTİB Dini Danışma Kurulu Başkanı Osman Dikeç, deprem felaketinin yaşandığı ilk günden itibaren yaraları sarmak amacıyla ayni ve nakdi yardımlarını esirgemeyen hayırseverlere, sivil toplum kuruluşlarına, Alman kuruluşlarına ve bilhassa Türkiye’ye gönüllü olarak giden Alman arama-kurtarma ekibine teşekkür etti.

 

Tüm insanlığın yanındayız

Sivil toplum kuruluşlarıyla, uluslararası yardım kuruluşlarıyla tüm imkanlarıyla deprem bölgesine bir an önce ulaşmak ve çalışmalara başlamak için canla, başla mücadele edildiğini belirten Dikeç, yaralar sarılıncaya kadar kardeşlerinin yanlarında olacaklarını söyledi. Deprem felaketinde vefat edenlere Allah’tan rahmet, yaralılara da acil şifa dileklerini ileten Dikeç, “Dünyanın neresinde olur ise olsun, dini, ırkı, mezhep ve meşrebine bakılmaksızın acı gününde tüm insanlığın yanındayız. Böyle bir günde de Türkiye’mizi asla yalnız bırakmayacağız. Ayrıca Hanau’daki faciada hayatını kaybedenleri de rahmetle anıyoruz.” dedi. Dikeç, anma programı organizesinde kendilerine yardımcı olan Hamburg belediyesine ve yerel yöneticilere teşekkür etti.

Heilbronn kenti Kiliansplatz Meydanı’nda depremde vefat edenler için düzenlenen anma programı, bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Sela ve Kur’an-ı Kerim tilavetinin ardından Kilise Papazı Devid Terino, “Türkiye ve Suriye’deki depremde çok sayıda çocuklar ve aileleri uykuda öldü. Hepiniz huzur içinde uyuyun dualarımız sizlerle” diyerek dua etti.

 

Birlik ve dayanışma içerisindeyiz

Türkiye'de yaşanan deprem felaketlerinin ardından tüm sivil toplum örgütlerinin yardım için seferber olduklarını belirten Stuttgart Başkonsolosu Makbule Koçak, din, dil, ırk ve renk gözetmeksizin birlik ve dayanışma içinde olduklarını söyledi. Koçak, konuşmasını şöyle sürdürdü: “Vatandaşlarımızın şehir meydanında düzenledikleri yardım kampanyasında yine çok duygulandık. Her gün elbirliğiyle çalışan hanımlarımıza çok teşekkür ediyorum. Bir haftadır satış yapıyorlar ve burada elde ettikleri yardımları ülkemize gönderiyorlar. Burada toplanıp birlikte dua eden hem vatandaşlarımızdan ve birçok farklı milletten Heilbronn'da yaşayanlara teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyorum. Bu birliktelik ve beraberlikle inşallah zor süreçlerinde üstesinden geleceğiz. Heilbronn'a teşekkür ediyorum” dedi.

Heilbronn şehrinin merkezine 1 hafta boyunca kurulan yardım çadırında satışlardan ve bağışlardan toplanan 78 bin 577 Euro nakit yardım depremzedelere gönderildi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Aziz Türk Devleti Aziz Türk Milleti,

Üniversitelerde uzaktan eğitime geçilmesinin sakıncaları Kovit-19 süresince görülmüştür. Bunu hem öğrenciler hem de öğretim elemanları bilmektedir. Depremzedelerimiz için öğrencilerimizin kaldığı “Kredi ve Yurtlar Kurumunun yurtları” yerine Devletimizin sahip olduğu “Misafirhaneler” ve talep edildiğinde verileceğinden emin olduğunu düşündüğüm “Yatılı Kur'an Kursları” ve ücreti devlet tarafından ödenen “Oteller” ihtiyacı karşılayacaktır. Hükümetimiz ve yöneticilerimiz kararlarını yeniden gözden geçirmeleri uygun olacaktır.

Allah depremde hayatını kaybedenlere rahmet, hastalarımıza şifa, hayatta kalanlara sabırlar versin.

 

https://www.youtube.com/watch?v=fnmYwFmNwFA

 

Saygılarımla

Prof. Dr. Hilmi Özden

Bağımsız Cumhurbaşkanı Aday Adayı

  1. Şubat. 2023

Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki akrabalarını ziyarete geldiğinde depreme yakalanan gurbetçi Cemil Kimyacıoğlu, yardım çalışmalarına gönüllü olarak destek veriyor.

 

Türkiye Diyanet Vakfı‘ndan (TDV) yapılan açıklamaya göre, deprem bölgelerine gönderilen insani yardımların tasnifi, sevk ve idaresi için vakfın depo ve lojistik merkezlerinde yoğun çalışma sürüyor.

Çok sayıda görevli ve gönüllünün çalıştığı bu merkezlerde toplanan yardım malzemeleri, tasnif edildikten sonra ihtiyaç duyulan bölgelere kısa sürede ulaştırılıyor.

Depremden önce Almanya’dan Hatay Reyhanlı’daki akrabalarını ziyarete gelen Cemil Kimyacıoğlu da gönüllü olarak bu merkezlerde yürütülen yardım faaliyetlerinde çalışıyor.

 

“Ne görev verilirse buralardayız”

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği‘ne (DİTİB) bağlı Kuzey Bavyera Eyalet Birliği başkan yardımcısı olan Cemil Kimyacıoğlu, Almanya’dan geldiği Hatay’da depreme yakalandığını belirterek, “Depremi yaşadım. 181 saat sonra iki kuzenimin evlatlarını çıkarmak nasip oldu, elhamdülillah. Şu an Reyhanlı’da TDV’nin lojistik dağıtım merkezindeyiz. Bizlere de nasip oldu buranın ucundan tutmak. Şimdilik ne görev verilirse buralardayız. Bu şekilde faydalı olmaya çalışıyoruz. Bizimle beraber Diyanet İşleri Türk İslam Birliği cami başkanları da burada.” ifadesini kullandı.

 

 

 

 

 

SunExpress öncülüğünde Almanya ile Türkiye arasında kurulan hava köprüsü kapsamında ilk yardım malzemeleri Antalya Havalimanı’na indi. SunExpress kargo uçağı ilk seferde 10 ton yardım malzemesi taşıdı. Deprem bölgesine yardımların devamlılığını sağlamak amacıyla başlatılan ‘Birlikte destek oluyoruz’ inisiyatifiyle bölgeye toplam 1000 ton yardım ulaştırılması öngörülüyor.

 

Türk Hava Yolları ve Lufthansa’nın ortak kuruluşu SunExpress’in, ‘Birlikte Destek Oluyoruz’ inisiyatifi kapsamında Frankfurt’tan Antalya’ya gerçekleştirdiği ilk özel kargo uçağı, 10 ton yardım malzemesiyle dün gece Antalya'ya ulaştı. Deprem bölgesine yardımların devamlılığını sağlamak amacıyla başlatılan inisiyatifle deprem bölgesine battaniye, hijyen ve gıda gibi malzemelerin hızlı şekilde ulaştırılması amaçlanıyor.

 

SunExpress’in DPD, FIEGE, time:matters, CB Customs Broker GmbH ve Lufthansa Cargo iş birliğiyle 17 Şubat’ta hayata geçirdiği inisiyatifle bölgeye toplam 1000 ton yardım malzemesi ulaştırılması bekleniyor. Bu kapsamda, Almanya’dan bireysel olarak yapılan bağışlar Türkiye'ye düzenli ve hızlı bir şekilde ulaştırılıyor.

 

‘Birlikte Destek Oluyoruz’ inisiyatifi kapsamında deprem bölgesine yapılan bireysel bağışlar Almanya'daki 7.500 DPD mağazasına teslim edilebiliyor. Bağışların lojistik koordinasyonu, FIEGE Grubu'nun lojistik merkezleri ve time:matters aracılığıyla sağlanıyor. Bağışlar, SunExpress ve Lufthansa Cargo ile haftada birkaç kez düzenlenen özel seferler ile Frankfurt’tan Antalya’ya getiriliyor ve AFAD aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor.

 

14 binden fazla kişinin bölgeden tahliyesini sağladı

SunExpress, arama-kurtarma ve sağlık ekiplerini deprem bölgesine ulaştırmak ve vatandaşların tahliyesi amacıyla bugüne kadar toplam 306 özel uçuş gerçekleştirdi. Düzenlediği özel uçuşlarda yaklaşık 6500 arama-kurtarma ve sağlık ekibini bölgeye taşıyan SunExpress, bu uçuşların dönüş seferlerinde de depremden etkilenen yaklaşık 14 binden fazla kişinin bölgeden tahliyesini sağladı.

 

Hava yolu, AFAD başta olmak üzere tüm resmi yetkili kuruluşlar aracılığıyla gelen 200 ton yardım malzemesini ücretsiz kargo hizmeti vererek deprem bölgesine ulaştırdı.

 

Ücretsiz tahliye uçuşlarını 1 Mart’a kadar uzattı

SunExpress, deprem bölgesinden ücretsiz olarak gerçekleştirdiği tahliye uçuşlarını 1 Mart’a kadar uzattığını duyurdu. Adana, Diyarbakır, Gaziantep, Kayseri, Malatya, Hatay ve Mardin kalkışlı tüm yurt içi uçuşlar için SunExpress web sitesi ve mobil uygulaması üzerinden ücretsiz rezervasyon yapılabiliyor.

 

 

SunExpress Hakkında

Türk Hava Yolları ve Lufthansa’nın eşit ortaklığında 1989 yılında Antalya’da kurulan SunExpress, havacılık sektöründeki 30 yıl üzerindeki tecrübesi ve tatil havayolu uzmanlığı ile Türkiye ile Avrupa arasında turizm elçisi görevini üstlenmiştir. 30 ülkede 175’ten fazla noktaya uçuş gerçekleştirmektedir. Avrupa’nın en genç filolarından birine sahip olan SunExpress, merkezleri Antalya, Frankfurt, İzmir ve Ankara’da bulunan 3500’den fazla çalışanı ve 67 uçaklık filosu ile her yıl 10 milyona yakın yolcu taşımaktadır. Skytrax tarafından 2022 yılında ‘Dünyanın En İyi Tatil Hava Yolu’ seçilmiştir. SunExpress ile ilgili detaylı bilgiye ve uygun fiyatlı kaliteli uçuşlara www.sunexpress.comüzerinden ulaşabilirsiniz.

 

 

 

Son GELİŞMELER

FOTO GALERİ

Landrat Thomas Eberth gratuliert Würzburgs Oberbürgermeister Christian Schuchardt zur neuen Aufgabe als Hauptgeschäftsführer des Deutschen Städtetags

Saadet Avrupa Başkanı Samet Sami Temel'den ilginç entegrasyon tesbiti: “Yanlış tartan teraziler öncelikle sahibine zarar verir.”

Online-Workshops für berufstätige pflegende Angehörige

Makedonya’da Kominizim döneminde kapatılmayan cami bu gün kapatıldı

Almanya Savunma Bakanı Pistorius: "Ukrayna savaşı uluslararası bir boyut kazandı"

Almanya'daki Mölln faciasının 32. yıl dönümünde anma töreni düzenlendi

Trump'ın son tehditleri, küresel ticaret geriliminin tırmanacağına dair endişeleri artırdı

Almanya Savunma Bakanı Pistorius: "Ukrayna savaşı uluslararası bir boyut kazandı"

Vollversammlung mit Zeichen für die Zukunftsstrategie