Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

Sümer Matematiği

Januar 14, 2022

Batı dünyası, uzun yıllar bizim çalışmamızda da alıntılar yaptığımız antik yunanı, medeniyetin çıktığı yer olarak gösterme çabalarına rağmen ve yazı öncesi döneme ait arkeolojik araştırmaların akademik sınırlandırmalarına karşın bugün halen kullanımda olan bir çok bilginin ve buluşun kökeninin Sümer uygarlığına ait olduğunu bilmekte. Bugün bilinen anlamda ilk devlet teşkilatı, ilk sulama ve lağım kanalları, ilk barajlar, kazıma ve saban kullanımı, kil tabletler üzerine ilk resim yazısı, kil, kurşun, gümüş ve altın üzerine ilk çivi yazısı, İlk borç seneti, ilk evlilik seneti, Neolitik dönemin hemen sonra sı Sümer uygarlığının getirdiği yeniliklerden yalnızca birkaçıdır.

Sümerler, ay, güneş ve yıldızların hareketlerini, burçları, güneş ve ay tutulmalarında kaydetmişlerdir.

Sümerlerin bilimde attıkları en önemli adım, matematik ve geometride olmuştur. Matematikte onlu e altılı olmak üzere iki sistem kurmuşlardır. Onlu istemin yanında, saatte, daire ölçümlerinde ve modüler adı altında hala altılı sistem de kullanılmaktadır. Çarpım tablosunu, çeşitli problemlerde bütün matematik işlemlerini en büyük sayıdan kesildi sayılara kadar yaparak bugünkü matematiğin ve hatta Cebir’in temelini atmışlardır. Geometri konusu da aynı. Heyecan verici değil mi? Burada unutulmaması gereken bir nokta. Bir önceki bölümde müzik yazımında lineer yerine, halen astroloji de kullanıldığı gibi dairesel bir sistem kullanmanın da onlardan bugüne miras olduğudur. Bugün de derece hesaplarında, bir daireyi 360° dereceye bölmekteyiz; yani 6 × 6 × 10. Süreci ölçmekte kullandığımız sistem de altmışlık bir sistemdir: 1 saat 60 dakika, 1 dakika 60 saniye.

Birazdan vereceğimiz örnek, onları müzik ve astroloji konusundaki bilgilerinin hiç te hafife alınmaması gerektiğini gösterecek. Müzik konusunda, kil tabletleri kazanmış olan isimler, hem işlemeli hem de telli çalgıları birlikte çalındığını bölgelerdir. Sümer döneminden kalma ve bir nota sistemi ile yazılmış baz müzikal eserlerin tekrardan icra denemeleri yapılmaktadır. Bugün, hala Sümer’den kalma takım yıldız adlarını kullandığımızı ve sümerlilerin güneş temelli bir takvim kullandıklarını ekleyelim.

İlk Sümer uygarlığı birden bire kompleks bir din, anıtsal mimari ve karışık bir yazım biçimi geliştiği için bir çok kişi, bu imparatorluğun kuruculardan yabancı bir yerden geldiklerini iddia etmiştir. Sümerlilerin kendilerinde tufandan önce yaşamış olan kralların torunlarının ikamet ettiği Dilmun adasından geldikleri ni kayıtlara geçirmişlerdir.

Muhtemelen Arabistandan gelen bir Sami Kavmin Mezopotamyanın istilası ile birlikte M.Ö 2360 yılından 2180 yılına dek süren akat uygarlığının yükselişi görülür. Akatlar farklı bir dil konuşmalarına karşın, Sümer yazısını kullanmaya devam etmişlerdir. Bunu Babil İmparatorluğu’nun yükselişi takip eder. Bu büyük imparatorluk M.Ö 2200 yılından 538 yılına dek varlığını sürdürmüştür, Kral Cyrus tarafından yönetilen Perslerce fethedilmiştir.

Ayrıca yaklaşık olarak 3000 yıl önce, kuzey Mezopotamya’da Asur imparatorluğu gelişmiştir. Aşağı yukarı Milat’tan önce 700 yılında Doruk noktasına ulaşmış, sınırları İran körfezi’nden Mısır’a dek varmıştır. Halkı Akatların semitik lehçesini benimsemiş ve Sümer yazısıyla yazmaya devam etmişti.

Babil ve Asur devletleri tarafından sonlandırılan Sümer, İleride göreceğiniz gibi 60 tabanlı bir matematik sistemi kullanan, bir daireyi 60 bölü kare = 360’a bölen, astroloji ve müziğin ortaya çıkışını resimlerdeki yazılardan çivi yazısına, sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş yapan medeniyettir.

Türklerde müzik, Türk tarihi kadar eskiye gitmektedir. Bir çok tarihçi ve müzikolog, en az 6.000 yıldan günümüze kadar devam eden bir Türk musikî tarihinden bahsetmektedir. Türklerde müzik yalnızca zevk, neşe, aşk, hüzün ve eğlenceyle sınırlı değildir: devlet ve millet birliğini oluşturan, savaş sırasında orduya o şevk ve duyguyu veren, onun yürüyüş ve hareketini düzenleyen de yine ses ve ritimdir. 

Çalgılarımızdan bir örnek verecek olursak, günümüze dek Türk dünyasına hâlen eşlik etmekte olan en yaşlı ata çalgılarımızdan biri olan Kopuz, bunlar arasında akıllarımıza ilk gelenidir. Peki; Türk milletinin nal izi bıraktığı geniş coğrafyalarda asırlarca yankılanan bu kutlu ses, yüzyıllar içinde ne çaldı, ne anlattı insanlara? Ya da, bu ses, sadece bir çalgımıydı?

Kopuz, muhakkak yalnızca bir calgı değildir: bu çalgıyla elde edilen ses ve âhenk ilk olarak ruhsal ve diğer hastalıkların tedavisinde kullanılması özelliğiyle, kısacası iyi ruhları çağıran, kötü ruhları kovan kutlu ses diye de bilinmektedir. Kopuz, tarihsel yolculuğu boyunca Orta Asya’nın uzayıp giden ovaları ve derin bozkır ve vadilerinde Türkler için velîlik, bir ululuk sembolü de olmuştur her zaman. Hatta bir çoğumuz da biliriz ki, at üstünde ve belinde pusatıyla birlikte, omzunda çalgısıyla savaşa adeta bir düğün ve bayram havasında giden belki de tek milletizdir.

Peki; Kopuzun ya da diğer ata çalgılarımızın dünya müziğine katkısı olmuşmudur? Eğer öyleyse, bunlar nedir? Bu sorunun cevabı hem müzik bilimi açısından, hem de tarihsel bakımdan, kesin bir evet ile cevaplanmalıdır. Hatta diyebiliriz ki; dünya müziği adına da Kopuz’un dünya çapında ciddi bir etkileşiminden söz etmek durumundayız: ancak, ne yazık ki, bir çok farklı diğer konuda da olduğu gibi, gerçekten bizim, bizden ve biz olanı dışarıdan ya da başkalarından duyup öğrenince benimsiyoruz veya öğreniyoruz. Böylesi gerçeklerden, tarih-kimlik-bilinç üçgeninde bu denli büyük bir öneme haîz bir gerçeklikten bîhaber yaşayan herhâlde başka bir millet te yoktur yerküre üzerinde. Kaldı ki, batılıların da Türk musîkisini ısrarla Arap ve Acemlere mal etme çabalarını da gayet yakinen biliyoruz. Íayet, burada konu objektiflik ise, bir Arap düşünür ve tarihçi olmasına rağmen İbn-i Haldun Mukaddime’nin ve musikiye değindiği kısmında Araplarda İslam’dan önce kaydadeğer bir musikînin bulunmadığıdır. Varın tarih ve döneme göre bir kıyaslamayı siz yapın.

Yukarıda bahsettiğim katkıya gelirsek; bunun adı pentatonizmdir. Siz değerli ilgili ve okuyucuları bilgilendirmek adına kısaca anlatacak olursak; bildiğiniz üzere müzikte 7 farklı ses vardır, pentatonizmde ise 5. İsmini de zaten Antik Yunanca beş anlamına gelen penta kelimesinden alır. Günümüzde bu sistemi nerelerde duyabiliriz dersek: bu aralıklara, geniş Asya’da hemen hemen bütün ülkelerde olduğu gibi Anadolunun bazı illerinde (örn. Íanlıurfa, Erzurum, Konya, Safranbolu, Eskişehir) rastlarız. Ancak Asya ve Avrupa ile sınırlı olmayıp pentatonik düzen, Amerika’daki caz ve blues müziğinde de sıklıkla kullanılan bir ses aralığıdır. Pentatonik bir müzikâl kulağımıza geldiğinde  beyinlerimizde bir doğu ve uzak doğu imajı uyandırır.

Bir imparatorluk enkâzından dirilen Cumhuriyetimizin henüz genç çağlarında Atatürk’ün isteği ile Türk müziği ile dünya müziğini harmanlamak ve teorik bilgilerle yurda dönmeleri için Avrupa’ya yolladığı Türk Beşlerivardır. Müziğimizde müstesnâ bir yer edinen bu seçkin 5 musikîşinas genç kişiden birisi merhum Ahmet Adnan Saygun’dur. Saygun yurda döndükten sonra Atamız kendisinden Türk musîkisi hakkında bir araştırma yapmasını ister. Bu büyük üstad Ata’ya daha sonra sunduğu  raporda şu tespitlerine yer verir: ”Türklük camiasına dahil mütekâmil insanların, duyuşlarını ifade için bugün dahi pentatonik sisteme müracaat etmeleri o sistemin musikîde Türklüğün damgası olduğu neticesine bizi vardırmaz mı?“ Saygun’un  pentatonizmle ilgili neticelendirdiği iki ana fikir şudur: 

  1. Pentatonizm, Türk’ün öz malı ve musikîsinin ana esasıdır.
  2. Pentatonizmin bulunduğu yerlerde ya Türklerin bir kolu vardır veya medeniyetleri oralara kadar uzanmıştır.

Evet; şüphesiz bu da biz Türklerin müzik dünyasındaki haklı övünç kaynaklarından biridir. Bunun içindir ki, aynı kutlu yolu takip etme ülküsünde olan biz Türk müzik ve kültür elçileri açısından bu musikî emektârı merhum Saygun’un ruhunu ve tînini burada rahmetle anmak bir vazîfedir.

Pek saygıdeğer okurlar; bu ilk yazımda sizlere, dünya kültür sahnesindeki mühür ve izlerimizden olan bir konuyu bir nebze aktarmaya çalıştım. Hiçbir kuruma ya da bir gruba yaslanmadan, sadece ve sadece kendi emel, azim ve gayreti ile hizmet vermek isteyen bir müzik eğitmeni olarak da naçizâne fikrim, dileğim, arzum şudur ki; sanatımıza ve kültürümüze gerçek anlamda sahip çıkalım. Zirâ, tarihimizi başkaları yazdıkça, filmlerimizi başkaları çektikçe, ve türkülerimizi başkalarından duyup öğrendikçe, öz değerlerimizi kaybetmemiz içten bile olmayacaktır. Kaldı ki, biz konuşmazsak, başkaları bizim adımıza konuşur; biz söylemezsek, başkaları söyler ve en nihayetinde, Ortaasya’dan Anadolu havzasına kadar geniş bir coğrafyaya hüküm sürmüş bir milletin kültürel zenginliği tarihin küflü sayfalarında kendine yer bulmak için didinen, birkaç oryantalistin egzotik-folklorik bir izdüşümü hâline gelir. Yine öz düşüncemdir ki; özümüz ile özümüzmüş arasında ince bir çizgi olduğu kanaatindeyim her zaman. Bu çizginin müzmüş kısmına indirgenecek ve hapsedilecek olursak yine başkalarının dayattığı yapay ve sahte bir kültürcük edinilecektir. Íu anda tam da buna maruz kalmıyor değiliz maalesef. İşte sırf bu yüzdendir ki; özümüzü bilmemiz, ve bizi bizim de bilmemiz katî ve elzemdir.

Uzakdoğu düşünce sisteminde, Satori adı verilen bir şuur aydınlanma hâlinin doğru bilginin improvizasyon tarzında sezgi ile elde edilebileceği kanaati, bu konuda geniş araştırmalara yol açtı. Baksı-Şaman da bu hâli elde ediyordu. Sonunda bu vecd hâlinin, davul ritmi ve kopuz, rebap, sıbızgı adlı aletlerle icrâ edilen beş sesli musikî tonları ve buna bağlı hür bir improvizasyon ile elde edildiği anlaşıldı. Hâlen tedavi merkezlerinde uygulanacak müziğin gerilimden uzak olması istendiğinde beş ses sistemine müracaat edilmektedir. Musikîde ritim de çok önemli bir konudur; hatta ritim, müziğin dinamik ve belirgin elemanıdır. Ritim, histerik hâlleri vücuda geri getirebildiği gibi, uyku hâlini de doğurabilir, bir uyanıklık hareketi yahut bir hipnotik tesir oluşturabilir. Tekrarlanan yâhut taciz eden ritim, insanlarda psikolojik olarak üzüntü yaratır. Bilhassa baş seslerde meydana getirilen devamlı tekrar, üzüntü ve sıkıntı oluşturmaktadır.

Yavaş adımlarla devamlı seslerin tekrarı ve zaman içinde yavaşlaması, şuur kaybı sağlamaktadır. Bu ritim, bir melodinin geri planına yerleştirilirse, daha da etkili olabilmektedir. Enerjik olarak tekrar meydana getirilen bir ritim de insana kuvvet ve ümit hissi verebilir. Bazı ilkel ritimler gelişerek komplike bir hale getirilmiştir. Günümüz müzisyenleri, ilkel müzik ritimlerinin gücünü artık fark etmektedirler. Bu ilkel olarak nitelenen ritimler hislerimizi, heyecanlarımızı harekete geçirmektedir. Ritmik müzik, forma bağlı kalmadan tekrarlanırsa, içgüdüler üzerinde sınırsız etkiler sağlar.

Musikînin, duygu yönüyle meydana getirdiği tesîrlerin toplanıp organize olduğu ve değerlendirildiği çok önemli bir yerde, beyindeki limbik sistemdir. Heyecanlar ve duygular diğer sinir merkezleri ve beyindeki ilgili bölümlerle beraber, limbik sistem vasıtasıyla bir adaptasyona geçilmektedir. Son yıllarda sinir sistemi fizyolojisindeki çalışmalar sonucu özellikle hipotalamus ve limbik sistemin heyecanların doğuş ve ifadesi ile yakın ilgisinin keşfinden sonra, heyecanlar psiko-biyolojik bir bilim konusu olarak ele alınmış ve fizyoloji ile psikoloji bu konuda son derece ciddî yaklaşarak birbirini tamamlama yoluna girmişlerdir.

Haz-elem, heyecan ve duygular diye adlandırdığımız ve davranışlarımıza tesir ederek onları yönlendiren fenomenler, beyinde limbik sistemin organizasyonuna tâbi olarak hayatımızda kıymet kazanmaktadır. Denilebilir ki, herhangi bir dış uyaran limbik sisteminin bu özelliklerini harekete geçirerek kişinin motivasyonunda ve davranışlarında değişiklikler husİle getirebilir; Bu dış uyaran da belli bir mesajı ve tesir gücü olan müzikâl bir eser olabilir.

Asya Türk musikîsi, İslam dini tesiri ile spiritüel yönden daha da güçlenmiş ve tasavvufî Türk musikîsi doğmuştur. Büyük Türk İslam velisi hoca Ahmet Yesevî’nin Hikmet adını verdiği dörtlükleri, Türk insanına feyiz dağıtmış, onun izniyle Anadoluyu aydınlatmaya gelen Hacı Bektaş-ı Velî görüşlerini nefeslerle sormuştur. Diğer yandan Horasanda Mevlâna Celâleddin Rumî sezgilerini edebiyat metinleri hâline getirmiştir. Bir çok musikî âleti, bu maksat ile Anadolu ve Asya insanına hizmet etmiştir. Spiritüel (rİhanî, dinî, manevî) esaslı Türk musikîsi, asla pasif değildir. Nitekim bunlardan bu yana bütün askerî teşkilatları da musikî takımları çok önemli verilen ve asla ihmâl edilmeyen müesseselerdir. Mehter kelimesi, Osmanlı dönemindeki askerî teşkilâta Asyadan taşınarak gelmiştir. Beylik alâmetleri içinde âlem, sancak, tabl (ritim âletleri) beraber zikredilir. Eski Türk Hakanlarının ordugâhlarında Gök adı verilen besteler her gün bir tören düzeni içinde çalınır, Osmanlılarda ise mehter takımı belli saatlerde nevbet hurma denen bir çeşit askerî musikî icrâ ederdi. Göktürklerde 1.500 sene önce askerî bando olduğu da söylenmektedir.

Klasik Türk musikîsi böylesine köklü bir malzemeyle, Asyada ve Anadoluda beş sesli musikînin gelişmesi ile ve ifâde gücünün tasavvufî imkânların artmasıyla oluşmuş, sanat değeri yüksek bir musikî olarak temayüz etmiştir. Anadoluda Asyadan girişte Sadiyyİddin Urmevî, Abdülkadir Meragi, Gazi Giray Han’ın tesirleri ve onların Asyadan geldikleri bu geniş ve güçlü malzeme, insanları hayret ve ibretle düşündürücü hakikâtlerdir. İfâde derinliği, makâm zenginliği, eşsiz ses genişliği, yine sanat şâheseri şiirlerle bezenmiş hâlde üç kıtaya hükmeden Türk insanının iç âleminde ve his âleminde yankılanıyor.

Cumhuriyetin inkilap yapmak ihtiyacı hissettiği alanlardan en ilginci hiç kuşkusuz müzik olmuştur. Bunda müziğin bireysel üretiminin dışında toplumsallığa açık işlevinin önemli payı söz konusudur. Kitleleri etki altına alabilecek ve aynı zamanda propaganda içerikli söylemini geniş alana yayabilecek etkin yöntemlerden birisi olarak tasarlanmış yeni bir müzik inşaasına tanıklık ettik. Batılılaşma ve modernleşme sürecinde çabalarının bir izdüşümü olarak 1826’da yeniçeri ocağının kaldırılmasının ardından başına Italya’dan Giuesseppe Donizetti’nin (ki kendisine daha sonra paşalık ünvanı da verilmiştir ve Donizetti paşa olarak anılmıştır) getirildiği Mızıka-i Hümayun’un kurulmasına kadar giden bir süreç.

Devamında kiminin klasik Türk müziği, kiminin Osmanlı müziği biçiminde adlandırdığı geleneksel müzik birikimini bir anlamda saraydan kovularak daha evvelce bu denli iletişim halinde olmadığı toplumun farklı katmanlarına açılarak ortaya hayatın doğası içinde şekillenen yeni bir müzikal bir alışveriş çıkacaktı.

Osmanlı döneminde gözlenen iki müziğin bir aradalığı meselesi, Cumhuriyet ile beraber yerini bir tercihe bıraktı ve bu tercih bütünüyle Batı müziğinden yana biçimlendi. Bu operasyonel tercihin geçmiş müzikal birikimin yok sayılması, ötekileştirilmesi üzerine bina edildiğini hemen belirtelim. Oysa böylesi bir geçmiş reddine karşın Avrupalı müzik çevrelerinin, var oldukları dönemlerde Osmanlı müziğinden ne çok etkilendiklerine yönelik, günümüzde sayısız makale okuyabiliyoruz. Batı klasik müziğinin önemli isimlerinden Mozart'ın Osmanlı müziğinden ve yeniçerilerden esinlenip Türk Marşını yazdığını, saraydan kız kaçırma operasında bile yeniçerilerden bahsedip, yeniçeri koro bölümünü esere dahil ettiğini bilmek bu etkileşimi bizlere açıklıyor.

Ziya Gökalp ünlü eseri “Türkçülüğün Esasları“nda, Batı müziğinin gelmesinden evvel bu topraklarda icra edilen iki tür müziğin varlığından söz eder. Bunlardan biri, Bizans'tan alınan şark musikisi, diğeri de halk melodilerinden müteşekkil Türk musikisidir. Íark musikisinin de Farabi tarafından alınıp Arapçaya, oradan da Acemce ve Osmanlıcaya aktarıldığını belirttikten sonra “Íark musikisinin hem hasta hem de gayri milli olduğunu gördük“ der. Buna göre Osmanlı ile temasta bulunmayıp bozulmamış, arî kültürün yerel, kırsal, folklorik ve folklorik alanda yaşadığı iddia edilmiştir. Folk kavramını ilk kullanan Herder’den hareketle bir ulusun doğal kimliğininin, özgün tarihsel dil ve kültürünün folklor çalışmaları ile ortaya çıkacağına yünelik inanç ile yapılmış ideolojik bilinç neticesinde müzik devriminin yılmaz savunucularının hızlarını alamayıp müziği de kavrayan kimlik arayışlarının Osmanlı / Selçuklu tarihini es geçip atlarını Orta Asya’nın steplerine doğru sürdüklerini görürüz.

Burada Osmanlılık olgusunun, islam'dan ayrı ele alınamazlığını sanırım hatırlatmaya gerek yok. İslamın saf Türklüğü bozduğu, dönüştürdüğü ve Araplaştırdığı iddiasından ivmelenen bir tarihsel geçmiş arama çabası doğal olarak islam öncesinin simge ve kurgusal tarihinden beslenmeye yol araladı. Bozulmayan Türklüğü folk alanda keşfetme çabası böylesi sorunlu, sentetik bir tarihi arama sürecinde ancak bir anlam ifade edebilirdi. Netice itibariyle bozulmamış, saf bir Türk müziği bir şekilde bu gol kültürünün ürettiği müzik merkez alınarak ortaya çıkabilcekti. Gökalp bunun nasıl olacağına da karar vermişti aslında. Yapılması gereken, folk müzik ile batının çok sesli armonik yapısını sentezleyip çağdaş müziğe ulaşmak yani bir anlamda hastalıklı şark musikisine ihtiyaç yoktu. O ancak tarihin karanlık zamanlarına ilişkin bir bilgi halinde anılabilirdi. Ancak müzik devriminin salt şekilde bu sentez arayışı ile sınırlı kalmadığını eklemek gerekir.

2 Kasım 1934 tarihinde Osmanlı klasik Türk müziğinin radyoda bütünüyle yasaklandığı ve dünyada eşi benzeri bulunmayan reddedici bir durum ile karşılaşıyoruz. Ki bu yasak, 1 yıl 6 ay 4 gün sürecek olan uzun bir aralığı kapsıyor maalesef. Ayrıca Darülelhan’in (Konservatuvar) Türk musikisi şubesinin 1925 yılında kapatılması hadisesini de düşünürsek karşımıza ötekilendirilmiş bir müzikal birikim çıkmaktadır. Zira, 1976’ya kadar hiçbir resmî kurum bünyesinde klasik Türk müziği eğitiminin verilmemesi başka türlü okunmaya müsait değildir.

Bir dönemin geleneksel üslubunu sürdüren üstatlardan Tanburî Ali Efendi’nin “Aksaray’da bir çocuk dinledim. Bir daha tanbur çalmaya tövbe ettim. Kırıp atacağım“ demesi ve üstatlarımızdan olan Cinucen Tanrıkorur’un “Mevlana’nın, ayrılığın acısıla feryad eden neyi gibi, bir ömür boyu hıçkırarak çaldı“ demesi de boşuna değildir merhum üstadımız Tanburî Cemil Bey için. İcra kabiliyetinin sınırlı olduğu düşünülen tanburda, pratiğe geçirerek daha 15-16 yaşlarında yapması herkesi şaşkına çevirip adının şehir efsanesi gibi Istanbul sokaklarında dolaşmasına sebep olduğu bilinmekte. Cemil Bey’in kendi çalgısında ortaya koyduğu yüksek icra performansının 1900’lü yılların başında anlaşılamamasının sebebi, gitmek istediği müzikâl adresin altını dolduracak teknik donanımın o yıllarda İstanbul’da olmamasıydı.

Toplumsal zemini olmayan modernleşme adına herşeyin havada kaldığı bu yıllarda Cemil Bey’in müziğinin sadece hayranlık duyularak dinlendiğini söyleyebiliriz. Kanaatimce Cemil Bey, zamanın ötesinde bir ruh ve teknik duyarlılığa sahipti. Bu yüzden sosyolojik zemin ile aynı düzlemde konumlanmadığı söylenebilir. Anlaşılmamasını buralarda aramak, bana daha akılcı geliyor. Modernleşme tecrübesini üreten toplumsal devinim sadece maddî düzlemde değil, sanatsal verim konusunda da batı dışı toplumların pratiğinden oldukça ötede bir tarihsel birikim ortaya koydu. Müzik eserlerinin nota ile kayıt altına alinmasinin disinda bizatihi teknolojik icatlar yaparak sesi bi nesneye tekrar dinlenebilecek şekilde işleyebilme, çalgıların biçim ve tınısında standartlar oluşturulmasını düşünerek, öğretim metotları bakımından da objektif, ölçülebilen süreçler yerleştirebilme gibi birçok yeniliği doğudan çok daha önceleri uygulamaya koyarak kurumsal birikimler üreten modern batı modernleşmesinin geldigi bu noktayı fark edip müziğimize içeriden ilk tarihsel müdahaleyi yapan kişinin Tanburî Cemil Bey olduğu iddia edilebilir. Tanburi Cemil Bey’in vefatının ardından günün gazetelerinde yayınlanan makalelerin bulunduğu metinlerin bir araya getirildiği kitabi okuduğumuz zaman bu meselelerin o yıllarda sıkça tartışıldığını fark ediyoruz.

Bir makalesinde üstat, müziğimizin yenilenmesinde bazı ihitiyaçlarından bahsediyor ve eleştirilerini öne sürüyor. Mesela saçzarın akordu ve notalı öğretime geçme meselesi, müzik teorisine yönelik çalışmaların yapılması, eserlerin hangi duygu halleri ile icra edileceğine dair işaretlemelerin batı notasında olduğu gibi bizde de bulunması gerektiğine dikkat çekmektedir. Birçok öneri getirmekte, hatta bir makalesinde sarf ettiği “yabancı kulakları gıbta ettirecek“ hâle dönüştürme meselesinden anlaşılıyor ki Cemil Bey, batının müzikal anlamda geldiği noktayı biliyor ve bir kıyas ortaya koyuyor. Yaptığı bu kıyasa göre geleceğin kendisini yenileyip, çağın ihtiyacı olan sesi üreterek modern dünyayı yakalayabilmesi kaygısından doğduğu aşikâr.

Cemil Bey’in modern müziğe bakışını, gelişimciliğini ve yeni öğretim metotlarına olan yanlarını gördük. Diğer yandan kendi sazı olan tanbur icrasındaki ürettiklerine bakacak olursak, özellikle çalınış biçimine getirdiği ses ve dinamizm yapılabileceği hayal edilemeyen pozisyonları oldukça seri bir şekilde ardı ardına sıralaması klasik ağır mızrap yürüyüşü yerine çeşitli çoklu vuruşları denemesi nağmeler arasında hızlı geçişler sayesinde çalgının ifade gücünü inanılmayacak ölçüde arttırmıştır.

Tıpkı tanbur gibi başlıca ana çalgılarımızdan olan bağlamanın 1960‘lardan itibaren icra mantığını sarsan tıpkı Cemil Bey gibi daha önce görülmeyen serilikte çalan hatta yer yer batı armonilerinin sesini yakalayıp akorlar basarak hepimizin aşina olduğu ezgileri zamanın ruhuna uygun yenileyen kendi eserlerinde ürettiği hızlı ve yüksek sesli ritim ile modern insanın ihtiyacı olan müzikal evreni üreten dolayısıyla dışarıda devinip duran yeni hayatla senkronik bağı yakalayan Gencebayın ruh köklerinde mutlaka üstadın tanburda pratiğe geçirdiği yenileşme çabasının izlerini bulabiliriz diye düşünüyorum. Az evvel bahsettiğimiz Cemil Bey‘in “yabancı kulaklara gıpta ettirecek“ sözünün ardından 1960’lı yıllarda popüler anlamda Orhan Gencebay Bey tarafından biçimlendirildiği tartışmaya değerdir. Batılı anlamda virtüöz denilebilecek ileri derecede çalgı icrasının ilk kahramanı olan Tanburî Cemil bey gibi Gencebay da bağlamada ileri çalma yöntemleri üreterek sadece sazında modernleşme seyrini belirlememi, icra ettiği sazın da virtüözlük makâmına ulaşarak kendisinde sonra gelecek kuşaklara müthiş bir alan aralamıştır.

Türk müziğinin iki öz sazı olan ve bize mahsus ses evrenimizin bütün karakteristik kimliğini taşıyan tanbur ve bağlamanın tıpkı ait oldukları toplumsal kütle gibi kendine dair modernleşme pratiği ortaya koyarak  geleceği yeniden dönüştürmeleri ve zamanın ruhunu yakalayıp çağ ile senkronik ilişki kurabilen performansları düşünüldüğünde, Cemil Bey ile Gencebay arasındaki müzikal münasebetin çok daha derin olduğu görülecektir. Cemil Bey’in karakter yapısında halinden ve tavrından da bir kaç söz edecek olursak; kendisini tanıyanların bütün anlatımlarında rastladığımız hüzünlü bir micaza sahip, yüksek sesle güldüğü hiç görülmemiş gururlu, etikve estetik ilkelerinden asla taviz vermemiş, şöhreti sevmeyen, yüzüne karşı övünülmekten hoşlanmayan, suskun bir kişilik olarak tek başına kalmayı tercih eden, kalabalıklardan sürekli kaçan mezarlıklarda yalnız dolaşan kendine has bir şahsiyet olarak anlatılır. Malİmunuz bu hassas duygu durumunun vardıracağı yer adına 1900lerin o çaresiz hastalığı ince hastalıktan, yani veremden başkası değildir. Tanbur Cemil Bey’in hayatındaki büyük yalnızlık, cenazesinde de kendini gösterir: müziğimizin bu büyük dehasının cenazesine sadece 20-30 kadar kişinin geldiğini öğrendiğimizde, üstadın bütün hayatına sirayet eden hüznün bir an sizi de sardığını fark edeceksiniz.

Müziğin duyguları, hissiyatı, kelimeleri ve hatta düşünceleri sesle anlatma sanatı olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız müziğin tanımını bunlarla sınırlamamız mümkün değildir. Dünyayı, yaşamı ve hayatı düşündüğümüzde, doğadaki tüm canlıların belirli ritimler hâlinde yaşadığını ve var olduğunu bilirsek, sanırım müziğin ne denli önemli olup vazgeçilmez olduğuna da kanaat getirmiş oluruz.

Müzik, bazen yalnızlığımızı paylaştığımız, bazen büyük kalabalıklarla birlikte eğlendiğimiz, bazen de hatıralarımıza, özlemimize, hasretimize ve duygularımıza eşlik eden bir tercümandır çoğu zaman. Doğumun ardından neşe ile kutlanan melodilerle ve hatta cenazelerde dahi belirli armoniler içinde uğurlamalar yapıldığını düşünürsek müziğin hayatımızın tam ortasında yer alan bir sanat dalı olduğunu görürüz. 

Müzik, bence var oluşumuz gibi mucizevîdir. Literatürde her ne kadar “kelimelerle anlatılamayanı seslerle  anlatma sanatı“ dense de, müziğin kendinden bahsederken tarif edilebilecek, değerini karşılayacak çok da bol sözcük bulamıyoruz maalesef. Ayrıca müziğin vücudumuzdaki etkilerine de göz gezdirecek olursak, müziğe belki de şimdiye kadar hiç farketmediğimiz bir yönden bakmamıza sebep olacaktır.

Beyinin haritasını çıkaran pet sistemi ile yapılan çalışmalarda sağ ve sol yarım kürelerin hangi aktiviteleri yaparken aktif hale geçtiği araştırılmıştır. Daha çok görsellik, yaratıcılık duygusallık bölümünde beynin sağ yarım küresi aktif hâle gelirken sol yarım kürede ise matematiksel, düşünsel ve müziksel kuramların aktif olduğu tespit edilmiştir. Bu iki küre arasındaki bağlantıyı sağlayan korpus kallosum adındaki organımızın müzik ile yoğun bir şekilde ugraşanların özellikle de enstrüman çalan kişilerinin bu organının ileri düzeyde gelişmiş olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu bilgilere ek olarak müziğin bir başka özelliğinden daha bahsetmek isterim. Müziğin, bilindiği üzere, ruh hâlimize birebir etkisinin olduğu katîdir. Bu yüzdendir ki en az 2.000 yıldan buyana müziğin bir tedavi aracı olarak uygulanması yoluna gidilmiştir. Bu tedavi şekli Asya‘da yüzlerce yıldır uygulanarak günümüze dek ulaşmıştır. Tabii bu durum batıda farklı değilse de bazı akıl hastalıkları söz konusu olduğunda Avrupa’da bu tür hastalara yaklaşım oldukça farklıydı. Bunu, yabancı kaynaklardan araştırdığımızda görebiliyoruz. Örnek verecek olursak Eaquriol Rapport daha 1874 senesinde şöyle der: “1818’de Fransa’da akıl hastaları, hayvanlardan ve cânilerden daha kötü muamele görürdü.“ Biz Türkler bir çok konuda olduğu gibi bu konuda da dikkat çekmiş olacağız ki, son asırda dünyada yetişen en büyük psikiyatrlardan biri olan Dr. Kraft Ebing bir yazısında bundan şu şekilde bahsetmiştir: “Akıl hastalarinı tedavi etmeyi Avrupa, Türklerden öğrendi. Türkler, bizden bir hâyli önce, akıl hastalarını muhâfazaya mahsus hastaneler yapmışlardır.“ Aynı yazar, yine 1897 senesinde yayınladığı Traite Clinique de Psychiatrie isimli eserinde “ilk akıl hastanelerinin Türkler tarafından kurulduğu, akıl hastalarının tedavi yöntemlerinin Türklerden alınarak Avrupa’ya yayıldığı“ bilgisine yer verilir.

Osmanlı devrinde Türklerin, akıl hastaları için inşa ettikleri ilk hastane“ Fatih Dârüşşifasıdır (1470). Yalnız bu kurum zamanın tahribatından kurtulamayıp yıkılmış, daha sonra 2. Beyazıd 1484 yılında Beyazıd Dârüşşifasını yaptırmıştır. Ayrıca bu hastanelerimiz 1600’lü yıllardan sonra Avrupa‘da yapılan hastanelere gerek akustik yapısı, gerekse mimarî yapısı ile örnek olduğu bilinmektedir.

Evliya Çelebi 1653 yılında Beyazid Dârüşşifasını ziyaretinden bahsederken müzikle tedavi konusuna değinmiştir. Çelebî’nin eserinde Neva, Rast, Buselik gibi çeşitli makamların hangi ruhî hastalıkların tedavisine iyi geldiğini ayrı ayrı belirtmesi bilhassa dikkate şayandır. Bir diğer değerimiz olan dünyaca ünlü Türk bilgini Farabî bu makamları şöyle sınıflandırmıştır:

Rast makamı neşe ve huzur, Rehavi makamı sonsuzluk fikri, Neva makamı insana lezzet ve ferahlık, Buselik makamı kuvvet, Hüseyni makamı sükİnet ve rahatlık, Büzürk makamı korku, Hicaz makamı alçak gönüllülük, Saba makamı cesaret ve kuvvet, İsfahan makamı ise haraket kabiliyeti ve güven hissi vermektedir. Bu makamlar tedavilerde kullanılan başlıca makamlardır.

Değerli okurlar; bu yazımı okuduktan sonra size önerim, küçük bir test yapmamız ve Rast makamına, yani neşe ve huzur vermek için kullanılan bu makama bir örnek vererek, ne hissettirdiğine dair bir tecrübe etmemiz. Önereceğim şarkı ise Dede Efendi‘nin eşsiz eseri “Yine bir gülnihâl aldı bu gönlümü” olacaktır. Ve evet, müzik ruhun gıdasıdır diyoruz hep. Mutlaka öyle ama, ya yanlış besleniyorsak kısmına gelecek olursak – sanıyorum müziğin hayatımızdaki önemini yukarıdaki bahsetmiş olduğum bilgilerden sonra bir kez daha görmüş oluyoruz. Bu nedenle, dinlediğimiz müzik tarzına daha da özen göstermeliyiz diye düşünüyorum. Kaldı ki, mâdem ruh hâlimizi bu denli etkiliyor ve madem biz insanların hayatlarında büyük bir yeri var, o hâlde müzik konusunda buna daha fazla dikkat etmeliyiz. Sizlere naçizane tavsiyem; bir müziği dinlerken, solist ise diksiyonuna ve nefesine, enstrümanist ise de icrâsına dikkat ederek müzikalitesini diğerlerinden ayrıştıran noktaları gözlemlemeniz olacaktır. Her ne kadar zevkler ve renkler tartışılır ise de sanat bilimi ya da bazı doğrular bunlara kapalıdır. Ruh gıdamıza dikkat edelim ve bazı müziklerden perhiz edip yanlış beslenmeyelim.

Müzik, daha çok duygularla ilişkilendirilir. Bu sebeple de müziğin okullarda ders olarak okutulması gerekli görülmesine rağmen ne yazık ki okullardaki ciddi bilimsel derslerle aynı seviyede değerlendirilmemektedir. Bunun dışında, özel olarak müzikle ilgilenen ler, müziğin fizikle ilişkisinden de haberdardır. Uzun zamandır müzik, ana akım olarak yalnızca eğlence sektörünün bir parçası olarak görülmektedir. Ancak, antik felsefede de müzik ciddi bir iş olarak değerlendirilirken, müzik eğitimi ise erdemli bir insan yetiştirmenin bir önemli parçası olarak ele alınmaktaydı. Müzik hakkındaki daha eski ifadelere baktığımızda ise görmekteyiz ki, müzik ontolojik varlığının ifadesini içeren çok ciddi bir konudur!

Karmaşık bir matematiğe dayalı görünen ve bütün parça ilişkisinde rol alan müziği anlamanın daha kolay bir yolu da insandaki uyandırdığı duygulardır. Tüm bu olgularla birlikte müzik, bizlere önemli bir mesaj iletmektedir: geometrik ve fizik ilişkilerle ifade edilmesine rağmen müzikal olgular, dinleyicisine o kadar da karmaşık gelmemektedir!

Evrensel yasaları yansıtan müzikle insanın ilişkisi matematik üzerinden değil de duygular ve hisler üzerinden oluyorsa, insanın kendi duygularını da hafife almaması ve onlara gereken önemi vermesi gerekmez mi? İnsanın kendi sezgi ve duygularına gerekli değeri vermemesi, beyninin yalnızca sol yarısının işlevlerine önem vermesi, onun kendi içerisindeki dengesizliğini körükleyerek adeta akordu bozuk kakofoniye yol açmış tır. Bu kakofoni, elbette çeşitli sağlık problemlerine de yol açmaktadır.

Müziğin sağaltım alanında kullanılması dışarıdan kimyasal kullanılarak yapılan görece tedavilere göre çok daha güzeldir ve oldukça eski bir yöntemdir. Ancak birbirinden çok uzak oktav döngülerine ait etkiler, gerçek bir tedaviden çok yalnızca geçici bir çözüm olarak rehabilitasyonu kolaylaştırmaktadır. Müziği değerlendirirken nasıl ki duygular üzerinden uyandırılan duygular kanalıyla bir değerlendirme yapılıyorsa, Platon’un eserinde bahsettiği gibi müzikal bir eğitim alarak duyguları akort edilmiş birisinin de çok daha üst oktavları hissedebileceğini düşünüyoruz. İşte ancak bu yolla göklerin müziğinin işletilmesi gerçekleşebilir görünüyor.

Bu iddiamızı destekleyen bir olgu da Glen Rein ve arkadaşları nın çalışmalarıdır. Öyle ki Rein, artan kalp ritmi uyumlu olduğu olan sevgiyi hisseden, seven meditatörlerin gönüllü olarak bir test tüpü içindeki faal ve faal olmayan dna örüntülerini dahi etkileyebilme yetenekleri olduğunu sapladı. Daha az uyumlu kalp örüntüsü olanlar, dna oluşumu üzerindeki bu kasıtlı psiko kinetik etki üretmekte başarısız olma eğilimindedirler. Bu durum, gerçekleşen olayın üst üste bindirilmiş bir oktavlar arası rezonans etkisi sonucu olduğunu göstermektedir.

Şifacılarla ilgili daha önceki çalışmalar, şifa süresi esnasında hastalar ve şifacılar arasındaki rezonant bağı ispat etmiştir. Temas olmadan yapılan şifa da dahi, hastanın nefesinin ritimleri, kalp aktivitesi ve beyin dalgası örüntüleri yavaş yavaş şifacının kilere benzer bir hale gelir. Şifacı bir hasta arasındaki gizli enerji bağlantısı kurulduğu esnada, çoğunlukla 7.8 Hz civarında, güçlü bir beyin dalgası aktivitesi odaklanması olmuştur. Yani, hem şifacı, hem de hastanın beyin dalgası örüntüsü, alfa-ters arabirimi olan ve yeryü zünün manyetik alanının Schumann rezonansı olarak bilinen 7.8 Hz’de dominant bir frekans aktivitesi gösterirler.

Yeryüzündeki tüm yaşam manyetik enerji alt yapısına bağlıdır. Bu, bir anlamda, dünya ananın enerjisidir. Aynı zamanda da tüm canlıların, bir enerji ortamında besleyici ve yönlendirici beş iyidir. Yuvaya dönen güvercinler kendilerini, yeryüzünün manyetik alanını kullanarak yönlendirirler. İnsanlar ve diğer hayvanlar bilinçsiz de olsa, benzer manyetik duyuya sahiptirler.

NASA‘daki bilim insanları uzay mekiklerine manyetik alan jeneratörler yerleştirdiler; bu cihazlar, uzay manevraları esnasında uzay mevkiindeki astronotların optimum düzeyde sağlıklı ve çalışır kalabilmeleri için 7.8 Hz’lik bir vuruşla, manyetik altyapı sinyali üretirler. İlginç bir biçimde; John Zimmerman’ın şifacıların ellerinde oluşan manyetik alan emisyonu üzerindeki araştırması, şifacıların manyetik alanlarının, bilinçli enerji projeksiyon ve şifa zamanları esnasında aynı 7.8 Hz’lik frekansta titreştiğini göstermiştir.

Bugün evrenin tümünü belirli frekanslarla açıklamayı deneyen bilim dünyasında olduğu gibi hem müzik, hem de astrolojide yapılan açıklamalar belirli ritimler üzerinden yapılmaktadır. O hâlde müzikte ve armonide geçerli olan kurallar tüm evrende neden geçerli olmasın?

Elimizdeki veriler bu düşüncenin en azından insan için geçerli olduğunu gösteriyor. Yeni bulunan bulgulara göre sirkadyen saat olarak adlandırılan güneşe göre belirlenmiş 24 saatlik ritimlerin genlerde ve proteinlerde mevcut olduğu, diyabet hastalığının bile pankreasdaki ensülin depolayan beta hücrelerinin sirkadyen saatlerinin bozulmasına bağlı olarak ortaya çıktığı tespit edildi.

Sinir hücreleri arasındaki iletişimi sağlayan kimyasalların insanın tüm manyetik alanından etkilendiği ve her bir kimyasalın bir orkestrada yerinde basılan tek bir nota olarak incelenmesi gerektiği de bilim insanlarının gündemindedir. Bu örnekler dışında kalp ritmi, nabız ve nefes gibi insan bedenindeki ritimlere bir çok örnek vermek mümkün. Ancak unutmamak gerekir ki, müzikte düzenli frekans her zaman armonik bir yapı demek değildir. Hatta doğada ve akustik müzikte sesler, daha büyük eğrilerle birlikte hareket ederler. Yaşamımız, tekdüze ve standardize edilmiş ritimlerden ibaret hale getirilmektedir. Oysa doğada akustik olarak çıkarılan hiçbir ses sabit olarak başlayıp sonuna kadar aynı ritimde devam etmez; tam aksine döngüler içerir ve bu döngüler birbirleri ile ilişki halinde olduklarından bu ilişkilerden spiraller ortaya çıkar. Oysa bugün görünen dünyadaki güneş etkileşimi bile iklim ve saatten habersiz kalacağınız alışveriş merkezlerinin içerisinde stabilize ediliyor. Tabii ki bu durum, dışarı çıktığımızda bitiyor. Yani alışverişiniz bittiğinde.

Müziğin madde ve canlılar üzerindeki etkilerini araştıran çalışmalarda kullanılan armoni kurallarına göre düzenlenmiş müziklerdeki yedi nota eşit aralıklı bir yol izlemez. Eşit aralıklı olarak düzenli giden ton dizileri, insan üzerinde gerilme hissi oluşturduğu için korku filmlerinde de bu ton dizisi tercih edilmektedir.

Rock ve metal türü müziklerin bir kısmında bu dizi kullanıldığı için canlılar üzerinde de özel bir etki uyandırmaktadır. Düzenli ritim, sınırlandırılmış ritim ve dolayısıyla sınırlandırılmış düşünce ve insan demektir. Dijital sistem, belirli ve sabit bir elektrik frekansına bağlıdır. Kullandığımız bir çok elektrikli alet standart akımlara bağlı olarak çalışır. Bugün, çarpık bir anlayışla elektronik müzik, temiz ve doğru sesi vermek adına düzenli frekanslarla üretilmektedir. Tekno, beat gibi elektronik müzik türleri, akustik seslerden farklı olarak düzenli ve tekdüze seslerden oluşmaktadır.

Bu olgunun bir metaforu olarak verebileceğimiz mekanik saatin göstergeleri, dairesel bir hareket çizer, ani düşüş ve çıkışlar yoktur. Ancak düzenli olarak ilerleyen dijital saatler, en yüksek rakama ulaştıklarında sıfırlanmaktadırlar. İşte insanın da bir çeşit sıfırlanması, stres kökenli hastalıklarda yaşanmaktadır. Kalp krizinde olduğu gibi. 

Beth Israel Deaconess Medical Center’den Ary Goldberger’in araştırmalarına göre kalp atışları, düzenli bir metronomdan çok caz pasajlara benziyor. Sağlıklı kalpler, poli ritmik atmakta. Gelişen ölçüm teknolojisiyle, sağlıklı kalp atışlarının öngörülemez şekilde düzensiz göründüğü, risk altında bulunan kalplerinse daha tekdüze ve monoton bir ateşi olduğu tespit edildi. Bu ilginç durum, matematikçiler ve istatistiki fizik uzmanlarınca incelendiğinde, sağlıklı kalp atışlarının fraktal görüntüler içerdiği belirlendi.

Golberger’in öğrencileri ile yaptığı diğer araştırmalarda da vardıkları sonuç, kalp ritminin fiziksel aktiviteden fazla, daha derindeki psikolojik farklılıklardan etkilenen bir yapısı olduğu idi. Bu durum, kalp ritminin öncelikle farklı duygusal durumlarda etkileşim halinde olduğu anlamına geliyor. Resimdeki ince ayarlar bozulduktan bir süre sonra da bu süreç, tespit edilen kalp rahatsızlıklarına yol açıyor. Bir diğer ifadeyle, yüksek oktavlarda bozulan armoni, düşük oktavlardaki armoniyi de zamanla bozmakta ve kalp rahatsızlıkları ortaya çıkmaktadır. Bugün bir çok müzikle tedavi çalışması farklı şekillerde uygulanmaktadır. Bunlardan bir tanesi de Neo Íamanizm adı altında kullanılan geleneksel davul isimleridir. Afrikalı davul kullanan sağaltımcıları araştıran Faith Dyson , kendilerinin çoğunun hasta olduklarını ve yaptıkları müziğin de sağaltım özellikleri olmadığını iddia etmekte. Tekdüze müzikte eksik olan şeyse, doğaçlama özellikleridir. Dyson,  ”bu, tam şu hastalığa, ya da şu hastalığa bu ritim iyi gelir“ şeklinde ezbere çalınan ritim ve notaların bir işe yaramadığını, ancak doğaçlama müziğin insanın genetik yapısı üzerinde farklı bir etkisi olduğunu iddia etmekte.

Müzikte mekanikliğin, insan doğasına aykırı olduğu görüşüne katılmamak elde değil.

Rudolf Steiner, müziğin ruha iyi geldiğini söylemiştir. Bu durumu açık-larken Steiner, müziğin diğer sanatlardaki gibi dışarıdaki bir şeyi kopyalama yoluyla değil de, bestecinin bizatihi kendi ruhundan yaptığı bir esinlenme ile gerçekleştirildiği bir üretime dayandığını savunur. Steiner, manevî yola giren tâlibin, belirli bir aşamada içsel gözünün açılmasıyla rüyalarındaki renk ve algıların değiştiğini, daha yüksek boyutlara göre bildiğini söyler. Kişi uyandığı sırada, daha önce hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığı bir görüntüler ve bir renkler okyanusundan gelmiş gibidir. Daha sonra birinci aşamalı olarak bu dünyanın dışına çıkmayı başardığında, rüyadaki nesneler adeta içinden geçilebilir bir hâl almaya başlarlar. Bir sonraki aşamada günlük hayatta da rüyâ hâlindeyken yaşadıklarını görmeye başlar. Kişi, günlük hayat içerisinde de maddi dünyadan daha da gerçek görünen diğerlerinin astral bedenlerini de görebilmektedir. Bu aşamadan sonra, uyku süresi rüyâsız bir hâle gelir. Bir sonraki aşamada ise renk ve görüntü olmayan, ancak seslerden oluşan müzikâl bir evreni deneyimlediğini anlatır. Böylece biyolojik kulakla duyulamayacak sesler ve melodiler duyulmaya başlanmıştır. 

Dünyadaki her bir maddesel formun dahi bir sesi olduğunu deneyimler. Müziğin arketipleri (Devacan) adı verilen yüksek boyutlardadır ve bizim yaptığımız müzik te onun gölgesi gibidir. Besteci genellikle uykuda olduğu süre içerisinde yüksek boyutlara ait bedenleriyle yaptığı seyahatlerde edindiklerini, uyanık hâlinde daha yoğun bedenine taşır ve bizlerle paylaşır.
 
George Gurdjieff’in öğrencisi Petre D. Ouspensky (1878-1947) ezoterizmle ilgili çalışmalarında, insanın evrendeki yerinin oktav kuralı ile anlaşılabileceğini öne sürer. Bu sebepten de kendi deyimiyle bilgelik, kozmosların öğretisi ile başlar. Gurdjeiff, insanın mikrokozmos, evrenin bir makro bir insan olarak değerlendirilmesinin, kabala ve diğer bir çok antik sistemde bilindiği, ancak bu sistemin daha geniş kapsamlı antik öğretilerin eksik bir anlatımla olduğunu iddia eder. Kozmoslara ait öğretimin bütünü olarak iki kozmostan değil, her biri bir diğerini kapsayan içeren yedi kozmostan bahseder. Bu şekliyle yedi kozmos bize evrenin bütün bir fotoğrafını verir. Yalnızca insan ve evrene ait iki kozmosu temel alan eksik anlatım ise, bu benzerliklerin hangi alanda olduğuna dair bir fikir vermez.
 
Gurjieff’in anlatımıyla oktav kurallarına göre mesocosmos ve mikrocosmos, aralarındaki tritocosmosu belirler, deutercosmos ve tritocosmos aralarındaki mesicosmosu belirler; hepsi bu şekilde birbiriyle ilişkilidir ve sıfırdan sonsuza giden yoldaki yerimizi görmemizi sağlar.
 
Bu tabloyu incelediğimizde, doğadaki her bir döngünün, eklenen bir kozmos olarak ele alındığını görmekteyiz: ayın dünya etrafında dönmesi, dünyanın güneş etrafında dönmesi, güneşin samanyolu galaksisi içerisindeki döngüsü. Dünyanın kendi çevresindeki döngüsü bunlardan farklıdır ve doğrusal olmayan bir sürece tabii olduğunu gösterir. Yedi kozmos, yedi periyota işaret eder.
 
Belirli metinlerde insana mikrokozmos denilmesinin sebebi ise onun temelinin mikro kozmosta olduğu içindir. Dünya üzerindeki biyolojik yaşam, çok düşük hücrelerden meydana gelmiştir. Tüm döngüler, insanı da meydana getiren mikro kozmosa gelindiğinde ise durur. Mutlak ile başlayan yaratılış ışığında, Ay ile biter. Ayın ardındaysa yine hiçlik ve mutlâk vardır.
Dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri olarak bilinen Alman ekonomisi Covid-19 salgınının yeni varyantları ile gündeme gelmesinden oldukça tedirgin durumda. Öngörülemezliğin giderek yükseldiği ekonomide bazı sektörler bir şekilde ite kalka giderken yine bir çok sektörlerin artık yorgun belirtileri ile yarışa devam edip edemeyecekleri konusunda kararsızlık göstermeye başladılar.

Almanya ekonomisi, pandeminin henüz ülkeyi etkisi altına almadığı döneme denk gelen üçüncü çeyrekte beklenen bü-yüme rakamının altında bir büyüme gerçekleştirdi. Almanya’nın istatistik ofisi ekim ayı üçüncü çeyrek büyüme rakamını yüzde 1,8 şeklinde açıklamış olsa da, yüzde 1,7 oranında bir büyüme gerçekleşti. Almanya bu durumda en azından imalat ve buna bağlı olarak ta ihracatta açıkça vites küçülttüğünü göstermiş oldu.

İmalat sektörü üzerine odaklanan Avrupa’nın en büyük ekonomisi Almanya'da, küresel tedarik sorunlarının olumsuz etkileri devam ediyor. Bu durum, büyüme görünümüne yönelik aşağı yönlü revizyonları gündeme getirirken pandeminin son dönemde kötüye gitmesi ülkeyi olası bir kapanma için alarma geçirmiş durumda. Almanya geleceğe yönelik planlamalarda uzun vadeli düşünemediklerini belirterek, “Bütün sektörler direk ya da indirekt birbiri ile bağlantılı. Bu bağlamda corona sonrası için hazırlanmak önemli ama o zama na kadar da bir şekilde ayakta kalmak gerek” şeklinde konuşul-maya başlandı.

Almanya’nın, bu yılın üçüncü çeyreğinde gerçekleştirdiği binek otomobil ihracatı, tedarik darboğazlarının etkisiyle 2020'nin aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 17,2 geriledi.

Almanya Federal İstatistik Ofisi (Destatis), otomobil ihracatına ilişkin üçüncü çeyrek verilerini açıkladı. Buna göre, Temmuz-Eylül döneminde Almanya’dan 23,1 milyar euro değerinde binek otomobil ihraç edildi. Ülkenin söz konusu ihracatında geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 17,2 düşüş görüldü.

Destatis’ın açıklamasında, “Otomotiv sektöründe çip eksikliği ve tedarik darboğazları, bu gelişmenin olası nedenleridir” denildi.

Aynı dönemde Almanya’nın binek otomobil ithalatı da yüzde 29,8 azalarak 11,2 milyar euroya geriledi. Destatis, Almanya'nın 2021'in üçüncü çeyreğindeki otomobil ihracatı ve ithalatının özellikle Kovid-19 ile ilgili kısıtlamala rın uygulandığı 2020'nin ikinci çeyreğinden bu yana düşüş eğiliminde olduğunu belirtti.

İçten yanmalı motorlara sahip otomobillerin ihracatının, 2021'de hala Almanya'nın otomobil ihracat ve ithalatının çoğunluğunu oluşturması dikkati çekti. 2021 yılının üçüncü çeyreğinde toplam değeri 8,5 milyar euro olan 254 bin içten yanmalı otomobil ihraç edildi.

Temmuz-Eylül döneminde ABD 3,2 milyar euro ile en fazla otomobil satışı yapılan ülke olurken, ABD’yi 2,9 milyar euro ile Çin ve 2 milyar euro ile İngiltere izledi. İthalat açısından da yine ABD, Almanya'nın otomobil pazarında en önemli ticaret ortağı oldu. ABD'den 1,6 milyar euro değerinde otomobil ithal edildi. ABD’yi İspanya 1,2 milyar euro ve Çekya 900 milyon euro ile takip etti.

Son GELİŞMELER

FOTO GALERİ

Abteilung Allgemein- und Viszeralchirurgie der Klinik Hallerwiese ist jetzt zertifiziertes Hernienzentrum

DİTİB ailesi bayramlaşma dolayısıyla bir araya geldi

Avrupa Türklerinin gururu Dünya Şampiyonu Tarık Kuzucu

Neuwahlen beim Stadtmarketingverein „Würzburg macht Spaß“

‘Türkiyesiz Avrupa düşünülemez’