Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

Müziğin ortaya çıkış teorilerine baktığımızda, günümüz temel armoni bilgisinin kuş seslerinde de mevcut olduğunun fark edilmesiyle birlikte insanların kuş seslerini dinleyerek onları taklit ettiği yolundaki düşünceler, bir çok müzik bilimcinin ilgisini çekmiş tir. Diğer bir görüşe göre ise, insanın zevk ya da acıları, duygusal ve duygusal durumları, onda kasılmalara yol açmış, bu kasılmalar da insan sesiyle söylenen müziği doğurmuştur. Daha sonraki dönemlerde ise insanın düşünsel gelişimi sonucu ortaya çıkan dil yetisi, konuşma ve müzik olarak insan ifadesinin ikiye bölünmesine yol açmıştır.
 
Konuşma yoluyla düşünceler, müzik yoluyla da duygular ifade edilmektedir. Bugün hâlen müziğin içerisinde sözel öğelerin, konuşmanın içerisinde de müzikâl öğelerin bulunması, bu ayrım öncesinden bir kalıntıdır. Tüm müzik türlerini kökenli vokal müzik olarak gören bu görüş yanında, neolitik dönemde âlet yapımı esnasında çıkan ritmik seslerin, rezonans etkisi oluşturarak bir çeşit trans hâline yol açmış olması da muhtemeldir. Yapılan araştırmalarda, yazı öncesi kültürlerde, müziğin sosyal yaşam, din psikoloji ve tıp gibi yaşamın farklı alanlarından ayrı olarak incelenemeyeceği tespit edilmiştir. Müzik, yalnızca konserlerde gidilip dinlenilen, ya da mağazalardan satın alınan seslerden ibaret değil; organik, fonksiyonel ve yaşamsal bir olgudur.
 
Yazı öncesi toplumlarda ise söz, müzik ve eylem içiçedir. Bu bağlamda genel kanı, insanlık tarihinde müziğin, dansın, sözlü edebî sanatların, dolayısıyla görsel sanatların da birbirlerinden ayrılmasının çok geç dönemde olduğu yönündedir. Başlangıçta birlikte ele alınan bu sanatların pratiği de birbirinden ayrılmamıştır.
 
Gerçekten de geniş bir coğrafyada görülen Şamanlar, ritme dayalı müziklerini kozmolojik bir anlatı içerisinde transa girerek sağaltımda ve çeşitli problemleri çözmekte kullanırlar. Asıl konumuz olan “göklerin müziği“ ifadesine, bugün ilkel sayılan bazı kabilelerde de rastlamamız tesadüf olmasa gerek. Acaba, onlar arasında da birileri Pisagor gibi göklerin müziğini duyup ölümsüzlüğe mi erişmiştir? Antropolojinin kurucularından sayılan Levi Strauss, mitlerle ilgili araştırmaları sonucu, farklı kültürlere ait insanları ilkel ve gelişmiş şeklinde ayırmak yerine, yazısız ve yazılı insanlar olarak ayırmanın daha isabetli olduğunu belirtir. Yazının, insan bilinci üzerindeki etkilerini konu edinen araştırmacı ve teorisyen Walter Ong, üretimin sözlü kültürün temel bir öğesi olduğundan bahseder. Gerçekten de sese dayalı iletişimde söz söylemek, başlı başına bir eylemdir. Sözlü kültürde, kelimelerin anlamını arayıp bulacağınız bir kaynak yoktur. “Ses, ancak varlığını getirirken işitilir” İbranice dabar deyimi hem kelime anlamına, hem de olay anlamına gelmesi uçar çevrede olağandır.
 
Ong, üretimin sözlü kültürdeki önemini şu probleme işaret eder: sözlü kültürde yaşayan birisi, diyelim oldukça güç bir sorunu irdelemeye başladıktan sonra, o sorun kadar güç, karmaşık ve birkaç yüz kelimeden oluşan bir sonuca vardı. Güç bela inceleyip sözelleştirdiğini ileride anımsamak için, nasıl aklında tutabilir?
 
Ong’un Birincil sözlü kültür olarak adlandırdığı yazı öncesi kültürün hafıza problemi, ifade kalıplarına olduğu kadar düşüncelerin içeriğine de etki etmiştir. Kutsal sayılan bir çok metnin üretmek ve müzikâl yanının olması, bol tekrar içermesi, içinde bugün abartı görülen canlandırmaların olması, hepsinin yazı öncesi kültüre ait bireylerin hafıza probleminin üstesinden gelmek için taşıdıkları öğelerdir.
 
Bu yaklaşımın izleri, oldukça yakın bir dönemde silinmeye başlamıştır. Yedinci yüzyılın sonlarından önce insanın bir şeyi içinden okuması mümkün değildir. Yazılı olan herhangi bir şey ister balmumu tabletleri, ister papirüs ya da parşömene yazılı olsun, kesintiye uğramayan bir harfler dizisinden oluşuyordu. Bir satırdan anlam çıkarmanın, yani devamlı sesli sözcükleri dönüştürmenin yolu, her satırı yavaş yavaş yüksek sesle okumak ve bu sözleri sözcük dönem ayrı birimlere ayırabilmek umudunu taşımakta. Bir yazıya girecek olan cümleler cursus adı verilen klasik bir ritm bir yazmana dikte edilirdi. Aynı ritim daha sonra belli bir zerafet ve hızla yazılan Cursive (elle yazısı) stilinin doğmasına yol açtı.
 
Außenminister Mevlüt Çavuşoğlu war zu Besuch in Belgien, um Gespräche mit seinen Amtskollegen aus der Europäischen Union (EU), der NATO und Belgien zu führen.
Minister Çavuşoğlu traf in Brüssel zunächst mit dem Europäischen Parlament (EP) zusammen und führte Gespräche mit Ryszard Czarnecki, dem Ko-Vorsitzenden der Freundschaftsgruppe Türkei-EU, und Sergey Lagodinski, dem Ko-Vorsitzenden des Gemischten Parlamentarischen Ausschusses Türkei-EU.
 
Minister Çavuşoğlu erklärte, dass wir der parlamentarischen Diplomatie große Bedeutung beimessen, das EP konstruktiv sein sollte, um die Beziehungen zwischen der Türkei und der EU wiederzubeleben, und die Freundschaftsgruppe Türkei-EU eine wichtige Rolle bei der Schaffung einer positiven Agenda mit der EU spielen könnte.
 
Später traf Minister Çavuşoğlu Josep Borrell, den Hohen Vertreter der EU für Außen- und Sicherheitspolitik und Vizepräsident der Europäischen Kommission.
Minister Çavuşoğlu wies darauf hin, dass wir ein neues Kapitel mit der EU aufschlagen wollen, die Erklärung vom 18. März mit all ihren Elementen überarbeitet werden und wir gemeinsam für eine positive Agenda arbeiten sollten. Zudem betonte er, dass während des Treffens auch die Vorbereitungsarbeiten für die Besuche der Präsidenten des EU-Rates und der Kommission in der Türkei besprochen wurden.
Im Rahmen seines Besuchs in Brüssel traf Minister Çavuşoğlu auch mit hochrangigen Vertretern der Europäischen Kommission (EK) zusammen, darunter Präsidentin Ursula von der Leyen, Vizepräsident Margaritis Schinas, der Kommissar für Nachbarschaftsbeziehungen und Erweiterungsverhandlungen Olivér Várhelyi und die Kommissarin für Inneres Ylva Johansson.
 
Minister Çavuşoğlu wies auf die Notwendigkeit der Wiederbelebung unseres EU-Beitrittsprozesses, die Umsetzung der Visafreiheit für türkische Staatbürger im Schengen-Raum, die Modernisierung der Zollunion sowie auf den Bedarf nach verstärkter Zusammenarbeit im Kampf gegen den Terrorismus und die irreguläre Migration hin und unterstrich, dass wir den zunehmenden Rassismus, die Diskriminierung und die Islamophobie in Europa gemeinsam bekämpfen sollten.
 
Zum Schluss kam Minister Çavuşoğlu an dem Tag noch mit der belgischen Außenministerin Sophie Wilmes zu einem Gespräch zusammen.
Minister Çavuşoğlu erklärte, dass das Jahr 2023 das 185-jährige Jubiläum der Aufnahme der diplomatischen Beziehungen zwischen unseren Ländern sein wird, sie die Fragen im Zusammenhang mit den türkischen Bürgern besprochen haben, welche das Symbol der Kultur des „Zusammenlebens“ in Belgien darstellen. Zudem teilte er mit, dass wir nicht zulassen sollten, dass unsere bilateralen Beziehungen überschattet werden, und wir uns über die Unterstützung Belgiens in unseren Beziehungen mit der EU freuen würden.
 
Am gleichen Tag nahm Minister Çavuşoğlu vormittags an der 17. Ministertagung des Asia Cooperation Dialogue (ACD) zum Thema „Die neue Normalität und sicherer und gesunder Tourismus“ teil, die per Videokonferenz abgehalten wurde.
 
Bei dem Treffen wurde der ursprünglich für die Amtszeit 2019-2020 vorgesehene ACD-Vorsitz der Türkei bis September 2021 verlängert und die Ankara-Deklaration, ein umfassendes Abschlussdokument zu den künftigen Kooperationsperspektiven innerhalb der ACD, verabschiedet.
 
Am zweiten Tag seines Besuchs in Brüssel traf Minister Çavuşoğlu mit dem Generalsekretär der NATO, Jens Stoltenberg, zusammen.
Minister Çavuşoğlu wies darauf hin, dass die Türkei eine entscheidende und führende Rolle bei der Gewährleistung der Abschreckung und Verteidigung des Bündnisses einnimmt, wir die NATO-Missionen in Afghanistan und im Irak weiterhin unterstützen werden und die Einheit und Solidarität innerhalb des Bündnisses weiter stärken sollten.
 
Am selben Tag traf Minister Çavuşoğlu außerdem den EP-Berichterstatter für die Türkei, Nacho Sanchez Amor, und brachte zum Ausdruck, dass das EP seine voreingenommene und diskriminierende Haltung gegenüber der Türkei einstellen, es eine konstruktive Rolle bei der Entwicklung unserer Beziehungen spielen sollte. Zudem hob er hervor, dass der Türkei-Bericht 2021 fair und ausgewogen sein und unseren Kandidatenstatus unterstreichen sollte.
Anschließend führte Minister Çavuşoğlu ein Gespräch mit dem EP-Abgeordneten und unserem Stammverwandten aus Bulgarien, Ilhan Küçük, über die Modalitäten eines konstruktiven Dialogs zwischen der Türkei und dem EP und betonte, dass unsere Stammverwandten in Bulgarien eine Freundschaftsbrücke in unseren Beziehungen mit der EU darstellen.
 
Zum Schluss traf Minister Çavuşoğlu mit dem Präsidenten des Europäischen Rates Charles Michel zusammen und überbrachte ihm die Einladung von Präsident Recep Tayyip Erdoğan.
Minister Çavuşoğlu erklärte, dass wir bereit sind, die Erklärung vom 18. März und die Zollunion mit der EU zu aktualisieren, dass mit der Sanktionssprache keine Ergebnisse erzielt werden können und wir gemeinsam einen Fahrplan für eine positive Agenda in unseren Beziehungen vorbereiten sollten.
Görüşme sonrası basına açıklama yapan Cumhurbaşkanı Tatar, İngiltere’nin Kıbrıs’a yakınlığı ve ilgisinin önemine işaret ederek, Kıbrıslı Türklerin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıların aşılması da dahil olmak üzere, İngiltere ile karşılıklı direkt uçuşlar ve direkt ticaretin yapılabilmesi adına bir takım yasal altyapı çalışmalarının var olduğunu belirtti ve bu anlamda bugünkü görüşme fırsatının hayırlara vesile olmasını beklediklerini dile getirdi.

Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, İngiltere’nin Brexit’le Avrupa Birliği’nden (AB) çıkmasının Kıbrıs Türk tarafı için çeşitli fırsatlar doğurabileceğini kaydederek Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Dominic Raab’la bugünkü görüşmesinin İngiltere ve KKTC arası karşılıklı ilişkilerin gelişmesi açısından önemine dikkat çekti.

Kıbrıslı Türklerin uğradıkları haksızlıklar ve kısıtlamaları İngiltere’nin de bildiğini ifade eden Cumhurbaşkanı Tatar, İngiliz Üsleri bölgesinde bulunan Vakıf malları ve diğer bazı özel mülkler için de girişimler beklediklerini Raab’a ilettiklerini ve Kıbrıslı Türklerin bu konuda haksızlığa uğramasının önüne geçilmesi adına kendisinden olumlu cevap aldıklarını kaydetti.

Cumhurbaşkanı Tatar, Oxford Üniversitesi’nin geliştirdiği Covid-19 aşısından Kıbrıs Rum tarafına verileceği duyumunu aldıklarını ve bu aşıdan Kıbrıslı Türklerin de payını istediklerini belirterek, KKTC’de yaşayan 10 bin İngiliz vatandaşı bulunduğunu da hatırlattığını ve Raab’ın bunun da olumlu şekilde değerlendirileceği bilgisini kendisine verdiğini söyledi.

Türkiye Cumhuriyeti’nden gelen aşıların yanı sıra, Avrupa Birliği’nden de aşı talep edeceklerini ifade eden Cumhurbaşkanı Tatar bunu gelecek hafta kendisini ziyarete gelecek AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Josep Borrell’e de ileteceğinin altını çizerek, “Biz bu aşıları ne kadar hızlı ve çabuk şekilde alırsak, bu sıkıntıları da o kadar erken atlatırız” dedi.

Kıbrıs konusunda 5+BM görüşmesine gidilirken İngiltere’nin sürece nasıl bir katkı yapabileceğinin de bugünkü görüşmede gündeme geldiğini  belirten Cumhurbaşkanı Tatar, Mart ayında garantörlerin de katılımıyla bir toplantı planlandığını, Türkiye Cumhuriyeti ile tam uyum içerisinde, Kıbrıs Türk tarafının iki eşit egemen devletin yan yana yaşayabileceği iş birliği temelinde ve yapılacak müzakereler sonucunda bir çözüme ulaşma isteğini sürdüren bir pozisyonda olduğunu vurguladı.

 “Kıbrıs’ta adil, kalıcı ve sürdürülebilir bir anlaşma için egemenliğimizin fevkalade önemli olduğunu vurguladık” diyen Cumhurbaşkanı Tatar, adada istikrarın ancak iki devletin birbirini tanımasıyla olacağını söylediklerini de bildirdi.

Raab’ın bölgedeki istikrar açısından kazan-kazan prensibiyle varılacak bir anlaşmanın tüm tarafların yararına olacağını dile getirdiğini de belirten Cumhurbaşkanı Tatar, birisi AB ve tüm dünya tarafından tanınmış ve bir devletle, mevcut durumu ortada olan bir devletin müzakere masasına oturmasının doğru olmadığını Raab’a ilettiğini söyledi.


Raab’ın diplomatlarıyla birlikte ne gibi açılımlar yapabileceğinin zamanla görüleceğini söyleyen Cumhurbaşkanı Tatar, bugünkü görüşmede Kıbrıs Türk tarafının haklı taraflarının görülmüş olmasının önemine işaret etti. Cumhurbaşkanı Tatar, Kıbrıs Türk tarafının da bugünkü görüşme vesilesiyle İngiltere’nin AB’den çıkmış olmasını ekonomik olarak ne tür bir faydaya çevrilebileceğini düşündüğünü aktardı.

İngiliz bakanın Kıbrıslı Türklerin önünün gerek ticaret gerekse uçuş, aşı ve diğer konularda açılması ve ikili ilişkilerin yakınlaştırılması için gerekli talimatları vereceğini söylediğini belirten Cumhurbaşkanı Tatar, görüşmede Raab’a 300 binden fazla Kıbrıslı Türk’ün İngiltere’de, 10 bin İngiliz’in de KKTC’de yaşadığını hatırlattığını da aktardı.

Cumhurbaşkanı Tatar, Raab’ın kendisine Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson’ın selamını da ilettiğini kaydederek olumlu geçen görüşmelerinin İngiltere ile temaslarında yakınlaşma ve ilişkilerin geliştirilmesi için hayırlı olmasını diledi.

Gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Cumhurbaşkanı Tatar, bir soruya karşılık, İngiltere’nin garantör ülke olarak Adada belli sorumlulukları bulunduğunu, bu nedenle Kıbrıs Türk tarafının Raab’a Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin İngiltere’den beklentilerini, neden haklı olduğunu aktardığını kaydederek, Raab’ın da bunları gayet iyi anladığını gördüğünü belirtti.

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’le yaptığı telefon görüşmesinde de belirtildiği gibi Kıbrıs’ta çözümün iki tarafın onayıyla olabileceğini söyleyen Cumhurbaşkanı Tatar, “Hiçbir zaman bize empoze edilecek zorlama bir çözümü kabul etmeyiz” dedi.

Raab’ın kendisinin hangi çözüm modelini benimsediğini söylemediğini fakat, bu görüşmenin İngiliz yetkiliye yüz yüze Kıbrıs Türk tarafının pozisyonunu anlatma fırsatı vermesi açısından yüksek önem arz ettiğini ifade eden Cumhurbaşkanı Tatar, Kıbrıs’a ilk gelişinde Raab’ın bunları Cumhurbaşkanının ağzından ve duygu yoğunluğuyla dinlemesinin, diplomatlar vasıtasıyla dinlemesinden çok daha faydalı ve etkili olduğuna inandığını da sözlerine ekledi.
Landrat Thomas Eberth gratulierte zwei Mitarbeiterinnen zum 25. Dienstjubiläum und dankte für die langjährige engagierte Arbeit im Landratsamt Würzburg.
 
Die Diplom-Sozialpädagogin (FH) Evelyn Bordon-Dörr begann ihre berufliche Laufbahn 1995 beim Psychologischen Beratungsdienst der Stadt Würzburg, bevor sie am 1. Januar 1997 zum Landkreis Würzburg wechselte. Hier wurde sie dem Kreisjugendamt zugewiesen und ist seit September 2012 bis heute die fachliche Leitung des Allgemeinen Sozialen Dienstes (ASD) im Amt für Jugend und Familie – Sozialpädagogische Dienste. Unter anderem absolvierte Evelyn Bordon-Dörr eine Weiterbildung zur Fachkraft im Kinderschutz sowie zur Systemischen Familienberaterin und Systemischen Familientherapeutin.
 
Seit Juli 2016 fungiert Evelyn Bordon-Dörr auch als stellvertretende Fachbereichsleiterin. Im Oktober 2018 wurde sie zur betrieblichen Brandschutzhelferin bestellt, ein Jahr später absolvierte sie eine Ersthelfer-Ausbildung beim Arbeiter-Samariter-Bund Würzburg. Am 1. Februar 2020 konnte sie ihr 25. Dienstjubiläum feiern.
 
Monika Bätz aus Ochsenfurt begann ihre berufliche Laufbahn beim Landkreis Würzburg am 1. September 1972 als Schreibkraft der Bauaufsicht in der Dienststelle Ochsenfurt. 1976 absolvierte sie erfolgreich ihre Prüfung zur Verwaltungsfachangestellten. Auf eigenen Wunsch nahm sie von 1987 bis 1995 eine Familienauszeit. Im Mai 1995 erfolgte die Wiedereinstellung beim Landkreis Würzburg, wo Monika Bätz zunächst in der Bürgerinformation mitarbeitete, dann zur Kfz-Zulassungsstelle wechselte. 1998 kam sie zum Fachbereich Sonstige soziale Leistungen, ein Jahr später wurde sie dem Jugendamt zugewiesen. 2001 ging es zurück nach Ochsenfurt, diesmal in die Unterhaltsvorschuss-Stelle. 2004 kehrte sie zum Amt für Jugend und Familie, Abteilung Verwaltung zurück, zwei Jahre später wurde sie wieder in den Sonstigen sozialen Leistungen gebraucht. Im Januar 2012 wechselte Monika Bätz zum Fachbereich 32 (Jobcenter Landkreis Würzburg/ Sozialhilfe einschl. Asylbewerberleistungen), bevor sie 2014 ihre heutige Stelle beim Fachbereich 41 (Jobcenter Landkreis Würzburg/ Haushalt und Controlling, Rechtsverfahren) antrat. Am 17. Mai 2020 konnte sie ihr 25. Dienstjubiläum feiern.
 
Landrat Thomas Eberth und Markus Gerbig als Vertreter des Personalrats gratulierten beiden Kolleginnen herzlich, wünschten alles Gute und dankten für ihre engagierte Arbeit.
Fotos: Eva Schorno
Exakt 1.370, 64 Euro spendeten die Schülerinnen und Schüler der Peter-Henlein-Realschule in diesem Jahr an die Kinder- und Jugendpsychiatrie des Klinikums Nürnberg. Den Schülern geht es mit ihrer jährlichen Aktion um die Entstigmatisierung psychischer Erkrankungen. Mit dem Geld soll u.a. ein Billardtisch angeschafft werden. 
 
Für die jungen Patientinnen und Patienten ist es eine schöne Tradition. Nun schon zum 21. Mal spendete die Schülermitverwaltung der Peter-Henlein-Realschule in Nürnberg für die Kinder- und Jugendpsychiatrie des Klinikums Nürnberg. In diesem Jahr kamen exakt 1.370,64 Euro zusammen. 
 
Mit dem Geld (und dem, was vom letzten Jahr noch übrig ist) soll u.a. ein Billardtisch für die Jugendlichen-Station am Standort Nord und ein Sonnenschirm für den Außenbereich der Psychosomatischen Station am Standort Süd angeschafft werden.   
 
Den Scheck überbrachten die beiden Verbindungslehrer, Edi Schreiber und Anna Klee-Köppe. Den Schülern geht darum, Vorurteile abzubauen. Psychiatrie ist nichts Schlimmes, sondern ein Ort, an dem Menschen in schwierigen Situationen geholfen wird“, berichtet Schreiber. In der Klinik wurden auch schon Schüler der Peter-Henlein-Realschule als Patienten erfolgreich behandelt. Mit der Spendenaktion wollen die Schüler auch etwas für diese Hilfe zurückgeben. 
 
Wegen Corona fiel der diesjährige Spendenlauf der Peter-Henlein-Schule allerdings aus. Kurzentschlossen wurde in Abstimmung mit den Eltern und Schülern das Budget des Kochkurses, der wegen Corona ebenfalls nicht stattfinden konnte, zur Spende umfunktioniert. „Alle Beteiligten haben dafür gestimmt, das Geld zu spenden“, berichtet Klee-Köppe. 
 
Dr. med. Patrick Nonell, Chefarzt der Klinik für Psychiatrie, Psychotherapie und Psychosomatik im Kindes- und Jugendalter, Klinikum Nürnberg, freut sich über die Spende. „Das dauerhafte Engagement der Schüler für unsere Klinik ist beeindruckend. Ihre Spenden haben schon viele Anschaffungen ermöglicht, die wir aus unserem normalen Budget nicht stemmen könnten.“ 
 
Foto: Anna Klee-Köppe, Dr. med. Patrick Nonell, Edi Schreiber (v.l.)
Bildnachweis: Rudi Ott / Klinikum Nürnberg
Amerika’daki son başkanlık seçimi, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) halkının, 1776’da gözlerini dünyaya açan ve son bir asırdır dünyayı yönetmeye çalışan ABD’nin, hükümet sistemini, iki partili demokrasiyi ve insan haklarını sorgulamasına yol açtı.
 
ABD’de Pentagon, Fed Bank, FBI ve CIA’dan oluşan derin devlet ile ABD halkı arasındaki görüş ve kavram ayrılıkları, özellikle Vietnam Savaşından sonra üçüncü kez bariz bir şekilde sokağa yansıdı, sorgulamaya ve itiraza dönüştü. Sorgulanan ve itiraz edilen de ABD’nin dünyadaki diğer milletlere silah, ambargo, yaptırımlar ve kısıtlamalarla öğretmeye çalıştığı “Demokrasi” kavramı, “İnsan hakları” ve “Özgürlükler.”
ABD, kendinde artık var olmayan bir uygulama ve kavramı başkalarına nasıl öğretip, örnek olacak o da başka bir konu.
 
ABD sokaklarında artık “küreselcilerle”, “Amerikalılar” çekişiyor. ABD başka ülkelerde uygulamaya koyduğu bu durumla nasıl baş edecek belli değil zira ne “Ulusal Muhafızlar”, ne de “Federal Polis, Ulusal Polis ve de Eyalet Polisi” bunu durdurabilecek gibi durmuyor. Zaten polis sistemi de küreselci değil, ulusalcı Amerikalılardan oluşmakta. Bir dönem Türkiye’de de uygulamaya koydukları “kardeşi kardeşe vurdurtmak” yöntemi şimdi kendi içlerine sıçramış durumda.
 
ABD halkındaki “sandığa güven” ve “sandıktan çıkan iradeye saygı” erozyona uğramış durumda. ABD halkı sadece zenginlerin değil, halktan vasat insanlarında katılabileceği, çok partili seçim ve demokrasiyi istediklerini dile getirmeye başladı. Küreselcilerin de hiçbir koşulda, halkın istediği şekil ve yapıdaki demokrasiyi kabul etmeyecekleri kesin. Küreselciler, an itibarı ile ellerinde tuttukları gücü de halka kaptırmamak için elden geleni yapacaklar.
 
ABD’de yaşanan kalkışma gerçekte bir başlangıç değil, uzun soluklu bir sürecin yarattığı “sonuç”tur.
 
ABD’nin eski başkanı Donald Trump’ın, seçim zaferinden sonra 8 Kasım 2016 günü balkondan yaptığı konuşmasında ABD ekonomisinin kötü gidişinden ve bu gidişatın da bir takım huzursuzluğu da beraberinde getireceğinden bahsetmiştir. İktidarı döneminde gerçekleştirmeye çalıştığı ekonomik himayecilik ve bu doğrultuda Suriye’den ve bazı ülkelerden çekilme kararı kendi siyasi sonunu da hazırlamıştır. Kongre baskını bize, ABD’de iki kampın var olduğunun ve kesin çizgilerle bölünmenin başladığının haberini vermekte.
 
ABD’de yaşanan bu sokak olayları, 2021 yılında başlamak üzere ABD’nin artık NATO’da ve Batı dünyasında eskisi kadar etkili olamayacağının işaretini vermekte. Bu olayların yerel boyutta kalmayacağı, küresel bir boyut kazanacağı veya da kazandırılacağı kesin.
Daha da önemlisi; ABD’nin, sokaklarında gerçekleşen olayları, insan hakları ve demokrasi çerçevesi içinde çözememesi durumunda, dağılma sürecine girmesi kaçınılmaz gibi. Bana göre geri dönüşü olmayan bu sürece girildiğinde de ABD’nin dağılış süreci ve sonuçları Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılım sürecinden daha çok acı verici olacak. Tüm bunlar ışığında günümüzden başlamak üzere, dünyanın istikrarsız bir sürece gireceği ve bir güvenlik sorununun yaşanacağı ihtimali de kehanet değil.
 
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Yurtdışında üniversite eğitimi gören vatandaşlarımıza başta eğitimlerini tamamlamaları için belirli bölgelerde zorunlu olan staj koşuluna yönelik seçenek sunmak, Türkiye'deki istihdam ortamını ve iş alanlarını, Türk kamu sistemini ve kurumlarını, özel sektörde faaliyet gösteren şirketlerini, kuruluşlarını ve sivil toplum kuruluşlarını tanıtmak ve Türkçe yeterliklerini geliştirmek maksadıyla, Kurumumuzca staj programları yürütülmektedir. 
Başvuru sürecini başarıyla tamamlayan katılımcılar, 1 - 3 ay aralığında kurumumuzda staj yapacak olup, staj süresi zarfında YTB tarafından kendilerine verilecek olan görevleri yerine getirecek, raporlar hazırlayacak, çalışmalar yapacak ve haftalık online eğitimlere katılacaklardır. Programı başarıyla tamamlayan katılımcılar sertifika almaya hak kazanacaklardır.
Stajyerler, özgeçmişleri, yetenekleri ve ilgileri doğrultusunda sadece Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı bünyesinde olmak üzere, kurumumuzun ilgili birimlerde staj yapacaklardır.
A. BAŞVURU ŞARTLARI
Programa başvuru şartları şu şekildedir:
  1. T.C. vatandaşı veya Mavi Kart sahibi olmak,
  2. Yurtdışında yükseköğretimine devam ediyor olmak (Lisans veya Yüksek Lisans)
  3. Ortaöğretimini yurtdışında tamamlamış olmak,
  4. 01.01.1995 ile 31.12.2002 yılları arasında doğmuş olmak.
  5. Staj sürecini sağlıklı bir şekilde yürütebilecek düzeyde Türkçe bilmek.
  6. Aşağıdaki ülkelerden birinde ikamet ediyor olmak: 
  7. Almanya, ABD, Avusturya, Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Norveç
 
Program Başlangıç Tarihi Ne Zaman?
18 Ocak 2021 
B. ÖNCELİK VERİLECEK ÖĞRENCİLER
Başvuru sürecinde aşağıdaki şartları taşıyan öğrencilere öncelik verilecektir:
  1. Türkiye’de daha önce staj yapmamış olmak,
  2. Akademik başarı,
  3. Aşağıdaki bölümler ve benzeri alanlarda okuyor olmak: 
  4. İletişim Bilimleri, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Kamu Yönetimi, Hukuk, İşletme, Sosyoloji, İnsan Hakları vb. Sosyal Bilimler disiplinleri
BAŞVURU SÜRECİ
Başvuru sonuçları 11 Ocak 2021 tarihinde ilan edilecek olup, olumlu veya olumsuz olarak mail ile bilgilendirme yapılacaktır.
Başvurusu olumlu olarak değerlendirilen adaylara, çalışacakları alanlar staj başladıktan sonra mail yolu ile tebliğ edilecektir.
Program katılımcılarından herhangi bir ücret talep edilmeyecektir.
 
 
Başvuru Tarihleri
14 Aralık 2020 - 4 Ocak 2021
Sonuçların İlan Edilmesi
11 Ocak 2021
 
Yüklenmesi Gereken Dosyalar
  • Fotoğraflı Kimlik Belgesi (Pasaport, Kimlik Belgesi, Mavi Kart vb.)
  • Lisans Mezuniyet Belgesi (Yüksek Lisansa (Master) devam eden öğrenciler için)
  • Lisans /Yüksek Lisans Not Dökümü (Transkript)
  • Niyet Mektubu (Türkçe)
  • Özgeçmiş (Türkçe)

 

Die zwei Führungsgruppen Katastrophenschutz (FüGK) von Stadt und Landkreis Würzburg haben kürzlich kompetente Verstärkung bekommen. Mit Reinhold Weißenseel und Georg Sperrle sind nun zwei Pflegeleiter FüGK Teil der Führungsgruppen. Das Bayerischen Staatsministerium des Innern, für Sport und Integration und das Bayerischen Staatsministerium für Gesundheit und Pflege hatten Kommunen und Kreisverwaltungsbehörden aufgefordert, diese einzusetzen. Sie sollen Pflegeeinrichtungen im Kampf gegen die Corona-Pandemie unterstützen und zudem die Zusammenarbeit mit den Einrichtungsträgern koordinieren, um beispielsweise genug Testkapazitäten sowie Schutzausrüstung sicherzustellen.
 
„Wir freuen uns, zwei Experten in unseren Teams zu haben, die aufgrund ihrer jahrelangen Erfahrung am besten wissen, wie Pflege-Einrichtungen aktuell und zukünftig unterstützt werden können“, sagt Landrat Thomas Eberth. Dr. Hülya Düber, Sozialreferentin der Stadt Würzburg, und Wolfgang Kleiner, Kommunalreferent der Stadt Würzburg, betonen ebenfalls die Wichtigkeit der beiden Positionen.
 
"Mit den beiden Pflegeleitern haben die Führungsgruppen Katastrophenschutz nun eine schnelle und unkomplizierte Schnittstelle zu den Pflegeeinrichtungen", freut sich Kommunalreferent der Stadt Würzburg und Leiter des Katastrophenschutzes über die Verstärkung in den Führungsgruppen.
"In der Pandemie ist es wichtig, dass wir mit den Pflegeleitern zwei Experten in den Führungsgruppen haben, die uns gerade bei der Betreuung und Versorgung der vulnerablen Gruppen zur Seite stehen", betont Sozialreferentin Dr. Hülya Düber.
Denn gerade bei der derzeitigen dynamischen Lage in vielen Pflege-Einrichtungen sei eine schnelle und unkomplizierte Schnittstelle für eine zielführende Kommunikation zwischen Einrichtungen und Behörden besonders wichtig.
 
Pflegeleiter FüGK für den Landkreis Würzburg ist Reinhold Weißenseel. Der 69-jährige studierte Dipl.-Verwaltungswirt (FH) war langjähriger Kreisgeschäftsführer des BRK-Kreisverbandes Würzburg und befindet sich seit vier Jahren im Ruhestand. Der Kreisverband ist Träger von Altenheimen, Sozialstationen, Tagespflegen und Behinderteneinrichtungen sowie des Rettungsdienstes und von ehrenamtlichen Sanitäts- und Betreuungseinheiten. Weitreichende Erfahrungen im Katastrophenschutz konnte er bereits sammeln.
 
Als Pflegeleiter FüGK für die Stadt Würzburg ist Georg Sperrle eingesetzt. Der 45-Jährige ist ausgebildeter Gesundheits- und Krankenpfleger, studierter Diplom-Pflegewirt (FH) und Geschäftsführer der Caritas-Einrichtungen gGmbH.
 
BU: Georg Sperrle (links unten) und Reinhold Weißenseel (rechts unten) sind die zwei neuen Pflegeleiter FüGK der Führungsgruppen Katastrophenschutz von Stadt und Landkreis Würzburg. Bei der Vorstellung anwesend waren Landrat Thomas Eberth (oben links), Dr. Barbara Finkenberg (oben rechts, Gesundheitsamt Stadt und Landkreis Würzburg), Miriam Meder (Mitte links, Geschäftsbereichsleiterin Jugend, Gesundheit und Soziales am Landratsamt Würzburg), Dr. Hülya Düber (Mitte rechts, Sozialreferentin Stadt Würzburg) und Würzburgs Kommunalreferent Wolfgang Kleiner.
 
Foto: Lucas Kesselhut
Um das Gelände des Schwesternwohnheims wird ein Bauzaun errichtet  
Die Vorarbeiten für den Neubau der Cnopfschen Kinderklinik von Diakoneo beginnen. Auf dem Gelände wird ab dem 26. Januar 2021 ein Bauzaun errichtet. Die Verkehrsführung in der St. Johannis-Straße ist davon nicht beinträchtig.
In der St.-Johannis-Mühlgasse werden die gegenüberliegenden Parkplätze gesperrt. Eine zweispurige Durchfahrt ist weiterhin möglich. 
 
Die Cnopfsche Kinderklinik baut mit einer Investition von 90 Millionen Euro einen Neubau neben der bestehenden Klinik. Wegen der beschränkten räumlichen Möglichkeiten auf dem Gelände der Cnopfschen Kinderklinik wird für den Neubau im Laufe des Februars das Schwesternwohnheim abgerissen. 
 
2024 soll der Neubau voraussichtlich bezugsfertig sein. Auf einer Fläche von rund 4.000 Quadratmetern werden in dem vierstöckigen Gebäude die Notaufnahme, der OP- Trakt, die Zentralsterilisation, die Intensivmedizin, die Intensivüberwachungspflege für Kinder und Erwachsene sowie zwei Kinder-Stationen Platz finden. 
 
Peter Rahn, Geschäftsführender Leiter der Klinik Hallerwiese-Cnopfschen Kinderklinik: „Als diakonisches Krankenhaus ist es uns besonders wichtig, das Bauprojekt im guten Einvernehmen mit unseren Patienten, Mitarbeitern und Anwohnern zu verwirklichen. Ein Neubau mitten in der Stadt ist immer eine Herausforderung – aber gemeinsam mit allen Beteiligten und dem Planungsbüro Wörner-Traxler-Richter (WTR) möchten wir den Bau so organisieren, dass dieser so wenig Auswirkungen wie möglich auf den fortlaufenden Klinikbetrieb und die Anwohner hat.“ 
 
Die Cnopfsche Kinderklinik wurde zuletzt 1987 umgebaut. Das Gebäude ist der steigenden Patientenzahl nicht mehr gewachsen und kann wegen seiner Raumaufteilung und der installierten Technik die zunehmenden Anforderungen im Gesundheitswesen nur noch bedingt erfüllen. Deswegen hat sich Diakoneo für einen Neubau und die Renovierung des Bestandsgebäudes entschieden. Das neue Gebäude wird als nördlicher Anbau mit dem Bestandsgebäude verbunden. 
 
Diakoneo ist Träger von sechs Kliniken und drei Medizinischen Versorgungszentren (MVZ) im Stadtgebiet Schwäbisch Hall, Nürnberg und Schwabach und in Stadt und Landkreis Ansbach mit insgesamt 1.250 Betten.
 
Mehr Informationen unter: www.diakoneo.de/gesundheit 
 
Mehr Raum fьr medizinische Innovationen: 
Mit dem Neubau schafft die Klinik Hallerwiese-Cnopfsche Kinderklinik Raum für medizinische Weiterentwicklung und Innovation bei konstanter Bettenanzahl. 
 
Die Neonatologie und der Kreißsaal werden im Nachgang im Bestandsgebäude ausgebaut. Als größte neonatologische Abteilung in der Metropolregion Nürnberg versorgt die Cnopfsche Kinderklinik Neu- und Frühgeborene in der höchsten Versorgungstufe im Perinatalzentrum Level 1. In der Klinik Hallerwiese, eine der größten Geburtskliniken Deutschlands, werden jährlich circa 3.500 Kinder geboren. Außerdem stellt die Cnopfsche Kinderklinik den Babynotarztwagen, der auch überregional zum Einsatz kommt. 
 
Der OP-Trakt im Neubau wird eine hochspezialisierte medizinische Versorgung in einer kindgerechten und familienfreundlichen Umgebung ermöglichen. Schon heute bietet die Cnopfsche Kinderklinik mit dem Einschlaf-und Aufwachraum Eltern die Möglichkeit, ihr Kind vor und nach der Operation zu begleiten. Dieses Konzept wird auch Herzstück des neuen OP-Trakts sein. 
 
Die Zentrale Notaufnahme im Neubau wird Erwachsene und Kinder versorgen. Durch die Zusammenlegung können künftig Synergieeffekte noch stärker genutzt werden. Aktuell versorgt die Kinder-und Erwachsenen-Notfallaufnahme circa 30.000 Patienten pro Jahr – Tendenz steigend. 
 
Diakoneo ist Träger von sechs Kliniken und drei Medizinischen Versorgungszentren (MVZ) im Stadtgebiet Schwäbisch Hall, Nürnberg und Schwabach und in Stadt und Landkreis Ansbach mit insgesamt 1.250 Betten.
Mehr Informationen unter: www.diakoneo.de/gesundheit 

Korona kısıtlamaları, hayvan taşımacılışı da dahil olmak üzere Nürnberg hayvanat bahçesindeki günlük hayatı da etkiliyor. Birkaç aylık planlama ve korona ile ilgili çok sayıda kısa vadeli değişiklikten sonra, Aralık 2020'nin başında Avrupa içi kapsamlı bir bizon nakliyesi gerçekleştirildi. Sekiz Avrupa hayvanat bahçesi ve üç ülke, Almanya, Polonya ve Ispanya da nakliyeye dahil edildiler.

Avrupa Hayvanat Bahçesi Birliği'nin koruma ıslah programının (EEP) tavsiyesi üzerine, Gdansk Hayvanat Bahçesi'nden yeni bir üreme boğası Nürnberg Hayvanat Bahçesi'ne getirildi. 2018 yılında Nürnberg'de doğan iki genç bizon boğa, aynı nakliye aracı ile Ûspanya'ya teslim edildi. Biri yeni üreyen boğa olarak Cabárceno Hayvanat Bahçesi'ne, diğeri Segovia'daki bir otlatma projesine gitti. Gelecekte bu projeden bir sürüm projesi ortaya çıkacaktır.
Yakın akrabalığı önlemek için, Nürnberg hayvanat bahçesindeki on yaşından büyük üreme boğası daha önce bir kurşunla vurulmuş ve hayvanat bahçesindeki vahşi hayvanlara yem olarak yedirilmişti. Genetik olarak çeşitli ve sağlıklı popülasyonların korunması, sadece hayvanat bahçelerinin yasal sorumluluğu değil, aynı zamanda EEP'nin de amacıdır. Son zamanlarda, hayvanat bahçesi ile işbirliği içinde Avrupa bizonunun genetiği üzerine bir çalışma gerçekleştirildi. Öldürülen hayvanın eti, örneğin nesli tükenmekte olan kar leoparlarına, Asya aslanlarına ve sakallı akbabalara gitti.
Erkek bizonun üreme süresi on iki yaşından itibaren keskin bir şekilde düşer. Özellikle yetişkin boğaların taşınması, büyüklükleri ve güçleri nedeniyle de çok karmaşıktır. Önceki üreyen boğa, doğan son iki dişinin babasıydı.
 
Hayvanat bahçesi şu anda bizon için yeni bir üreme grubu oluşturuyor. Grup sözde anne soyuna dayanmaktadır, yani dişi buzağılar anneleriyle ve muhtemelen büyükanneleriyle birlikte kalır ve bu da yetişkin ve istikrarlı bir sürü oluşturur. Bunun nedeni, özellikle grup halinde yaşayan toynaklılarda, dişi yavrular anneleriyle kalırken, erkek yavrular cinsel olgunluğun başlamasıyla grubu terk etmektedir.
 
Nesli tükenme tehdidi altında olan bizon için iyi haberler var: 1965 yılında Uluslararası Doğa Koruma Birliği'ne (IUCN) göre bizon "çok nadir" olarak sınıflandırılırken, 2000 yılında "kritik tehlike altında" ve 2008'den beri sadece "nesli tükenmekte" olarak kabul edildi. Son zamanlarda, bizon "potansiyel olarak tehlike altında" seviyesine bile indirildi. Bu, bu yıl itibariyle, Avrupa'nın en büyük kara memeli sinin artık doğrudan nesli tükenme tehdidi altındaki türlerden biri olmadığı anlamına geliyor. Uluslararası türlerin korun ması için büyük bir başarı ve hayvanat bahçelerinin koruma ıslahı yoluyla türlerin korunmasına önemli bir katkı sağlayabileceğinin açık kanıtı.