Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz.
Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
+(49) 931 3598385
info@alp-media.org
Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
Çağın hastalığı elbette tehlikeli ama bunu yenmek üzere olduğumuzu da sevinerek belirtmek isterim. İkinci dalga filan diyerek birbirimizi korkutmamıza gerek yok. Bize dalga sayısı değil, hastalıktan ne kadar korunabildiğimiz önemli. Abartılı sayılar, ortaya çıkan durumlar ve geleceğe yönelik rakamsal veriler ile hiç bir şekilde bu hastalığın önü alınamadığı gibi hiç birimize faydasıda olmaz.
Son günlerde hastalığın önünün alınması için çok sayıda kurum ve kuruluş ta çalışmalarını yürütüyor. Geçtiğimiz hafta yeni tip koronavirüs nedeniyle son 24 saatte 487 kişinin hayatını kaybetmesiyle salgının başlangıcından bu yana en yüksek günlük ölüm sayısı kayıtlara geçti.
Bulaşıcı hastalıklar alanında çalışmalar yürüten Robert Koch Enstitüsünden yapılan açıklamaya göre, Almanya’da son 24 saatte 17 bin 270 kişiye daha Kovid-19 tanısı konuldu. Böylelikle ülkede toplam vaka sayısı 1 milyon 84 bin 743’e yükseldi.
Dikkatinizi çekiyormu Al-manlar bütün bunlara rağmen hala soğukkanlı. Açıklanan ölü sayısı sonrası, "salgının başından beri açıklanan en yüksek günlük sayı" oldu. Şimdiye kadar Kovid-19 kaynaklı en yüksek günlük ölüm sayısı 426 ile 27 Kasım'da kaydedilmişti. Ülkede Kovid-19’dan iyileşenlerin sayısı da 779 bin 500 olarak açıklandı.
Vakaların artış hızının düşürülmesi için devlet de yeni tedbirler alıyor. Bu tedbirlere insan ların büyük oranda uyduğu görülüyor. Yeni vakalardaki artış hızının düşürülmesi için kasım başından bu yana uygulanan kısıtlamalar belki de uzatılabilecek. Devletin aldığı kısıtlayıcı tedbirlere hiç bir şekilde yan gözle bakmamalı ve mümkün olduğunca uymalıyız. Özellikle bizim vatandaşlarımızın maske, hijyen ve mesafe kuralına kesinlikle uyacağına olan inancım tamdır.
Bir müddet sinema, opera ve konser salonlarına gitmesek, spor salonları, yüzme havuzları, eğlence alanları, masaj ve kozmetik salonlarını bir müddet yok saysak ne kaybederiz ki. Restorant, lokanta ve eğlence yerleri kapalı ancak paket servisi yapılabilecek.
Bu dönemde üniversiteler uzaktan eğitim veriyor, okullar ve kreşler açık ancak yüksek sayıda Kovid-19 vakası olan bölgelerde, yerel yetkililer ek tedbirler alabilecek.
Şu an sadece en fazla iki hanenin bir araya gelmesine izin veriliyor ancak biliyoruz ki bunlar geçecek. Bu toplantılarda biraraya gelenlerin sayısı 5’i geçmeyecek. 14 yaş altı çocuklar ise şimdilik sınırlandırma kapsamında değil.
Unutmayalım, devletin hayata geçirip uygulamaya koyduğu tüm kısıtlamaların hepsi bizim içindir. Hepimiz birbirimize bu kısıt-lama ve yeni uygulamalara riayet etmekten kaçınmayalım. Çünkü bugün uymadığımız yeni normlar hem kısıtlamaların sürmesine, hem de toplumsal kısıtlamala rın daha da artmasına sebep olabilir. Şu an işi düşünmeyin, herşey bir şekilde olur ve gelecekte de kayıp maddiyatlarımızın hepsini telafi ederiz. Nasıl mı? Íimdiye kadar nasıl çalışıp işleri yoluna koyduysak aynen öyle yapar ve bir şekilde hallederiz. Ama satın alamayacağımız tek şey sağlıktır. Mesajımı Kanun-i Sultan Süleyman’ın bir vecizesi ile bitirmek isterim; Olmaya cihanda bir nefes sıhhat gibidir…
Almanya’nın savaş sonrası durumunu malesef günümüz gençliği fazla bilmiyor. Her ne kadar okullarda okutulup, milyonlarca arşiv belgesine konu olsa da, zaman geçtikçe unutuluyor ve kaybolup gidiyor. Oysa o kritik yılların muhasebe sonunçlarını bilmeyenler bu ülkenin başından neler geçtiğinin farkındayım desinler.
Benim annem ve babam o dönemin gençleri idiler. Başımıza taş yağarcasına devam eden 10 yıllık bir dönemin bize bıraktıkları sadece kan ve göz yaşıdır diye-yim ki siz hemen anlayın neyi ima ettiğimi. Annem anlatırdı uçak seslerinden çok korktuğunu. Bir ses, bir gürültü bile benim ailemin belleklerinde korku olarak yer etmişti. Böylesine korku dolu bir dönemi yaşayan nesillerin hayatta kalmaları bir mucize olsa da bir büyük travmadan geçen insanlar olarak kesinlikle korkuyu bir ömür boyu yanlarında taşımışlardır.
Ya savaş yıllarının çocukları, onlar nasıl bir yaşam sürerek nereye kadar mutlu oldular diye düşünüyorum hep. Eminim ki oyunları taşların arasında, hayalleri ise yıkılan duvarların altında kalmıştır. Çocukların ölmesine kesinlikle çocuklar değil, büyükler karar vermiştir hep diye yaşadım yıllarca. Çünkü çocuk savaş istemez, belki sadece oyuncağına sıkıca sahip olur ve kimse ile paylaşmak istemez. Ama ikna ederseniz onu bile getirip sizin elinize verir gülümse-yerek. Çocuklara hep toplumun geleceği deriz, ama onların ileride şekillenecek hayaline biz karar ve-ririz. Kavgalara çocukların değil, büyüklerin sebep olduğundan bahsetmeyiz nedense. Oysa çocukla rın dünyası ne kadar duru ve ne kadar saftır.
Ama büyükler sözde bir milletin geleceğine katkı sağlamak için her türlü problemi onlar yapar, yaptırır ve millete her türlü belayı yaşatır. Çok bilmiştir onlar, herkesin çocuğunun geleceğinin nasıl şekilleneceğine onlar karar verir kapalı kapılar ardında.
İkinci Dünya Savaşı’nı öyle yaşadı Almanya. Yıkım, yokluk ve binbir bela ile celelleşirken hayatını kaybeden askerlerin sayısı biliniyor ama ya çocuklar, onların sayısı hiç belli değil. Bir öğretmenimiz bu konuda bir cümle sarfetmişti ve hiç aklımdan gitmedi; Kayıp çocukların sayısı ağlayan anneler kadardır.
Savaşa katılmayan milletlerin çocukları belki aç kalıp fakirlik yaşadı ama masumca bir mutluluk vardı yüzlerinde. Almanya’ya gelen ilk Türk işçilerinin çocuklarında bunu görebiliyordum ama anlaşamıyorduk bir türlü. Arkadaşım Tuncer ile sadece gözgöze gelirdik ve bakışırdık. Soylu Ailesi ile ilk tanışmamızı bir sonraki yazımda sizinle paylaşacağım.
Yeni tip koronavirüs (Kovid) pandemisinin ikinci dalgası yaşanırken, haziran ayına kıyaslandığında, daha az sayıdaki Alman şirketinin ekonomik varlığı şimdi daha güçlü. Nisan ayından beri devam eden pandemi karşısında Alman şirketlerinin daha dayanıklı olduğu, geçen ilkbahardaki panik durumunun şimdi ortada olmadığı ve geleceğe yönelik daha soğukkanlı olduklarını görüyoruz. Burada şirketlere devletin desteği ve karar alma mekanizmasındakilerin az da olsa tecrübelerinin etkili olduğu farkediliyor.
Almanya'nın önemli ekonomi ve düşünce kuruluşlarından Ekonomi Araştırma Enstitüsü’nün (Ifo), Alman iş dünyası kasım ayı anketine göre, ülkede şirketlerin yüzde 15’i Kovid-19 salgınının neden olduğu kriz dolayısıyla ekonomik varlıkları tehdit altında. Bu durum Nisan ayı ortasında çok daha fazla idi. Kriz durumuna Alman ekonomisinin ve do-layısı ile şirketlerin uyum sagladığını görüyoruz.
Alman ekonomi araştırma Enstitüsü Ifo'nun haziran ayındaki anketinde Kovid-19'un neden olduğu sağlık ve ekonomik kriz nedeniyle mevcudiyetlerini tehdit altında gören şirketlerin oranı yüzde 21 olarak duyurulmuştu. İmalat sektöründe söz konusu oran yüzde 17’den 11’e düşerken, tekstil sektöründe bu oran yüzde 20’de kaldı.
Varlıklarını tehdit altında gören şirketlerin oranı bilgi teknolojileri sektöründe yüzde 5, perakende sektöründe yüzde 14 ve inşaat sektöründe yüzde 4 oldu.
Bir ülkede ekonominin sıhhatli olup olmadığına bakmak için şirketlerin performansı, geleceğe yönelik öngörüleri ve ortaya koydukları ekonomik cesaret önemlidir. Anketler Merkezi Müdürü Klaus Wohlrabe, konuya ilişkin değerlendirmesinde, bu oranın (yüzde 15) yüzde 21 olduğu Haziran 2020'ye göre bir ilerleme olduğunu ifade ederek, "Yine de seyahat acentelerinin ve tur operatörlerinin yüzde 86'sı, otellerin yüzde 76'sı ve restoranların yüzde 62'si şu anda ekonomik varlıklarını tehdit altında hissediyor" ifadesini kullandı.
Kısacası Alman şirketleri geleceğe yönelik daha iyi hayaller kurmaya ve ekonominin şekillenmesini zihinlerinde daha detaylı canlandırmaya başladılar. Özellikle aşılamanın başlayacak olması toplumsal morali yükseltirken, bunun şirket yönetimlerine yansıması da kuvvetle muhtemeldir. Aşıların sahibinin bir Türk Aile olması ise, bizimkilerin göçün 60. Yılında Almanya’ya katkısı olarak ortaya çıktı. Kimbilir, Almanya belki de Türkler ile uçuşa geçecek.
Almanya’da ekonominin çok daraldığı, hatta bazı sektörlerde giderek sıkıntı yaratmaya başladığını yakından takip ediyoruz. Ancak bunların nedeni olduğunu ve sıkıntıların giderilip pandemi şartlarının minimize olduğu dönemlerde Avrupa, hatta dünya genelinde Almanya’nın uçuşa geçeceğini de çok iyi biliyoruz. Bütün bunlara rağmen AB genelinde insanların sosyo-ekonomik şartların da en etkili olan ve en alttakileri yalnız bırakmayan ülkenin de Almanya olduğunu söylemeden geçemeyeceğiz.
Covid-19 salgını döneminde ülkede bazı hammadde tedarikinde sıkıntılar yaşandığını ve bu açıdan Alman Ekonomi ve Enerji Bakanı Peter Altmaier’in eleştirildiğinin farkındayız ama sayın bakanın karşısındaki sorunun da öyle basit bir konu olmadığını çok iyi biliyoruz. Bu bakımdan Alman hükümeti bu yıl için gayrisafi milli hasılada (GSYH) yüzde 3’lük önceki büyüme tahminini kayda değer bir oranda artıracağını bildirdi.
Ekonomi ve Enerji bakanı Altmaier, Berlin’deki basın toplan tısında, 27 Nisan’da Alman ekonomisine ilişkin bu yıl için büyü me tahminlerinde güncelleme yapacaklarını belirtti. Alman hükümetinin sonbaharda paylaştığı 2021 yılı tahminlerindeki %3’lük büyüme tahminini kayda değer bir miktarda artıracaklarını belirten Altmaier, “Bu yıl sadece ekonomide daralmayı durdurmakla kalmayacağız, aynı zamanda bunu tersine çevirebilir ve gelecek yıl eski gücümüzü yeniden kazanabiliriz” diyerek iyimserlik örneği sergiledi. dedi.
Aşılama kampanyası nın önemine dikkat çeken bakan Altmaier, aşılama kampanyası ile ekonomide toparlanmanın ikinci çeyrekten itibaren hızlanacağını da belirterek geleceğe bu açıdan da iyimser bakılması gerektiğini işaret etti. Kovid-19 döneminde ülkelerin birçoğunda değişik sektörlerin kapanmasına rağmen, Almanya’da hastalıktan korunma çabaları dışında ciddi bir daralma ya da büyük problem yaşanmadı. Almanya’nın baş-bakan ve bakanlarının aynı zamanda AB’den de sorumlu pozisyondaymış gibi olduğunu düşündüğümüzde, işlerin öyle hiç te sandığımız gibi kolay olmadığını kolayca farkedebiliriz.
Almanya'nın önde gelen 5 düşünce kuruluşu, yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınında kısıtlamaların beklentilerden uzun sürdüğü gerekçesiyle bu yıla ilişkin büyüme tahminlerini yüzde 4,7'den 3,7'ye düşürse de aşılamanın hızlanması bakanı haklı çıkaracaktır.
Ancak savaşlar, halk ayaklanmaları ve toplumsal kargaşa ve afetler sonrası ortaya çıkan insani hareketliliklerde yüzbinlerce insan Avrupalı ülkelerinin kapısına dayanmıştır.
Dolayısı ile biri planlayarak, isteyerek ve alt yapısı oluşturu lan düzenli bir göç, diğeri ise aniden kapıları zorlayan, etkisi, ölçüsü ve çerçevesi belirsiz bir düzensiz insani hareketliliğin ortaya çıkmasının sonucudur.
Avrupa’ya Düzenli Göç
İmalat, endüstri ve teknolojinin merkezi konumundaki Avrupa asırlardır dünyanın bir çok ülkesindeki insanların hayalleri konumundadır. Yabancı işçi çalıştırma konusundaki tecrübeli batı ülkeleri yakın Balkan ve Akdeniz Havzası ülkelerinden sürekli işgücü talep ederek onların yaptığı üretimleri dışarıya satmıştır. Batı Avrupa ülkeleri özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrasında savaşın hasarlarını ve duran üretim bantlarını kendi insan gücü ile beceremeyince dışarıdan göçmenleri ülkelerine davet etmişlerdir. Sanayisi gelişmiş batılı ülkelerin işgücü talepleri işgücü alan ile veren ülke arasında düzenli bir göç yolculuğu oluşturmuştur. Zamanla ortaya çıkan bürokratik ve yasal boşluklar ülkeler arasında görüşmeler yolu ile giderilince düzenli göçten her iki taraf da memnun kalıp göçmenlerin ortaya çıkardığı sinerjiden faydalanmışlardır. Düzenli göç çerçevesinde gelen göçmen işçileri sosyo-kültürel anlamda geldikleri ülkeye bir plan dahilinde uyum sağlamışlar, siyaset, sanat, politika, spor ve ekonomi de yükselmişler ve uyumsuzluk sorunu yaşamamışlardır. Devletler arası göç anlaşmaları ile gelen insanlara göçmen denilmiştir.
Düzensiz Göç Hareketleri
Soğuk savaş sonrası tek kutuplu hale gelen dünyada zengin ve fakir ülkeler arasındaki uçurum daha da derinleşmiştir. Demokrasi deneyimleri olmayan ve dış müdahalelere açık ülkelerde ortaya çıkan daha daha iyi hayat standardı arayışları fakir ülkelerin insanlarının Avrupa’ya yönelmelerine sebeb olmuştur. Fakir ülkelerde çöken idari sistemler sonrası ortaya çıkan kargaşa kısa süre sonra iç savaşa evrilince insanların sığınacak ülke arayışına yönelmişlerdir. Ortaya çıkan insani hareketliliğin kısa Avrupa sınırlarını zorlayarak devam etmesi, kısa zamanda insani drama dönüşmesi sonrası önce geçiş yolundaki Avrupa ülkelerini, sonrasında ise varış güzergahı olarak hedeflenen batı ülkeleri nin halklarında ve yönetimlerinde endişeler baş göstermiştir. Göçün boyutunu, ortaya çıkacak sorunları ve olası insani dramları hesaplayamayan ileri batı ülkeleri düzensiz insani hareketliliğin hızını kesebilmek için AB ülkeleri içinde ve yakınında göçleri en azından kamplara yerleştirerek durdurmayı şimdilik başarabilmişlerdir. Avrupa ülkelerine insani gerekçeler ile sığınmak isteyip sınırları zorlayarak girmeyi başaran/ başaramayan insanlara Sığınmacı olarak adlandırılmışlardır.
Bu alanda ne yapilabilir?
Hiç bir ülke sosyal sistemine daha fazla yük gelerek toplumsal iç barışın zorlanmasını ve göçler ile demografik yapısının değişmesini istemez. Avrupa bağlamında bakıldığında aynı kriterler topluluğun geneli için de geçerlidir. Önümüzde iki önemli kriter arasında düzenli ve düzensiz göçlerin karşılaştırmasını yaptığımızda birinde ciddi anlamda kazanımlar, diğerinde ise kaybın boyutunun hesaplanması imkansız bir konumdadır. Düzensiz göçlere belli alanlarda kısmen düzene sokulması, yeni kriterler getirilmesi, sorunun kaynagina inilmesi, ve yeni yasal yönlendirmeler getirilmesi ile Avrupa ciddi anlamda kazanımlar yaşayabileceği gibi göç güzergahındaki sığınmacılar için de öncelikle insani bir çözüm olacaktır. İllegal güçü zamanla düzenli ve kalıcı halegetirmek isteyen Avrupa ülkelerinin bir defa kriz bölgelerine silah satmayı durudurması gerekmektedir. Özellikle yasal ülke yönetimleri dışındaki gruplara iletilen silahlar ile insanların öldürüleceği kesindir. Buradan hareketle korku nun getirdigi olumsuz şartların göç dalgalarını Avrupa’ya yöneleceği de bir başka gerçektir. Bu alanda Avrupa sorundan çözüme yönlendirebileceği düzensiz göçten oldukça pratik faydalar sağlayacaktır. Avrupa’nın ilk ilk akla gelen kazanımlarını kısaca sıraladığımızda;
Düzensiz göçten ders çıkarma görevi öncelikle Avrupa’ya aittir, biz sadece düzensiz göç için Brüksel beylerine tavsiyelerimizi sıraladık.
Fakir ülkelerden zengin batı ülkelerine tarihsel süreçte sürekli göçler gündeme gelmiştir. Sanayi devrimi sonrası giderek zenginleşen batı ile hemen yakınındaki fakir ülkeler arası bir göçmen transferi sürekli gündemde olmuştur. Avrupalı ülkelerin daveti ile başlayan göç sürecinde düzenli bir şekilde devam eden göçlerden taraflar memnun kalmıştır.
Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkiler birçok ülke ile karşılaştırıldığında göreceli olarak çok değişik alanları kapsamaktadır. İki ülke arasında öncelikle müttefiklik bağlamının çok daha ötesinde ve çıkar ortaklığı nedeni ile karşılıklı bağımlılığa kadar uzanan bir çizgiyi işaret eder. Bu nedenle iki ülke ekonomi, kültürel, siyasal ve uluslararası ilişkiler alanlarında birlikte yol yürümeye mecbur olduklarının da açıkça farkındadırlar.
Almanya’nın, özellikle doğu siyaseti içerisinde açıkça dile getirilmese de, Türkiye önemli bir yer tutar. Her iki ülkenin ihracaat ve ithalatında çok önemli yer tutarak gelecekte de yukarıya doğru evrileceği kesindir. Almanya’nın Türkiye yatırımlarında önemli bir yer tutan yenilenebilir enerji işbirliği sadece iki ülke için değil, önümüzdeki dönemin tercih edilen stratejik bir işbirliği platformu haline gelecektir. Türkiye - Almanya arasında gelecekteki iş birliği alanlarını belirleyerek mevcut bilgi ve literatür dağarcığına yeni bir düşünce analizi hediye etmek amacı ile bu yazıyı kaleme alıyorum.
Almanya, tarihsel bağlamda Osmanlı’nın son dönemleri ve son yüzyılda 1960 sonrasında Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı ve yatırımcılarından biri olmuştur. Almanya’ya çalışma amaçlı olarak giden Türk göçüne kadar uzanan bağlardan da farkettiğimiz gibi iki ülkenin karşılıklı yatırımlarında Almanya’da yaşayan Türk işadamlarının da önemli etkisi vardır. İki ülke arasındaki ilişki klasik al - ver ticaretinin çok ötesinde karşılıklı firmalar kurarak, stratejik yatırımlarda binlerce işçiyi çalıştıran devasa şirketler boyutuna kadar gitmektedir. Türkiye’de şu an aktif haldeki 7.500’den fazla Alman şirketi ile birlikte, Almanya’nın kurumsal yatırımları, Türkiye’nin ekonomik kalkınması ve uzun vadede refahı için hayati önemde ve giderek artan yatırımlar görülmektedir. DEİK Türkiye Almanya İş Konseyi Başkanı Steven Young, “İki ülke arasındaki ticaret hacmi bu yıl 40 milyar dolara çıktı. Hedef ise 50 milyar dolar” dedi.
Yeni Alman hükümeti göreve başlayıp taşlar yerine oturduğunda ilişkiler çok daha olumlu boyutlarda gelişip kendi içinden yeni potansiyelleri ortaya çıkaracaktır. Almanya’ da seçimler sonuçlandı. Önümüzdeki yılları sosyal - yeşil - liberal bir hükümet yönetecektir. İlk 3 ayda bazı söylem değişiklikleri olsa da, ilerleyen dönemde her iki tarafta karşı samimiyetten şüphe etmemeye başlayınca mevcut imkanlar üzerinden ilişkilere nasıl katkı sağlayabiliriz moduna gireceklerdir. Almanya’nın eski başbakanı Angela Merkel’in veda ziyaretlerinden birinin Türkiye’ye gerçekleşmiş olması iki ülke arasında karkşılıklı verilen değerdir. G20 zirvesinde Erdoğan ile gürüşen Merkel’in yeni başbakan Scholz’u da yanında getirmesi hem ilginç bir Alman siyasi geleneği, hem de Türkiye’ye verilen bir önemdir. İki ülke siyasetinin sert söylemde bulunmadıkları dönemlerde Türk-Alman ticari ilişkileri normalinden fazla bir iyileşme göstermiştir. Ankara ile Berlin arasındaki ilişkiler işadamlarının yolunu açsın yeter. Gelişen ilişkilerin yakın gelecekte üçüncü ülkelere kadar ulaşacak bir sinerjisi olduğuna inanıyorum. İki ülke arasındaki 40 milyar doları aşan ilişkilerin gelecek yıl psikolojik sınır 50 milyar doları aşacağına inanıyorum.
Geçtiğimiz ay Adana’da biraraya gelen Türk-Alman işadamları ve kurumsal yetkililer birlikte çalışmanın bir kazankazan durumu olduğunu anlattılar. Türkiye’de görev yapan Alman Büyükelçi konuşmasında, “Türkiye, Almanya için önemli bir partner olarak, düşük maliyetli ve kaliteli ürünler üreterek ülke dışına satabileceğini belirtmek isterim. Türkiye, Almanya için en önemli ithalat ve ihracat pazarlarından biridir” dedi.
Avrupa’nın motoru konumunda olan Almanya ile ilişkileri aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa’ya uzanan kolu ve Türkiye üretim mamülleri için de referans konumundaki bir ülkedir. 2019 yılından bu yana Türk-Alman ticari ilişkilerinde kısmi bir duraklama olmuşsa da, bunun küresel olumsuzluk olarak bilinen Covid-19’a bağlayan uzmanlar iki ülke ilişkilerinde ciddi bir artış yaşanabileceğine dikkat çekmektedirler.
Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkileri ciddi anlamda analiz edebilmek için siyasetçilerin tercihlerinden bağımsız olarak değerlendirilmelidir. Özellikle iki ülke arasındaki tarihi ve kültürel bağlar, iki ülkenin ortak bir ekonomik geleceğinin teminatı konumundadır. Ayrıca Almanya ve Türkiye arasındaki artma eğilimindeki ekonomik gelecek, tarihi ve kültürel bağların ötesinde,ülkelerin stratejik hedeflerinin birbiriyle uyumunu da işaret etmektedir.
Türkiye ve Almanya arasındaki ticari potansiyel sadece klasik ticaret alanları ile sınırlı değil, Almanya’nın hayata geçirdiği yeşil yatırım politikaları önümüzdeki dönemde rahatlıkla artabilecek bir yatırım ve işbirliği hacmi doğrultusunda ilerlemektedir.Tarif etmeye çalıştığımız ticaret ve yatırım potansiyelinin gerçekleşbilmesi için hem Türkiye-Almanya arasındaki, hem de AB-Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin daha düzgün hale gelmesi gereklidir. Önümüzdeki dönemde tarafların yumuşak söylemler ile karşı tarafa daha yakın görünmeye özen göstereceklerine inanıyorum. Siyasetin yumuşak dili, ekonomiyi olumlu etkiler.
Tarih 24 Aralık 1963, günlerden Salı. Yer Lefkoşa’nın Kumsal bölgesi, Mehmet Akif Caddesi ve Mürüvet İlhan Sokak (olay günkü ismi İrfan Bey Sokak). Saat akşam üstü 18.00 civarı. Hava kararmış, ısı yaklaşık 8 °C.
Pazartesi gecesi, yani bir gün evvelki 23 Aralık gecesi, ev sahibi Hasan Yusuf Gudum, karısı Feride Hasan Gudum, Meriç’li (eski ismi Mora) Ayşe (Cankan), kucağında iki yaşındaki kızı Işıl (Cankan) ve Ayşe hanımın kız kardeşi Növber İbrahimoğlu daha güvenli olduğu düşüncesi ile Kıbrıs Türk Alayında görevli Tabip Binbaşı (Em. TuğGn) Nihat İlhan ile eşi Mürüvet hanımın evine sığınmışlardı.
EOKA milisleri ve Yunan Subaylarının komutasındaki küçük bir Rum birlik ise evin 120 m. kuzeyindeki Severis un fabrikasına mevzilenmiş, fabrikanın en üst katına da kum torbalarından yüzü Türk bölgesine dönük küçük bir korugan yaparak içine 1 adet A4 tipi makineli tüfek yerleştirmişti. A4 tipi makineli tüfek binanın damına, ellerinde 1959 yapımı CZ vz.52/57 tipi otomatik tüfek, 1936/57 yapımı M1 Garand tipi yarı otomatik tüfek ve Stengun makineli tabanca olan Rum çetecilere, masum Türk evlerine yaptıkları saldırılarda atış desteği vermek ve düşman ateşinden korumak amacı ile kurulmuştu.
Hasan Yusuf Gudum dışarıda durup bir nevi gözcülük yaparken, Mürüvet hanım da çocuklarını pijamalarını giydirmiş, kahvaltı türü bir şeyler yedirmiş ve onları yatırmaya hazırlanıyordu. Evdeki komşu hanımlar ise hep birlikte yiyecek bir şeyler hazırlayıp masaya oturmuşlardı.
Evin batı tarafından geçen Kanlıdere’nin diğer kıyısından silah sesleri duyulmaya başladığı vakit Hasan Bey büyük bir telaşla içeri girmiş ve “Rumlar bizi basıyor” diyerek heyecanlı bir şekilde bağırarak evdekileri uyarmıştı.
Çok geçmeden Kanlı Dere tarafından eve kurşun yağmaya başladı. Kurşunlar yağmur gibi geliyordu. Mutfağın önündeki yemek odasının tehlikeli olduğunu ve eve pencerelerden giren kurşunlardan kendilerini koruyamayacağını hisseden masum ve savunmasız dokuz insan, elektrikleri kapattılar ve evin güvenli olduğunu düşündükleri yerlerine saklanmak çabası içine girdiler.
Dr. İlhan’ın eşi Mürüvet Hanım, eşi kendisine “Eğer ateş olursa duvardan duvara geçecek kurşunlara hedef olmazsınız, banyo sizi korur” dediği için hemen daha 6 aylık olan Hakan’ı kucaklar, 6 yaşındaki Murat ile 4 yaşındaki Kutsi’yi de ellerinden sıkı sıkı tutarak evin sol arka köşesinde yer alan banyoya doğru koşar. Arkasından Növber hanım ve kucağında kızı Işıl’ı sıkı sıkı tutan Ayşe hanım ve Hasan dede, hep birlikte banyoya girerler ve saklanmaya çalışırlar. Kalın taş duvarları ve küçük de bir penceresi olan banyo gerçekten de iyi bir korugan gibidir.
Üzerinde gri bir palto olan Mürüvet hanım, çizgili pijamalarını giymiş olan çocuklarını kucaklar ve hep birlikte banyo küvetinin içine uzanarak pencerelerden giren mermilerden kendilerini korumaya çalışır. Ayşe hanım, kucağında kızı Işıl ile sağ köşeye, lavabonun sağ tarafına çömelir. Növber hanım ise kapıyı eli ile sıkı sıkıya kapatabilmek için kapının hemen yanına sağ tarafa oturur.
Ev sahibi Hasan Efendi eşi Feride Nine’yi tuvalete kapının arkasına saklar ve banyoya gelerek lavabonun sol tarafına büzüşür.
Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermeniler, bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdikten sonra, Akritas Planı, Genel Harekat Planı bölümü, Birinci Kesim (Ayios Pavlos, Ayios Demetios bölgeleri) bölge komutanı “Terezepilos” kod adlı Yunan subayının komutasında sayıları 150 olan EOKA’cı milisler, Severis Un Fabrikası’ndaki makineli tüfeğin koruması altında önce içinde su seviyesi az olan Kanlıdere’yi yürüyerek geçmişler ve sonra da Akritas Planında belirtildiği şekilde bölgelere dağılmışlardı.
Mehmet Akif caddesi, Mürüvet İlhan Sokak (eski ismi İrfan Bey sokak), Murat İlhan sokak ve Gültekin Şengör sokak, Kıbrıs ordusunda teğmen olan (Emekli Binbaşı) Savvas Selis ve Thisoas kod adlı EOKA’cının komutasındaki ekibin görev alanı olarak belirlenmişti.
Savvas Selis’in grubu, “Enosis” naraları atarak ateş açmaya başlar ve İrfan Bey sokağı tarafından Türk bölgesine saldırıya geçerler. Severis Un fabrikası üzerindeki makineli tüfeğin koruması altında evlere önce uzaktan ateş ederler. Özellikle de köşedeki beyaz tek katlı evin kuzeye bakan, kapının hemen yanındaki odasının pencerelerini ateş yağmuruna tutarlar, olmaya ki eve yaklaşırken o odada olan birisi kendilerine ateş edip vurabilir düşüncesi ile. Üç kişi yolun solundaki eve doğru yönelirken, beş kişi de sağ köşedeki beyaz tek katlı binaya yönelir. Ermenilerden gelen bilgiye göre bu binada Türk Alayında görevli bir Türk subayı, eşi ve üç çocuğu yaşamaktadır. Bu aile yok edilmelidir ki, Rumların, Kıbrıslı Türklerden ve Türkiye’den korkmadıkları dünyaya gösterilsin.
Beyaz evden kendilerine karşı ateş açılmayınca daha da cesaretlenen Rum caniler, giriş kapısının önüne gelip kilidine ateş ederler ve sonra da tekmelere kapıyı kırarak içeri girerler.
Ellerinde otomatik tüfek tutan iki cani, “Taksim istersiniz ha!” diye bağırarak her tarafa gelişi güzel ateş eder ve soldaki odaya çabucak göz attıktan sonra ileri seğirterek, önlerindeki kapıdan hole geçip soldaki yatak odasına yönelirler ve tekrar ateş etmeye başlarlar. İçlerindeki hınç önlerine çıkan her tür canlıyı öldürmelerini emrediyordu. Bu odada işleri bitince hızla önlerindeki ara kapıdan geçip, mutfağın önündeki hole gelirler ve soldaki ikinci yatak odasına da ateş ederler. Yataklara, yatak altlarına ve dolaplara.
Arkadaki grup da önce sağdaki misafir odasına dalar, sonra da ateş ederek mutfağa geçer.
Ufacık banyo odasının içine sığınan masum ve savunmasız Türkler ise birbirlerine sarılmış Rumların kendilerini bulmaması için dualar ediyorlardı. Küvetin içinde Mürüvet hanım, üç çocuğuna sıkı sıkı sarılmış, bedenini siper etmişti. Ayşe hanım kızı Işıl’ı kolları ile sarmalamış, sırtını köşeye dayamış, lavabo ile köşe arasına sokulmuştu, Növber hanım, kapının açılmasına mani olabilmek için kapının dibine çökmüştü. Hasan dede de, o küçücük banyonun içinde, lavabonun sağ tarafı ile küvetin arasına büzüşmüştü. Nefes bile almıyorlardı. Sadece Allah’a dua ediyorlardı.
Evin sol tarafındaki odaları boş bulan iki Rum cani, evin arka sol tarafındaki kapıları sıkı sıkıya kapalı olan banyo ve tuvalete yönelirler ve “Enosis” çığlıkları altında tüm mermilerini kontrplak kapıların üzerinden içeriye boşaltırlar.
Kapıyı eli ile sıkı sıkı kapalı tutmaya çalışan Növber hanım, elinden kötü bir yara alır ve yana kaykılarak kapının önüne yığılır. Kapının tam karşısında yer alan banyo küvetinin içindeki Mürüvet hanım ve üç çocuğu ise küvetin içine yığılırlar. Kapıyı kırarcasına açmaya çalışan Rumlar, Növber hanımın kapının önüne yığılması nedeni ile kapıyı birazcık aralayabilirler ve o aralıktan sağa ve öne doğru tekrar ateş ederler. Vefakar anne ve çocukları o anda şehit olurlar. Etraf bir anda kan gölüne döndüğü için Rum caniler hepsini öldürdüklerini sanarak hemen yan taraftaki tuvalete yönelirler. Kapıyı açamazlar ama kontrplak kapıdan içeriye onlarca mermi sıkarlar. Kapının arkasına saklanmış olan Feride nine başına isabet eden kursunlar nedeni ile anında şehit olur ve yere yıkılır.
İçerdekilerin öldüğüne inanan iki cani geri çekilir ve diğer üç cani de banyo kapısının önüne gelip sıra ile aralıktan içeriye ateş ederler. Acımasızca silahsız, korumasız ve masum insanlara ateş eden Rumların silahından çıkan kurşunlardan birisi, önce kızı Işıl’ın dizini parçalar sonra da Ayşe hanımın bir bacağından girip diğer bacağından çıkar. Ayşe hanımın ayağında büyük bir yara açılır.
Feride nine ile banyoya çocukları ile saklanan Mürüvet hanım ve çocukları şehit olurken, Hasan Yusuf Gudum ile birlikte Ayşe hanım, kucağındaki kızı Işıl ve Növber hanım ağır yaralanırlar.
Eve kimlerin ya da kaç kişinin girdiğini tam olarak bilen yok. Baskın sırasında CZ vz.52/57 tipi otomatik tüfek ile 15 el, Stengun otomatik tabanca ile 12 el ve 1936/57 yapımı M1 Garand tipi yarı otomatik tüfek ile de 6 olmak üzere toplam 33 el ateş edildiği, şehitlerin vücutlarındaki yaralardan ve duvarlarda hala yeri belli olan kurşunların izlerden anlaşılmaktadır. Bilahare incelenen kovanlar, iğnenin vuruş yerlerindeki farklılıklarından dolayı olayda 5 ayrı silahın kullanıldığını göstermektedir. Kovanlar bilahare Albay (Major) Meysi tarafından eve ilk giren (GAÜ Kurucular Kurulu Bşk) Memduh Erdal’dan alınmış ve kayda geçirilmiştir.
24 Aralık gecesi Lefkoşa’nın batı mahallesi Kumsal’a yapılan baskın arkasında, Yunan Alayı’na mensup subayların ve askerlerin de katliama bilfiil katıldıklarını belgeleyen kanıtlar bıraktı. Saldırganların geri çekilirken terk ettikleri malzeme arasında, özellikle de Severis Un Fabrikası damında, Yunan subay şapkaları, Yunan ordusuna ait çelik başlıklar ve NATO’ya ait bazuka mermileri ile mermi kovanları vardı.
Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermenilerin bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdikleri, daha sonra TMT tarafından belirlenmesi nedeni ile Kumsal, Köşklüçiftlik ve Arabahmet bölgelerinde oturan Ermeniler, bu hainliklerinin ortaya çıkmasından sonra evlerini terk etmek ve Rum bölgesine kaçmak zorunda kaldılar.
Rum çeteciler, Kumsal bölgesinden çekilirken, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk ayırımı yapmaksızın yüzlerce Türkü de dipçik darbeleriyle önlerine katıp götürdüler. Kaçırılan Türklerin bir bölümü kurşuna dizildi.
Rumca gazetelerde son zamanlarda çıkan itiraflara göre, beraberinde erkek, kadın-çocuk ve yaşlı yaklaşık 200 Kıbrıslı Türk esir getiren EOKA’cı Tasos Marku, operasyonu fiilen idare eden Rum Bakan’a telefon eder ve ne yapması gerektiğini sorar. Eli silah tutabilecek erkeklerin öldürülmesi talimatını verir kendisine telefonun öbür ucundaki Rum Bakan.
Akritas Planının mimarlarından o dönemde Bakan olan sadece Yorgadjis ve Papadopulos’dur. İtiraflar, Yorgadjis’in öldürülmesinden çok seneler sonra yapıldığından, emri veren Bakanın Yorgadjis olması durumunda, dile getirilmesi sorun yaratmaz, konuşanı sıkıntıya sokmazdı. Geriye “Kumsal Katliamı”nın mimarının Papadopulos olduğu varsayımı kalmaktadır.
Katliamdan sonra eve ilk giren kişi ise 25 Aralık 1963 Çarşamba günü öğleden sonra Severis Un fabrikasından açılan makineli tüfek ateşine rağmen eve ulaşmayı başaran, TMT’nin o dönem en gözü pek kişilerinden olan Memduh Erdal ve fotoğrafçı Mustafa Mehmet Özünlü olur. Resimleri Memduh Erdal çeker.
Severis Un fabrikasındaki Rum makineli tüfek yuvası da ertesi gün, 26 Aralık 1963, Perşembe günü, Kıbrıs Türk Alayı’ndan gelen küçük bir ekip tarafından susturulur ve fabrika Türklerin eline geçer. Aynı gün Türk jetleri Lefkoşa üzerinde alçaktan uçarak Makarios’a ihtar verirler.
Organizeli, modern, bireyselleşmiş, özgür, kurumsallaşmış, plan ve programlı ve dahi devletin her alana hakim olduǧu düşünülen bir toplumun bir bireyi olarak, ilk kez bu kadar derin bir şekilde ürktüm. Cuma namazının iptali, saat onyedi sularında alışık olduǧumuz otobana giriş ve çıkışlardaki uzun araç kuyruklarının olmaması, marketlerin kasalarında otuz metre uzunluǧunda kuyruklar, rafların boşalması, şehir meydanlarındaki sessizlik insanı ürkütmeye yetip ve artıyor.
Pazar yerleri, tren istasyonları, stadyumlar, havaalanları, şehir meydanları anlaşılmaz bir şekilde sessiz ve sakin. Süpermarket müdürleri, hatta başbakan Rutte’nin televizyonlardan ‘panik yapmaya gerek yok, yeterli malzemiz var’ türünde yaptıkları açıklamalara raǧmen, halk marketlerin raflarını boşaltmaya devam ediyor. Şeker, un, yumurta, prinç, aǧrı kesiciler yok satıyor adeta.
Sosyal ilişkilerin minimum düzeye indirilmesi, karşılaşınca el sıkılmaması, çocukların yaşlılarla aynı mekanda mümkün mertebe bulundurulmamaları, ellerin sık sık yıkanması, insanların ısrarla evlere mahkum edilmesi, ister istemez, dünya nereye gidiyor sorusunu hatırlatıyor. Uçakların iptal edilmesi, sosyal, kültürel, bilimsel etkinliklerin iptali veya ileri bir tarihe ertelenmesi, okulların bir süreyle tatil edilmesi, evden çalışmanın önerilmesi gibi beklenmeyen gelişmeler yeni bir yaşam şeklinin habercisi gibi.
Evet, bütün bu yaşananlar bir kaç haftadır dünya gündeminde olan ve her geçen gün etkisi daha da artan Koronavirüsü’nün insanlar üzerindeki etkileri. Saat başı verilen haberler ve özel televizyon programlarında Koronavirüsü’ne karşı alınacak tedbirleri sıkça duyuyoruz. Ancak, bir de Koronavirüsü’nün bize hatırlattıkları ve öǧretileri bulunmaktadır.
Bu çerçevede, Trouw gazetesi muhabiri Florentijn van Rootselaar'ın iki filozof, Marli Huijer ve Haroon Sheikh ile söyleşi yapmış. Ayrıca, Slovenyalı kültür teorisyeni ve filozof Slavoj Zizek’in, Koronavirüsü’yle mücadelede yaptıǧı teklif de önemli. Kısaca deǧinelim.
Koronavirüs’den öǧrenilecek önemli dersin, ‘birbirimize ne kadar baǧlı ve muhtaç olduǧumuzdur’ diyen Haroon Sheikh, bu dersle birlikte ’17. Yüyılda Fransız filozof Descartes tarafından ortaya konan modernitede de bir kırılma yaşandıǧını’ söylüyor. Oysa ‘biz insanı özgür ve baǧımsız, diǧer insanlar ve çevresiyle fazla baǧı olmayan, hatta bedensiz bir yaratık olarak görmeye başladık’ diyen Haroon Sheikh, ‘modernitenin tarif ettiǧi bireyselliǧin soyut, özgürlüǧün ise ruhsal yani konuşma ve düşünce özgürlüǧünden ibaret’ olduǧuna dikkat çekiyor. Daha da ileri giderek, ‘bedenlerimizden ayrılarak, hayaletler olarak internet ortamında dolaşmaya başladımızı’ söyleyen Haroon Sheikh, ‘Koronavirüsü ile bedenlerimizle de birbirimize baǧlı olduǧumuzu öǧrenmiş olduk’ diyor.
Koronavirüs’ünün, ‘her ne kadar olumlu olmasada, bir başka olayı yani rejim ve iktidarın halkı disipline sokmasına imkan tanıdıǧını’ söyleyen Marli Huijer, Michel Foucault’ın biyopolitik olarak tanımladıǧı gibi, ‘hastalıkların tedavisinde devletin vatandaşın yaşamına güçlü şekilde müdahale edebileceǧinin, müşahade edildiǧine’ dikkat çekiyor. ‘Virüsle mücadelenin vatandaş üzerinde devletin gücünün denendiǧi, toplulukların nasıl yönlendirildiǧi, karantinaların nasıl genişletildiǧini yani halkın daha iyi kontrol altına alınabileceǧinin görülebileceǧini’ söyleyen Marli Huijer, ‘uygulamada öǧnenilen tekniklerin başka alanlarda, dostluk ve özgürlüǧü kısıtlayıcı olarak kullanılma tehlikesinin olduǧuna’ dikkat çekiyor.
‘Koronavirüsü yayıldıkca, “Panik yapmayın!” diye tekrar eden medyada daha sonra öyle haberlere ulaşıyoruz ki paniği artırmaktan başka bir şey yapmıyorlar’ diyen Slavoj Zizek, ütopyacı olmadıǧını, ancak, ‘mevcut kriz, küresel dayanışma ve işbirliğinin tek tek hepimizin hayatta kalabilmesi için nasıl gerekli olduğunu, yapılacak tek rasyonel bencilce şeyin bu olduğunu net şekilde gösteriyor’ diyor. Yani ‘ya güçlü olanın hayatta kalma ilkesinin en vahşi mantığını kabul edeceğiz ya da küresel koordinasyon ve işbirliğiyle yeni bir komünizm icat edecek ve onu uygulamayı seçeceğiz’ diyor Zizek.
Evet, bir tarafta Koronavirüsü etkisiyle panik halinde, başı boşmuş gibi, nereye savrulduǧu belli olmayan insanlar, diǧer tarafta günlük yaşamda beklenmedik, aniden, öngörülmeyen deǧişimler ve korkular. Bütün bunlar yeni bir insan tipinin habercisi mi acaba. Modern ve özgür bir toplumda ilk kez bu kadar ürktüm…