Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

Rusya’nın Ukrayna’yı birkaç gün içerisinde işgal edebileceğini, Kiev’deki hükümeti yıkıp yerine kendisine bağlı uydu bir hükümet kuracağını, üzerinde hak iddia ettiği bölgeleri ayrı ayrı kukla devletçikler şeklinde kısa sürede kendisine bağlayacağını düşünenler yanıldılar. Ukrayna’nın askeri alanda kendisinden kat kat fazla güce sahip Rusya karşısındaki direnişi saldırganın heveslerinin kursağında kalmasına ve savaşın uzamasına yol açtı.

İki tarafın inatçı tutumu cılız şekilde de olsa gündeme getirilen ateşkes ve barış sağlanmasına dönük çabaları sonuçsuz bırakmakta. AB ülkelerinin baştan beri sağlamaya çalıştıkları savaşı önleme ve savaşı durdurmaya dönük gayretleri de bilhassa ABD’nin açık baskısı ve İngiltere’nin her zamanki gibi öncülüğe soyunan tutumu sebebiyle başarısız kalmıştı. Birçoğu NATO üyesi de olan Avrupa ülkeleri şu veya bu şekilde ABD’nin istediği şekilde hizalanmak zorundalar.

Enerji ve hammaddede Rusya’ya bağımlılığın ellerini kollarını bağladığı ülkeler, saldırganlığa karşı koymak hususunda ikircikli davranıyorlar. Ne yardan ne serden geçememe açmazındaki ülkelerin başında ise Almanya geliyor. Alman aklı Rusya ilişkilerin daha fazla bozulmadan, yara almadan devam etmesini işaret ederken; Alman gönlü Ukrayna’nın işgal edilen topraklarını kurtarmasını diliyor. Başbakan Olaf Scholz, bu zor denklemden en az zararla çıkmak için kıvranırken gerek iç gerek dış tepki ve baskılara direnmekte zorlanıyor. Bir yandan partisindeki Ukrayna ve Rus yanlıları arasında sıkışmamak için çaba gösterirken diğer taraftan hükümet ortağı Yeşiller ve Liberaller’in açık ABD yanlısı tutumu karşısında bocalıyor. Atlantikçiliği depreşen medya da birçok konuda sessiz kalmayı tercih eden Şansölye’yi zevkle hırpalıyor.

AB ve NATO, Ukrayna’yı bünyelerine alma sürecini sürüncemede bırakmalarının, uzatmalarının cezasını çekiyorlar. Cezayı aslında sadece kendileri çekmiyor, daha ziyade Ukrayna halkı çekiyor. Bu egoist politika neticesinde binlerce insan ölüyor, yaralanıyor, milyonlarca insan yerinden yurdundan oluyor; şehirler, kasabalar hatta köyler yakılıp yıkılıyor.

Rusya’daki çılgın tek adam rejiminin oluşturduğu ortam, diğer yandan tüm dünyada konvansiyonelinden nükleerine yeni bir silahlanma yarışının, hatta yeni bir Soğuk Savaş’ın işaretlerini veriyor. Rusya ve NATO’nun birbirlerini nükleer silahlarla tehditleri, insanlığın nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğunu bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Öte yandan başta ABD olmak üzere savaşı teşvik eden güçler, bazı silah üreticisi ülkeleri bölgeye silah sevkiyatı için teşvik ediyor, hatta zorluyorlar. Üzerinde baskı uygulanan bu türden ülkelerin başında da yine Almanya geliyor. Anayasal sebeplerle şimdiye kadar ancak gizli veya dolaylı yollardan Ukrayna’ya silah gönderdiği varsayılan Almanya, ‘kriz bölgelerine silah sevk etmeme’ prensibini bir yana bırakıp tank gönderme kararı alıyor. Tüm bunlara karşı Rusya, ‘kızım sana söylüyorum gelinim sen anla’ kabilinden bazı küçük ülkelere yaptığı doğalgaz sevkiyatını durdurma yoluna gidiyor. Bunu ‘elimde size karşı kullanacağım yeteri kadar koz var’şeklinde okumak gerekiyor.

Türkiye, her iki tarafla var olan iyi ilişkilerini savaşa feda etmemeye çalışıyor. Bunun en kestirme yolu olarak ateşkesin ve barışın sağlanmasını gördüğünden, başlangıçtan bu yana iki ülke liderlerini bir masa etrafında oturtmak için yoğun diplomatik hamleler yaptı. Barışın sağlanması, Ukrayna ve Rusya ile iyi ilişkilerin devamı kadar Türkiye’nin Karadeniz politikası ve savaşın yol açtığı ve açabileceği muhtemel siyasi ve ekonomik sıkıntılar açısından da ehemmiyet arz ediyor.  Ancak her iki ülkenin anlaşmazlık noktalarını halletme hususunda birbirlerinin hayli uzağında yer tuttukları açık bir gerçek. Ne Rusya açık bir başarı elde etmeden yeni bir adım atmak istiyor ne de Ukrayna en azından uluslararası diplomasi alanında arkasına aldığı rüzgarın da etkisiyle masaya güçsüz oturmak istiyor.

Gelinen noktada savaş isteyenler ve savaştan medet veya menfaat uyanlar hala duruma hakim bir pozisyondalar. Bunların başında anlaşılacağı gibi ABD, Rusya ve onların peşlerine takılanlar geliyor. Dünyanın büyük çoğunluğu ise kendisini savaşın yıkıcı etkilerinden korumak ve savaşın cephedeki açık bir tarafı olmamak için insanüstü bir gayret gösteriyor. Prensip olarak sonunda barışın galip geleceğini düşünsek bile buna hiç de kolay ulaşılamayacağı görülüyor.

Çarlık ihtirasına, komünist pratiğine ve istihbaratçı komploculuğuna sahip Rusya lideri Vladimir Putin’in ateşlediği fitilin sadece bölgeyi değil tüm dünyayı etkileyeceği aslında daha başından biliniyordu. Soğukkanlılık tavsiye edenlerin tek umudu, sağduyunun son anda da olsa galip geleceği yolundaki romantik temennileriydi. Ama ne yazık ki katı gerçek galip geldi ve bölgemizi sonu belli olmayan yeni bir savaşın içine attı. Savaşın bölgeleri aşarak dünyayı etkileyen bir karakterde oluşu ilgiyi arttırsa bile çatışmaların sonlandırılıp barışın hakim olması için gerekli ortamı oluşturamıyor.

Dünyanın hakim güçleri bu savaşın çıkmaması için fazla kıllarını kıpırdatmadılar. Aksine başta ABD ve İngiltere adeta yangının çıkması için körük vazifesini üstlendiler. Kısa ve uzun vadeli fayda hesapları yapan Çin, Rusya’yı adeta savaşın içine itti. ABD baskısı altındaki Avrupa, bağımsız bir politika izlemeyi beceremediği gibi, iki arada bir derede kalmanın, enerji ve hammaddede Rusya’ya bağlı olmanın vereceği zararları nasıl telafi edebileceğinin telaşına girdi. Türkiye gibi savaşmadığı halde krizden en çok zarar göreceği bilinen ülkelerin barış için çırpınışları, savaş tamtamlarının arasında fazla bir tesir gösteremedi.

Ukrayna’yı ABD baskısına boyun eğip Avrupa’nın kuru vaadlerine inanarak askeri anlamda kendisinden kat kat güçlü bir ülkeyle savaşmamak için gerektiği kadar gayret göstermediğini söylemek mümkündür. Ancak nihayetinde savaşı başlatan taraf Rusya olduğu gibi şehirleri bombalanan, yakılıp yıkılan ve işgal edilen, asker ve sivil insanları öldürülen, yaralanan, sakat bırakılan tarafın da Ukrayna olduğu açıktır. Sebebi ne olursa olsun bir ülkenin sınırlarını, topraklarını ve insanlarını korumasını yargılama konusu yapamayız.

Putin’in başlangıçtaki birkaç gün içerisinde harekatı tamamlama, Ukrayna hükümetini yıkarak kendine bağlı bir iktidar oluşturma, üzerinde hak iddia ettiği bölgeleri kısa sürede Rusya’ya bağlayacak şekilde bağımsızlaştırma niyetlerinin Ukrayna’nın gösterdiği kararlı direniş karşısında yıkıldığı görüldü. Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu milyonlarca sivil selameti ülkeyi terk etmekte görürken, Ukrayna devlet ve ordusuyla ülkelerini savunma azmini ortaya koydu. Belki de Ukraynalılar tarihte ilk defa kader birliği çerçevesinde milletleşme yolunda mühim bir adım atmış oldular.

Türkiye, hem savaşın bir an önce nihayete ermesi hem de savaşın menfi tesirlerinden korunmak için çok yönlü ve temelde doğru bir çizgi takip etti. Bilhassa ateşkes ve barış sağlanması yolundaki çabaları henüz sonuç vermediyse de en azından savaş kışkırtıcısı koroya katılmama ve iki tarafla da sahip olduğu iyi ilişkilere halel getirmeme konusunda başarılı oldu. Umarız ateşkes ve barış çabaları da kısa sürede sonuç verir.

Hem Avrupa Birliği’nin öncüsü hem de Rusya ile derin ilişkilere sahip olması, Almanya’yı savaşın başlamasıyla birlikte çok kritik bir pozisyona soktu. Willy Brandt ve Helmut Kohl ile başlayan, Angela Merkel’in de devam ettirdiği ‘Rusya ile çatışmama’ üzerine kurulu klasik Alman politikası, çiçeği burnunda başbakan Olaf Scholz’un önüne çözülmesi zor bir denklem şeklinde çıktı. Politika sahnesine barışın sağlanması konusunda barışçıl tez ve sloganlarla giren hükümet ortağı Yeşiller partisinin takındığı aşırı savaşçı tutum bir yana, hangi tarafı ne kadar desteklediğinde Almanya’nın ne elde edip ne kaybedileceği hesaplarının içinden çıkılmazlığı, Olaf Scholz’un gecelerinin uykusuz geçmesi için yetip de artıyor.

Sanayiye ve iş dünyasına Korona salgınının verdiği tahribatın yaraları sarılmadan, enerji, hammadde ve gıdada bağımlı olduğu ülkelerin birbirleriyle savaşı, en ufak bir hesap hatasında Almanya’yı telafi edilemeyecek gelişmelerin kurbanı yapabilir. Almanya’nın doğrudan savaşın kurbanları arasına girmesi, ABD ve Çin gibi dünya pazarlarındaki rakip ülkeleri sevindirse de Avrupa’da zincirleme bir felaketin habercisi de olabilir. Elbette bu zincirde Almanya’da yaşayan insanlarımız gibi Türkiye de mühim bir yer işgal etmektedir. Bu ve benzer birçok sebep, bu savaşın bir an önce bitmesinin, sadece savaşın fiilen sürdüğü bölgede doğrudan sıkıntısını çekenler için değil, bizler için de hayati önemde olduğunu göstermektedir. Bunun için de ya Putin bir gün muhteris kumarcı tutumundan vaz geçerek makul çizgiye gelecek veya Dünya onu zorla böyle bir çizgiye getirecektir.  

Yurt dışındaki insanlarımızın Türkiye’de yaşananlara yaklaşımının çoğu kez Türkiye’de yaşayanlardan daha hassas olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bunun psikolojik ve sosyolojik değişik izahları vardır. Ama en önemlisi; herhalde Türklerin vatanlarından ne kadar uzak kalsalar da atalarının topraklarına ve üzerinde yaşayanlara karşı duydukları derin sevgi ve bağlılık duygusunun sağlamlığıdır.

Hadiselerin doğrudan içinde bulunmamak ve gidişatı yönlendirme şansına sahip olmama keyfiyetinin sonucu, yaşananlara karşı gösterilen tepkilerin çoğu zaman ifrat ve tefrit noktalarına varmasıdır. Bunu en açık şekliyle izin mevsiminde anavatanlarına giden insanlarımızın Türkiye’deki olumlu veya olumsuz hadiseler karşısındaki davranışlarında görmekteyiz.

Yurt dışında yaşayan insanlarımız, ülkemizin içine girdiği siyasi, ekonomik ve sosyal sıkıntılardan her zaman üzüntü duymuşlardır. Geçimlerini temin ettikleri yerlerde kazandıkları paraların Türk parası karşısında değerli oluşu onları sevindirmemiş; aksine kompleksle beraber üzüntüye sevk etmiştir. Fiyatların katlanarak artması, yüksek enflasyon, işsizlik, gençlerin geleceklerini yurt dışında aramaya yönelmesi, insanlarımız üzerinde daima kahredici etkilere sebebiyet vermiştir. Zıt fanatik grupların kötüyü iyi gösterme veya olumsuzluklardan sevinç üretme gayretlerinin varlığına rağmen halkın genel tutumu söylediğimiz şekilde tecelli etmektedir.

Yılda, iki yılda ve hatta daha geniş aralıklarla Türkiye’ye giden insanımız, yapılmış yeni bir yol, kurulmuş bir köprü, inşa edilmiş yüksek binalar ve alışveriş merkezleri, konut, otel gibi şeylerle karşılaştığında sevinmekte, bu gördüklerini temel inşa faaliyetlerinin bitmiş olması nedeniyle artık monotonlaşmış ülkelerle kıyasladığında ülkemizin ne kadar kalkındığına bir delil saymakta ve tüm bunlarla gururlanmaktadır. Sınır kapılarından ve havaalanlarından başlayan süreçte yaşadığı olumlu şeyler, onu coşturmakta, ülkesine ve milletine güvenini arttırmaktadır. Kendilerine sıcak şekilde bir ‘hoş geldiniz’ denmesi, güler yüzle davranılması, konuşurken yüzüne bakılması ve insan yerine konduğunun gösterilmesi onun için büyük bir doping vazifesi görmektedir. Bunlar, kısa bir süre için ülkesine gelen insanımızın enflasyonun etkilerini, insanların çaresizliğini, adaletsizliğin yaralarını, siyasi kavgaların yol açtığı yıkıcı etkileri es geçmesine yetmektedir. Bu duygulara sahip olanlar, aksi düşüncedeki insanları genellikle kadir-kıymet bilmemekle, nankörlükle ve memleketi yeteri kadar sevmemekle itham etmektedirler.

Muhalif yapıdakiler ise, dikkatlerini sadece inşa edilenlere değil onların arkasında yatan rant kavgalarına, usulsüzlüklere, yolsuzluklara, hırsızlıklara, peşkeş çekmelere, tabiatın tahrip edilmesine, tarihi mirasın yok edilmesine ve adaletsiz uygulamalara yöneltmektedirler. Bu kesimdekiler; diğerlerinin aksine sokaktaki kargaşayı, trafikteki keşmekeşi, insanların kaba davranışlarını, devlet dairelerindeki asık suratları, alışverişlerdeki kazıklanmaları ve ekonomik sıkıntıların insanları nasıl ezdiğini öne çıkarmakta, bunun müsebbiplerini ve destekçilerini memleketi satmakla, ülkeyi batırmakla, devleti çökertmekle itham etmektedirler.

Yandaşların her şeyi güllük gülistanlık görme ve gösterme, muhaliflerin her şeyin berbat olduğunu iddia etmeleri doğru bir davranış şekli olmasa da sürekli yaşadığımız bir durumdur. Gerçeğin ise müspet ve menfi yönleriyle birlikte her iki tarafın tezlerinin ortalarında bir yerde olduğu açıktır. Siyasetin karakteri bu gerçeği kabullenmeye karşı direnci ısrarla kendi varlık sebebi saymasıdır. Halbuki siyaseti gerçekçi zeminlerde yürütmenin sağlayacağı faydaları en açık şekilde Avrupa’da yaşadığımız ülkelerde müşahede etmekteyiz.

Taraf pozisyonundakilerin, kendileri gibi düşünmeyenleri ihanete kadar varan sıfatlarla itham etmelerine ne yazık ki alıştık. Ancak tarih bize karşı tarafı zor durumda bırakmak için sarıldığımız keskin ifadelerin ilanihaye geçerli olmadığını ve iddia sahiplerini çoğu kez mahcup ettiğini göstermiştir. Siyasette konumlar değişince iddia sahipleri ve muarızları da değişmekte, bugünün hainleri yarın vatanın bekçisi haline gelmektedir.

Bu sebeple izne gidip dönen insanlarımızın Türkiye hakkındaki olumlu veya olumsuz kanaatlerini o insanların memleket severliklerinin ve ülkeye bağlılıklarının sınanması şeklinde ele almamak gerekmektedir. Herkesin ülkesini şu veya bu şekilde sevdiğini kabullenmek bize bir şey kaybettirmeyecektir. Yurt dışındaki insanlarımızın ortak arzusu, ülkemizin mümkün olduğunca kısa sürede dünyanın önde gelen devletleri arasına girmesidir. Kimimiz bunun için yapılanları gerekli ve yeterli bulurken kimimiz de eksik ve yanlış bulabiliriz. Mesele bundan ibarettir.   

Uzun yıllardır savaşın ya yanında ya tam ortasında veya mutlaka etki alanı içerisinde kalan bizim gibi topluluklar, savaşların bazen çok kolay başladığını ancak bitmesinin hiçte kolay olmadığını bilmektedirler. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra nerdeyse tüm savaşları desteklemekle ve sonuçlarından yararlanmakla birlikte kendilerinden uzak tutmayı başaran Avrupalılar, ilk defa Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla savaşın kendi evlerine de sıçradığını idrak etmeye başladılar. Hatırlanacağı üzere, 30 yıl kadar önce Sırpların ve Hırvatların Müslüman Boşnaklara saldırıp yer yer büyük katliamlar icra ettikleri Yugoslavya iç savaşını bile Avrupa kendi coğrafyasındaki bir savaş olarak ele almamıştı.

Elbette Avrupa’nın Rusya ile ilişkileri, Ukrayna ile tarihi ve kültürel bağları kadar bilhassa enerji sevkiyatı konusu Avrupalıların endişe, korku ve hassasiyetlerini arttıran hususların başında geliyor. Öte yandan NATO’nun genişlemesi için belirleyici bir bilek güreşi niteliğindeki son çatışma, gelecek planlarıyla alakalı politikacı ve diğer sorumluları tedirgin ediyor. Demokratik topluluklar olmalarına rağmen Avrupa ülkelerinde yaşayanlar ise kendi seçimlerinin değil önlerine konan ve dayatılanların çıkardığı problemlerle boğuşmak zorunda bulunduklarını biliyorlar.

Görüldüğü kadarıyla yıllardır böyle bir savaşın temel taşlarını özenle döşeyen Batı, Rusya’nın maliyeti çok yüksek olabileceği bilinen böyle bir saldırıya teşebbüs edemeyeceğini tahmin etmekteydi; halbuki bugün 20-30 sene önceki ezik durumdan sıyrılmak Rusya için hayati önemdedir ve bu onu her türlü saldırganlığa açık hale getirmektedir. Bilhassa NATO’nun doğuya doğru genişlemesi konusunda Rusya’ya verilen sözlerin tutulmaması ve ABD’nin yayılma iştihasının dizginlenememesinin böyle bir sonuca yol açacağı hesap edilmeliydi.

Ortalığı karıştıran, kan, yıkım ve gözyaşına boğan yukarıdaki patronların düşünce, iddia ve bahaneleri ne olursa olsun her savaşta olduğu gibi bu savaştan en çok etkilenenler yine sıradan halk olmaktadır. Sadece hayatını kaybeden, yaralanan, sakat kalan, yerinden yurdundan olan, mülteci konumuna düşen insanlar değil, savaştan mesafece uzak yerlerdeki insanlar da ekonomik sıkıntı, işsizlik, enflasyon, gelecek korkusu, sosyal travma, siyasi istikrarsızlık gibi değişik şekillerde savaştan etkilenmektedirler.

Avrupa’da kış nefesini hissettirirken sokaktaki insanların en büyük endişelerini kışın ayazda kalıp kalmayacakları, doğalgaz ve elektrik faturalarının hangi rekorları kırmaya hazırlandığı, daha önemlisi bir gıda krizinin ve üretim çarklarının durma tehlikesinin var olup olmayacağı gibi konular oluşturmaktadır. Her ülke kendisine göre krizi atlatma hesapları yaparken, sıkıntıları birlikte aşma formülleri üzerinde kafa yoranlar da mevcut. Ancak kitlelerin içine sinmiş egoizm duygusu nerdeyse tüm ülkeleri ‘gemisini kurtaran kaptan’ anlayışına getirmiş durumda.

Son hesaplamalara göre Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu enerjide Rusya’nın payı %8 seviyesine kadar inmiş durumda. Aslında bu normal zamanlarda üstesinden gelinemeyecek bir miktar değil. Ancak son yıllarda en büyük sömürü odağı haline gelen enerji şirketlerinin halka korku vererek kazançlarını hayasızca en yüksek noktalara taşımaları piyasalardaki dalgalanmaların sonu belirsiz şekilde sürmesine yol açıyor. Neoliberal sistemlere tabi olmuş ve dağarcığında başka bir çözüm teklifi kalmamış ülkelerin idarecilerinin söz konusu şirketler karşısında elleri kolları büyük ölçüde bağlı vaziyette. Bu sebeple birçok hükümet halkın rahatlaması için devlet haznesinden destekler vermeye yönelirken, vananın ucunu ellerinde tutan şirketlere sadece sonuç vermeyeceği baştan belli utangaç ricalarda bulunuyorlar.

Savaş için bahane üretmekte gayet mahir davranan dünya devletleri, akan kan ve yıkımın durması için kıllarını kıpırdatmadan bekliyorlar. Aslında bu tarafların savaşın bitmemesi, mümkün olduğunca uzun sürmesi yolundaki niyetlerini belli ediyor. Çünkü her kriz ortamını kolayca kâra çevirebilen çevrelerin kazançları, savaşın mağdurları ve sıkıntıya düşen milyonlarca halkın kaybettiklerinden daha önemli görülüyor.

Bir savaşın bitmesi için tarafların samimi şekilde bunu arzu etmeleri gerekir. Halihazırda her iki tarafta olsun üçüncü taraflarda olsun böyle bir niyeti göremiyoruz. Herhalde Ukrayna-Rusya savaşı da -ne yazık ki- etrafımızda çokça gördüğümüz savaşlar gibi iki taraf bıkana veya tamamen mecalsiz kalana kadar sürüp gidecek.         



 
Yurt dışında yaşayan gençler, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın (YTB) desteğiyle dünyanın en büyük havacılık, uzay ve teknoloji festivallerinden biri olan TEKNOFEST 2023’de yerini alıyor.
 
 
İlki 2018’de gerçekleştirilen TEKNOFEST Havacılık, Uzay ve Teknoloji Festivali; teknoloji yarışmaları, hava gösterileri, konserler ve söyleşiler gibi birçok faaliyete ev sahipliği yaparak özellikle gençlerin teknolojiye olan ilgisini arttırmayı ve Türkiye’nin milli teknoloji üreten bir topluma dönüşmesini hedefliyor.
 
YTB de yurt dışında yaşayan genç vatandaşları, milli teknoloji hamleleri yerinde görmeleri ve anavatanları ile ilişkilerinin gelişmesi için her yıl TEKNOFEST Havacılık, Uzay ve Teknoloji Festivali’ne davet ediyor.
 
 
27 Nisan-1 Mayıs 2023 tarihleri arasında İstanbul Atatürk Havalimanı’nda gerçekleştirilecek olan TEKNOFEST’e yurt dışında yaşayan gençlerin katılımını sağlamak için hazırlanan bu yılki destek programı ilan edildi.
 
 
Yurt dışında yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı veya mavi kart sahibi olanların başvurabileceği destek programından 18-35 yaş arasında olan (27.04.2005 tarihinden önce ve 27.04.1988 tarihinden sonra doğmuş olmak) adaylar yararlanabilecek. Ortaöğretimini yurt dışında tamamlamış olmak da başvuru şartları arasında yer alıyor. Başvuru yapacak adayların yurt dışında havacılık, uzay veya mühendislik bilimleri alanlarında öğrenci, mezun ya da çalışan olmaları veya bu alanlara dair güçlü bir ilgisi olduğunu belgelemeleri gerekiyor. Başvurular tüm dünyaya açık olacak.
 
 
KATILIMCILARA SAĞLANACAK İMKÂNLAR NELERDİR?
 
Başvurular kapsamında yapılacak değerlendirme sonucunda programa katılmaya hak kazanan katılımcıların festival süresince İstanbul’da konaklama masrafları karşılanacak. Ayrıca her sabah konaklama yerinden festival alanına, her akşam da festival alanından konaklama yerine olan transfer ulaşımları da yine YTB tarafından sağlanacak. Bunların dışında 2021-2022 eğitim öğretim yılında mezun olan katılımcılar ile hâlihazırda öğrenci olan katılımcılara, bu durumlarını belgelemeleri koşuluyla 150 Avro’ya kadar ulaşım desteği verilecek.
 
 
NASIL BAŞVURABİLİRİM?
 
Başvurular 14 Nisan 2023’e kadarbasvuru.ytb.gov.tr  adresi üzerinden gerçekleştirilecek. Adaylar ayrıntılı bilgi için Diese E-Mail-Adresse ist vor Spambots geschützt! Zur Anzeige muss JavaScript eingeschaltet sein! adresine e-posta yoluyla müracaatta bulunabilir.
 
 

Zor zamanlarda hayat

April 03, 2023

Dünya, Kovit salgınının ardından nasıl toparlanacağını hesaplayamadan aslında yıllardır geliyorum diyen savaşın pençesine düştü. Başlangıçta kısa sürede biter denen savaşın kısa sürede sona ereceğine dair bir işaret görünmüyor. Aksine, çok uzun süreli bir savaşın tüm belirtileri her gün kendisini daha da açık şekilde göstermekte. İki taraf da birbirine en fazla zararı verebilmek için can atarken diğer ülkeler de düşman tarafları barıştırmak yerine kan akmasını uzatmak için adeta tezahürat yapmakla meşguller.

Birçok ülke için savaş ‘acaba ben bu işten nasıl yararlanırım, ne koparabilirim’ anlamına geliyor. Bilhassa silah satıcıları, enerjide söz sahibi ülkeler ve stratejik hedeflerini savaşın gidişatına endeksleyen odaklar için ölen, yaralanan, sakatlanan, yerini yurdunu terk etmek zorunda kalanlar fazlaca önem arz etmiyor. Ruhlarını kazanca ve kâra satmış çevrelerden başkasını beklemek de aslında yersizdir.

Dünyanın birçok yerindeki gibi Avrupa insanı da savaştaki haklılık veya haksızlık, doğru veya yanlış, iyilik veya kötülüklerden ziyade kendi kazanç ve kayıplarıyla meşgul. Avrupa Birliği’nin öncü gücü Almanya için ise en önemli konu doğal gaz sevkiyatının kesilmesiyle oluşan sıkıntının çarkların dönmesini nasıl etkileyeceği ve gelen kışta halkın ısınma ihtiyacının ne şekilde karşılanacağı.

Salgının ardından büyük bir kalkınma hamlesine hazırlanan Almanya için savaş sıkı bir frenden daha öte ve ciddi anlamlara sahip. Belli bir refah seviyesine ulaşmış halkın bu saatten sonra vanaları sıkmak mecburiyetine kalmasıyla ne gibi sonuçlar elde edileceği de ayrı bir tartışma konusu.

Birçok Avrupalı ve Alman bu savaşın aslında kendi savaşları olmadığının şuurunda. Bununla birlikte savaşın kendilerini en az savaşan iki taraf kadar etkileyeceğinin de farkında; zaten bunu yaşayarak görüyorlar. Siyasette, dış politikada, askeri sahada, ekonomide, sosyal hayatta beklenen veya tahmin edilemeyen birçok sonuçla karşılaşılacağı biliniyor. Daha şimdiden sadece ekonomide değil diğer alanlarda da büyük sıkıntıların yaşanması büyük değişim hamlelerini haber vermekte. Ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda zihinler karışık, hemen hiç kimsenin kafası net değil.

Alman dış politikasındaki yeni açılımlar yanında ve bilhassa silahlanma ve silah satışında on yıllardır uygulanan prensiplerin dışına çıkılması dikkat çekiyor. Olaf Scholz hükümetinin daha çiçeği burnundayken böyle bir durumla karşılaşınca yaşadığı şok henüz atlatılabilmiş değil. Hükümet, soğuk kanlı kalabilmeyi başarının en mühim unsuru olarak ele alıyor.

Savaşın ortaya çıkardığı olumsuz gelişmelerden korunmanın en iyi yollarından birisi, toplumun sıkıntılara karşı gösterdiği ortak mukavemettir. Sadece savaşın tarafları değil savaştan etkilenen diğer ülkeler için de en önemli güç kaynağı toplumun yüksek bir dayanışma ruhuna sahip olmasıdır. Manevî güç kaynaklarının sağlamlığı maddî sıkıntılara karşı koymayı ve yıkıcı tesirlerden korunmayı kolaylaştırır. Maneviyatın güçlülüğü, toplum içerisindeki fikir ve ideal birliği ile acıların, sıkıntıların aynı oranda paylaşılmasına bağlıdır. Bir tarafta savaşın sıkıntılarını çekenler mevcutken diğer yanda sefasını süren fırsatçı muhterislerin varlığı toplumun manevî cephesinin yıkımını kolaylaştırır. Bu sebeple Almanya’nın devlet olarak yükü hem tepede hem tabanda mümkün olduğunca adil şekilde paylaşmak için büyük bir çaba içerisinde olduğu müşahede ediliyor. Şimdiye kadar bunda ne kadar başarılı olunduğunu henüz tartamadığımız gibi nihai olarak ne gibi sonuçlara ulaşılacağını da şimdiden söylemek mümkün değildir. Ancak şunu söyleyebiliriz ki başarılı olunması Almanya’yı son çeyrek asırdır uzaklaştığı sosyal devlet anlayışına dönme yolunda cesaretlendirecektir.

Almanya’nın sosyal devlet anlayışına dönüşü sadece bu ülke için değil, başta diğer AB ülkeleri ve Türkiye için de önemli bir gelişme olacaktır. Umarız bu zor zamanlar bu ve benzeri sonuçlara yol açar ve insanlık bir nebze teselli bulur.

90’lı yıllarda esen globalleşmenin etkilerine direnmeyi temel politika olarak ele alan Almanya, birleşmenin verdiği rüzgarla temel politikalarını değiştirmeden ayakta kalmasını bildi. Ancak, dünyadaki değişimler ve içteki değişim rüzgarları ne kadar karlı çıkıldı ne kadar zarar edildi sorularını devamlı gündemde tuttu.

Almanya, dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alma konumunu sürdürürken, Avrupa Birliği (AB)’nin öncü gücü olduğunu da kabul ettirdi. Duvarın yıkılması ile hayal edilen ‘daha hür bir Almanya, daha hür bir Avrupa, daha barışçıl bir Dünya’ düşüncesinin sahipleri ise büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Dış şartların baskısıyla daha güvenlikçi politikalara yönelen Almanya, dizayn edilen iç şartların baskısıyla da aşırı sağ politikaların pençesine düştü.

Almanya’nın savruluşu kendisini en çok Türklere karşı yapılan saldırılarda gösterdi. Geçtiğimiz ay aramızdan ayrılan Mevlüde Genç Ana’nın beş aile ferdini kaybettiği Solinden katliamı gibi Mölln ve başka yerlerdeki saldırılar, NSU cinayetleri, camilere ve Türk derneklerine yapılan saldırılar artarak devam etti. Hükümetlerin bu konuya yaklaşımı çoğu kez kulağının üzerine yatma, yok sayma, işin içinde Çapanoğlu arama ve aşırı sağa, neo-nazilere yeni tavizler verme şeklinde oldu.

Bilhassa Alman basınının sorumsuz tutumu, aşırı sağ düşünce akımlarının hızla yayılmasına, orta sınıflarda taban bulmasına yol açtı. Temel motivasyonu Türk düşmanlığı ve yabancı karşıtlığı olan bu ideoloji önceleri marjinal partilerle sınırlıyken SPD’sinden CDU’suna geniş bir yelpazeyi etkisi altına aldı. Birçok devlet organının işin içinde planlayıcı, organize edici ve uygulayıcı olduğuna şahit olundu. Bu durum akıllara ister istemez Alman devletinin bir eksen değişikliği kararı alıp onu yürürlüğe soktuğu kanaatlerinin gelmesine vesile oldu. Peş peşe yaşananlar ve saldırıların sözde tedbirlerle azalacağı yerde giderek astronomik rakamlara yükselmesi bu tezleri güçlendirdi.

Global rüzgar Almanya’da öncelikle Sosyal Demokratlar’ı asıl çizgilerinin dışına itti. Gerhard Schröder yönetimindeki SPD ve kurduğu hükümetler, sosyal demokrat uygulamalar yerine neo-liberal politikalara sarılınca hem Almanya’da iktidarı kaybettiler hem de Avrupa’da sosyal demokrasi sert bir darbe yedi. Hıristiyan demokrat Angela Merkel’in neo-liberal politikalar ile Almanya’nın menfaatlerinin korunması arasındaki çırpınışı sadece bir miktar zaman kazandırdı. Kendisinden sonra geriye birdenbire zayıflayan ve Atlantikçilerin eline geçen bir parti kaldı.

Beklenmedik ve biraz da hazırlıksız şekilde Şansölye koltuğuna oturan Olaf Scholz’un daha iktidarının başında Rusya-Ukrayna savaşının sıkıntıları ile baş başa kalması, Hıristiyan Demokratlarda kısa süre içerisinde tekrar iktidar olma heveslerini canlandırdı. İktidarın başarısızlığı ve dağılan sağ oyların toplanmasının bunu kolayca sağlayacağına dair düşünceler belli bir kesimi heyecanlandırıyor.

Ancak, CDU’nun başına Atlantikçiliği ve aşırı sağa açık görüşleriyle bilinen Friedrich Merz’in geçişi AfD ve benzeri partilere kayan sağ oyların tekrar CDU’da toplanacağı ümidini doğurduysa da bu tez kısa süre içerisinde geçersiz hale geldi. Çünkü aşırı sağ ve neo-nazi düşünce odakları son çeyrek asırda sürekli istemeye ve istekleri doğrultusunda hareket edildiğini görünce daha fazla istemeye alıştırıldılar. Kitle partilerinin verdiği tavizler daha büyük tavizler istenmesinden başka işe yaramadı. Yarış birçok alanda kitle partilerinin kendi aralarındaki yarışı veya ılımlılarla aşırıların yarışı olmaktan çıktı; aşırı sağcı partilerin birbirleriyle yarışı haline dönüştü.

Geçtiğimiz günlerde CDU, AfD, SPD gibi partilerden kişilerin bir araya gelmesiyle kurulan ve bazı çevrelerce yeni bir AfD olarak değerlendirilen ‘Bündnis Deutschland’ (Almanya Birliği) adlı parti Alman sağının tekrardan birlik sağlama noktasının çok uzağında olduğunu açıkça gösterdi.

Almanya’nın menfaati, AB’nin geleceği ve dünya barışının Almanya’nın aşırılıktan arınmış politikalara dönmesiyle mümkün olacağını herkes biliyor. Ancak, günümüz Almanya’sına bakınca bunun yakın gelecekte sadece hayal olduğu da görülüyor.

1993 yılına kadar 29 Mayıs birçok kişi gibi benim için de İstanbul’un Fetih günü idi. Fakat Solingen’deki o korkunç geceden sonra hiçbir 29 Mayıs’ta eskiden yaşadığım coşkuyu bulamadım.

O zamanlar hem İntertürk gazetesini çıkarıyor hem de TRT’nin o zamanki dış yayını olan TRT-İNT ile birlikte çalışıyordum. Her ayın birkaç günü Türkiye’den gelen ekiplerle çekimler, röportajlar ve stüdyo programları yapmaktaydık. 28 Mayıs’taki çekimlerimizi yapmış ertesi günkü çalışmalarımızı da programlamıştık. Fakat sabah aldığım haber başıma kaynar suların dökülmesine yol açmıştı. Ekibi düşündüğümüzden daha erken alarak hemen Solingen’e hareket etmeliydik. Ancak idari bir problem vardı. TRT-İNT ekibi Haber Merkezi’ne bağlı olmadığı için gitmeleri mümkün değildi. Ankara ile telefon irtibatları kuruldu, ancak Ankara olayın vehametinin pek farkında değildi. Her gün terör nedeniyle ölüm haberleri vermeye alışmış olanlar için, Almanya’da öldürülen beş kişi adeta vaka-ı adiyedendi. Türkiye’den gelen arkadaşların bir anlamda elleri kolları bağlıydı. Ben, biraz ev sahibi olmanın avantajını da kullanarak, ekibi adeta zorla alıp Solingen’e doğru yola çıktım.

Solingen Köln’e yarım saat mesafede, bıçaklarıyla ünlü ve Nazi geçmişi ile bilinen bir kenttir. Solingen’e girerken ortalık ana baba günü olmaya başlamıştı. Türkiye’den gelen arkadaşlar olayın ciddiyetini Japon televizyonundan Kanada televizyonuna kadar bir sürü televizyonun canlı yayın araçlarıyla kente dolduklarını görünce daha net anlayabildiler. Protestocu Türkler ve bilhassa otonom grupların sayısı hızla çoğalırken polis tedbir almakta güçlük çekiyor, başta DİTİB olmak üzere Türk kurumlarla birlikte kitlenin mümkün olduğunca sakin kalmasına çalışıyordu. DİTİB görevlilerin yapabildikleri de sık sık kitlenin oturmasını sağlamak için dua ettirmek oluyordu. Alman otonom grupları fırsatı değerlendirerek hadise çıkarmaya gayret ederken, Türklerin tüm infiallerine rağmen onlara fazla uymadıkları görülmekteydi.

Binadan hala dumanlar çıkmaktaydı. Polis çevreyi güvenlik altına almak istiyor fakat yetersiz kalıyordu. Medyayı yönlendirmek, bilgilendirmek için de bir planının programının bulunmadığı görülmekteydi. Değişik şehirlerden Türk gazeteci arkadaşlar da gelmeye başlamışlardı. O dönemde TRT-İNT dışındaki televizyonlar henüz kurumsallaşmamıştı. Biz ekip olarak TRT olmanın avantajını kullanarak hem olay mahallinde hem yaralıların yattığı hastanede çekimler yapmış, bu arada hastanede Federal İçişleri Bakanı ve bazı eyalet yetkilileriyle röportajlar gerçekleştirmiştik.

Genç ailesinin halini ve hastanedeki yaralıların durumunu görmek hepimizi büyük bir üzüntüye sokmuştu. Bir yandan görevimizi yapmak zorundaydık ama diğer taraftan bizi de ruhen etkileyen feci bir hadiseyle karşı karşıyaydık. Böyle zamanlarda vicdanınız sizi kolay kurtulamayacağınız bir açmaza sürükler. Soğukkanlılığınızı ne kadar kaybetmemeye gayret etseniz de insanlığınız ve masumların acısı ağır basar. O gün dikkatimi çeken önemli hususlardan birisi Genç ailesinin komşularının hemen hiç ortalıkta görülmeyişi idi; onu kitlelerden gelebilecek tepkilere ve korkuya bağlamıştık. Ama bu ilgisizlik Genç ailesiyle yıllarca komşuluk yapan Almanlarca sonraki yıllarda da sürdürüldü. Alman medyası daha önce Mölln katliamındaki tavrını sürdürüyor, hadisenin arkasında başka sebepler aramakla, manipülasyonla meşguldü. Solingen’de bazı mahalli yöneticiler samimi olarak bu katliamın kendileri için utanç verici olduğunu inanarak söylediler. Ancak bunların sayısı çok azdı. Solingenliler, -bunu üzülerek yazıyorum- büyük ölçüde mağdurların değil katillerin yanında durdular. Tüm Solingen, toplumlararası barış için bir Mevlide Ana’nın (Genç) gösterdiği gayreti gösteremediler. Kentin imajı dışında kaygıları ne yazık ki olmadı.

Katliamın ilk yıldönümünde belli etkinlikler düzenlenmişti. Bunlardan birisi de saat 10:00’da sirenlerin ve kilise çanlarının çalınması, vatandaşların da bir dakikalık saygı duruşu yapmalarıydı. Önceden yerel yönetim tarafından yeteri kadar duyuru yapılmıştı. Biz ekip olarak çekim yapmak için kentin en kalabalık yerlerinden otobüs duraklarının bulunduğu yere gitmiş, ilan edildiği gibi çanların çalındığında saygı duruşu yapan insanları çekmeyi planlamıştık; fakat o kalabalık içerisinde saygı duruşu yapan tek bir kişi bulamadık. Sorduğumuz kişiler, sorularımızı sözbirliği etmişçesine derin bir sessizlikle geçiştirdiler. Bu, beni daha da yaralamıştı. O an, olayın unutulmaması ve unutturulmaması için çaba gösterilmesi gerektiğine ve en azından benim unutmamam gerektiğine karar verdim. Katliam sabahı birçok kişi gibi benim de çekmiş olduğum yanmış evin bir fotoğrafı vardı, onu hep cebimde taşıyacaktım. Ve bu kararımı aksatmaksızın uyguladım. Alman tarafının unutturma yolundaki gayretlerini ve Türk tarafının her milli konuda olduğu gibi kayıtsızlığı yıllar geçtikçe ne yazık ki bu yoldaki endişelerin haklılığını gösterdi. Büyük ölçüde mahkemeleri de takip etmiştim; orada yaşananlar karamsarlığımı daha da arttırmıştı.

Günümüzde 27 Mayıs Solingen Katliamı’nı çok az kişi anıyor. Ucuz cezalarla kurtulan katiller gizli yeni kimlikleriyle aramızda dolaşmaktalar. Türk Toplumu olarak Solingen’den ders alamayışımızı daha sonra gelen başka katliamlara, NSU cinayetlerine, Hanau saldırılarına maruz kalarak ödedik. Bu tutum devam ettiği müddetçe daha çok kayıplar vereceğimizi aslında herkes biliyor. Çünkü artık istatistik değer haline gelen saldırılar sürekli artıyor. 1993’te bir avuç olduğu söylenen aşırı sağcı Türk düşmanlarının bugün Bundestag’da yüze yakın milletvekili var. Kaldı ki hemen bütün partilere sinmiş bir Türk düşmanlığı Almanya’yı karanlık bir geleceğe sürüklüyor.

Bu gibi hadiseleri hatırlamak hüzün veriyor, ancak unutmak daha büyük acıların davetçisidir.  

Kur’an-ı Kerim’in doğum ayı olan, mübarek ve muhteşem Ramazan’ın gelmesiyle tüm İslam aleminde olağanüstü heyecanlı bir haraketlilik yaşanıyor. Söz konusu heyecanın yansımasını, özellikle gün boyu tutulan oruçların, açılan iftar sofralarında görmekteyiz. Ramazan’la gelen heyecan ve hareketlilik elbette İslam ülkeleriyle sınırlı değil. Müslümanların yaşadıkları tüm dünyada kendini gösteriyor ve hissettiriyor.

 

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasında ve yaşadıkları ülkelerde de söz konusu hareketlilik ve hazırlıklar hakim. Bu hazırlıklar, Avrupa’daki zincir marketlerin oluşturdukları özel Ramazan köşeleri başta olmak üzere, bir çok kurum ve kuruluşun yayınladığı ‘Ramadan Mubarak, Ramadan Kareem’ ifadeleriyle belirgin bir hal alıyor. Ramazan, özellikle Müslümanların ve farklı kuruluşların organize ettikleri iftar programlarıyla da, Avrupa sosyolojisinin bir parçası haline gelmiş oluyor.   

Her Ramazan ayında, Avrupa Türkleri ve diğer Müslüman toplulukların, Avrupa’nın her köşesinde organize ettikleri ve saymakta zorlandığımız iftar programları bu yıl da yapılıyor. Bu yıl yapılan iftar organizasyonlarının bir çoğunda, Türkiye’mizde ve komşumuzda meydana gelen büyük depremin izlerinin görüldüğünü ifade etmemiz gerekiyor. Deprem bölgesindeki insanlarla dayanışma iftarlarının sayısı çığ gibi, maşallah.

 

Daha Ramazan ayının ilk haftasında yapılan bazı iftar programları, medyada ve özellikle sosyal medyada geniş yer aldı. Bunlardan birisi, İngiltere’de organize edilen görkemli iftar programıydı.  Başkent Londra'da bulunan ünlü Victoria ve Albert müzelerinde toplu iftar programları bir ilke imza attı. Sosyal medyaya yansıyan fotoğraf ve video görüntülerinde, tarihsel tabloların hemen altında kurulan mütevazi yer sofraları etrafında bağdaş kurarak oturup iftar saatini bekleyenler, okunan ezan, müze salonlarında kılınan toplu namaz yer almaktaydı. Yine İngiltere’nin Chelsea futbol takımının Stamford Bridge Stadında organize edilen iftar programı da sosyal medyaya yansıdı. 

 

Londra’da yaşayan, uluslararası ilişkiler uzmanı değerli dostum Emre Önal, söz konusu İngiltere iftarlarının ardından şu mesajı göndermiş: “Devlet diyor ki , bu ülke senin. Senden utanmıyorum. Seni öteki görmüyorum. Sana tepeden bakmıyorum. Bu ülke senin, Victoria, Albert Müzeleri senin v.b. Sen benim evladımsın ve benim için değerlisin”.

 

Diğer taraftan, Almanya’dan değerli gazeteci gönül insanı Doğan Tufan’ın yayınladığı haberde, Almanya’nın Pforzheim kentinde Weiherber ilk ve ortaokulunda iftar yemeği organizasyonu yapıldığını okuduk. Öğrenciler, öğretmenler ve aileleri hep birlikte ilk kez iftar programı düzenlemişler. Okul öğrencilerinden 14 yaşındaki Cenk Sekmenoğlu’nun okuduğu ezan huşu içinde dinlenirken, Türk aşçısı Serap Yumuk'un hazırladığı Türk yemekleriyle katılımcılar iftar açmışlar.

Depremzedelere prefabrik ev yaptırmak amacıyla Hollanda’nın Twente bölgesinde yaşayan Türklerin organize ettiği yardım iftarı, Karama Solidarity adı altında, Filistinli Müslümanlara yardım amacıyla Belçika’da organize edilen iftar programları başta olmak üzere, Avrupa’nın her köşesinde çok sayıda dayanışma iftar organizasyonlarını görüyoruz. 

 

Toplu organize edilen iftar programları yanı sıra, Ramazan boyunca bireysel olarak da bir çok özel etkinlik yapılıyor. Ramazan’ın ruhuna uygun olarak, çalıştıkları şirketlerde iftar ve Ramazanla ilgili program düzenleyenler, ödeme zorluğu çeken müşterilerine Ramazan süresince ücretsiz diş tedavisi hizmeti verenler, yazdıkları gazetelerde oruç ile ilgili yazanlar, iş arkadaşlarıyla dayanışma orucu tutanlar ve daha pek çok etkinlik sayılabilir bu çerçevede…

 

Tüm bu örneklerden hareketle, her ne kadar bazı aptal Avrupalılar sokak ortalarında Kur’an-ı Kerimi yaksalar ve yırtsalar da, İslam, her haliyle Avrupa’nın bir gerçeği ve parçası olmuştur. Ramazan ayında, iftar programlarında yaşanan heyecan ve hareketlilik bunun açıkça göstergesidir. Nefs-i emmaredeki insan tipi, sahip olmak-üretmek-tüketmek kaygısının tavan yaptığı bir Avrupa’nın geleceğinde, dayanışma, adalet, paylaşma ve merhamet değerleri, nefes aldırıcı bir rol oynayacaktır. Ramadan Mubarak, Ramadan Kareem ifadeleri bunun işareti olabilir…

 
 

Dünyada ilk felsefi roman olarak bilinen, ‘Hayy İbn Yaqzan’ kitabından hareketle, Hollandaca, “Ceylan’ın Oğlu” başlığı taşıyan yeni bir kitap yayınlandı. Kitap, filozof Sabine Wassenberg ve Kamel Essabane tarafından kaleme alınırken, içindeki çizimler ise, Karuna Wirjosemito’ya ait. Vrije Uitgever (yayınevi) yayınları arasında okuyucuya sunulan kitabın öncelikli hedef kitlesini, dokuz yaş ve üstü çocuklar oluşturuyor.

“Ceylan’ın Oğlu” adlı kitabın yayınlanmasıyla birlikte, medyada yazarlar ile çeşitli söyleşiler yayınlandı. Bu söyleşilerden hareketle, yazar ve yayıncı Ceylan Pektaş-Weber, Nieuw Wij magazininde, kitap ile ilgili bir eleştiri kaleme aldı.
Yeni yayınlanan kitabın içeriğine geçmeden önce kısaca, kitaba kaynak teşkil eden Hayy İbn Yaqzan ile, Endülüslü büyük İslam düşünürü ve yazarı İbn Tufayl’i tanıyalım.

Bu köşeyi takip edenlerin hatırlayacakları üzere, önceki yıllarda Ruhun Uyanışı yani Hayy İbn Yaqzan’ın hikayesi başlıklarıyla, söz konusu kitap üzerine çeşitli yorumlarım olmuştu. Zira, Hayy İbn Yaqzan ve İbn Tufaly ile tanışmam, üniversitenin birinci sınıfında, teorik pedagoji dersimize giren, Harrie Teunissen’in bana hediye olarak verdiği ve benim de okuyup, hakkında küçük bir tez yazdığım kitapla olmuştu. Sonraki yıllarda da kitap üzerine pek çok yazılarım yayınlandı.

Kitap, önce meşhur İslam filozofu İbn Sina’nın denemesi ve devamında Endülüs’lü İslam düşünürü İbn Tufayl’ın yayınladığı felsefi bir kitap çalışmasıdır. İslam düşüncesinin gelişme döneminde yayınlanan bu kitap, ilk defa on yedinci yüzyılda, Latinceden Hollandacaya tercüme edilmiştir. Tanınmış Hollanda düşünürü Spinoza’yı derinden etkileyen, hatta tercümesi kendi kitapları arasında yayınlanan bu kitap, 1985 yılında Arapça dili uzmanı Femke Kruk tarafından ikinci kez Hollandacaya tercüme edilerek yayınlanmıştır.

“Ceylan’ın Oğlu” kitabına geri dönelim.
Yeni yayınlanan bu kitapta, çocukların anlayacağı bir dil kullanılmıştır. Kitap, çizimlerle desteklenmiştir. Eserin kahramanı yani ceylanın oğlu Hayy’dır. Hayy, insanların olmadığı bir adada, kendisini sahiplenen anne bir ceylan tarafından büyütülmüştür.
Eser baştan sona, Hayy’ın insanların olmadığı bir adada edindiği tecrübeleri anlatıyor. Yazarlar ve ressam, Hayy’ın ıssız adada hayvanlar ve tabiatla kurduğu iletişimi, bir iç yolculuk olarak tanımlamaktalar.

Hayy, düşünmeye sorularla başlar. İlk sorusu, ‘Hiçbir insanın yaşamadığı bu adaya nasıl geldim?’ şeklindedir. Hayy, etrafındaki hayvanların üremesinden hareketle, kendisine benzeyen bir annesinin olduğunu düşünür. Ancak, adada kendisine benzeyen birisi yoktur. Annesi ormanda yaşayan ceylandır. Uzun uzun düşünür. Hayvanlar ve bitkiler arasındaki farkları düşünür. Anne ceylanın ölümüyle, sorduğu soruların içeriği de değişir. Sorular artık soyut bir özellik kazanır. Başı dönünceye kadar düşünür. Ve bir gün adadaki bataklıkta kaybolur. Bu esnada önce korkar sonra şükran ve bağlılık duygusu yaşar. Bir müddet sonra, hayatının anlamındaki sırra yaklaşarak, varoluştaki amacı görür.

Dokuz yaş ve üstü çocuklar için hazırlanan “Ceylan’ın Oğlu” kitabında, hikaye anlatma ve felsefe yapma metoduyla, çocukların hayal gücüne hitap edilerek, çocuklar evrensel yaşam soruları hakkında düşünmeye teşvik ediliyor. Ana hikaye, okuyucuyu, doğa ile sevgi dolu bir ilişki geliştiren Hayy’ın bilişsel, duygusal ve ruhsal gelişimine götürdüğü için, aynı zamanda pedagojik bir hikâyedir. Yazarlara göre kitap, insanların birbirileri hakkında önyargılara sahip olduğu, kutuplaşmanın kol gezdiği günümüz toplumlarında, okuru felsefe yapmaya, düşünmeye davet ediyor. Kitap, Hayy’ın deneyim ve düşüncelerini ortaya koyarak, özellikle çocukları bağımsız düşünmeye teşvik ediyor. 

Kitaptaki bölümler, İlk canlı nasıl ortaya çıktı?, İnsanlarla hayvanlar arasındaki fark nedir?, Doğadan neler öğrenebilirsin?, Evren sonlu mu, sonsuz mu?, Nasıl iyi bir insan olursun? sorularıyla bitiyor.
Kitap, her ne kadar çocuklar için önemli olsa da, yetişkinler için de bir o kadar hayati mesajlar taşıyor. Bu hayati mesajlar hiç şüphesiz,
“Kendinize güven duyun” ve “akletme” marifetinizi bir an önce keşfedin.