Aytürk

Aytürk

Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...

Nürnberg'in Sevilen Esnafı Abdullah Can‘ın vefatı herkesi ağlattı

 

Nürnberg'in tanınmış işadamı, Can Süpermarkt’ın kurucusu Abdullah Can’ın vefatı sevenlerini, dostlarını ve Türk esnaf camiasını derinden üzdü.

Almanya Türklerine Türkiye usulü Süpermarket’i ilk tanıtan esnaf olarak Türklerin tarihine ismini yazdıran Abdullah Can başta Nürnberg olmak üzere 11 farklı şehirde toptan ve perakende marketçilik hizmeti veren Can Süpermarketler Topluluğu’nun kurucusu olan Abdullah Can’ın vefat haberi başta Nürnberg olmak üzere Almanya Türkleri arasında büyük üzüntü yarattı.

Aile adına açıklamalarda bulunan Ahmet Can, “Abdullah abimiz herşeyimiz, üstümüzde çadır, arkamızda dağ, önümüzde ışık ve kalbimizde abi idi. Ailemizin babası yerinde ver her şeyimizin en iyisini bilir, eyler ve söylerdi” şeklinde konuştu.


Alp Media Genel Yayın Yönetmeni Dr. Latif Çelik ise yaptığı açıklamada, “Rahmetli Türkiye’nin esnaf kültürünü Almanya‘ya taşıdığı yıllarda Almanya’da ne Türk damak tadı, ne de Türkiye lezzeti vardı. Abdullah Abi biz Almanya Türklerine ülkemizin yöresel lezzetini sunarken Türkiye’den ithal ettiği ürünler üzerinden Anadolu’daki binlerce esnafa da devasa maddi destek ve katkılar sağladı. Rahmetli Abdullah Can abimizin yeri hiç bir zaman doldurulamayacak. Mekanı cennet olsun” dedi.

 

 

Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) Nürnberg Eyüp Sultan Camii’nde düzenlenen iftar programına Bavyera eyalet Başbakanı Dr. Markus Söder, Nürnberg Başkonsolosu Serdar Deniz, Bavyera eski Eyalet Başbakanı Dr. Günther Beckstein, Bavyera SPD Milletvekili Arif Taşdelen, DİTİB Nürnberg Başkanı Hasan Aslan, Türk İnsiyatif Nürnberg (TİN) Sözcüsü İsmail Akpınar başta olmak üzere çok sayıda sivil toplum kuruluşlarının başkan ve temsilcileri katıldı.

İftarda,DİTİB Eyüp Sultan Cami hocası Demirhan Türkoğlu, Kur-an tilaveti okudu, dualar edildi. İftar’da konuşan DİTİB Nürnberg Eyüp Sultan Camii Başkanı Hasan Aslan şunları söyledi: “Ramazan, sadece Allah ile insanlar arasındaki ilişkiyi değil, insanlar arasındaki dostluğu pekiştirip, ilişkileri düzenler, kültürlerarası ve dinler arası dayanışma güçlendirir. Korona pandemisi geçmeden Putin’in başlattığı savaş bitmeden 6 Şubat’ta ülkemizde yüzyılın depremi, ardından sel felaketi olmuştur. Felaketin olduğu bölgelerden resim ve bilgiler bizlere büyük üzüntü vermiştir. Mart 2023’te deprem bölgesine giderek felaketin izlerini yerinde gördüm. DİTİB Almanya 25 milyon Euro’yu deprem bölgesinde zorda kalanların acılarını sarmada kullanılmak üzere gönderdiği gibi, depremzedelerimize yardım için hazırladığımız tonlarca malzemeleri de, TIR’lar ve uçaklarla deprem bölgesine gönderdik. Ulaşan yardımları birlikte çalıştığımız yardım kuruluşları aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine dağıttık. Dualarımız depremzedelerimiz dahil savaşta zorda kalanlar içinde geçerlidir.”


‘TÜRK DOSTU BAŞBAKANIM’
Bavyera eyalet Başbakanı Dr. Markus Söder de şöyle konuştu: “Genellikle kültürlerarası kontaklardan, entegrasyondan bahsediliyor fakat benim insanlarla iyi kontaklarım olduğundan ilkokulda Ömer isimli bir arkadaşım ve lisede çok sayıda Türk arkadaşım vardı. Okuduğum lisede başarılı bir Türk sınıf vardı ve buradaki Türk arkadaşlarımın çoğu üniversiteye girmeye hak kazandı. Kandemir ailesiyle senelerce görüşmelerim devam etti. Sürekli Türk arkadaşlarım ve dostlarım olduğundan Türkleri yakından tanıma fırsatı buldum. Bu iftar davetinde, Bavyera eyalet Başbakanı olarak değil Bavyera’da yaşayan Türklerin, Türk toplumunun bir arkadaşı, Türkleri seven dost bir başbakan olarak katıldım.”


TÜRKİYE’DE OLAN DEPREM BİZDE OLMUŞ KABUL EDİYORUM
Türkiye’deki deprem konusuna da değinen Söder, “Türkiye’nin başına gelmiş büyük felaketi, Bavyera’nın başına gelmiş gibi hissediyorum. Türkiye’de büyük depremle ilgili bilgileri, resimleri, gördüğümde, çok büyük felaket olduğunu hayal bile edemedim. Depremin büyüklüğünü öğrenince acıyı ben de hissettim. Onbinlerce insanın hayatını kaybettiği ve yüzbinlerce insanın yaralı olarak kurtulduğu fakat evsiz kaldığı büyük deprem öncesinde var olan güçlü bağlarımız, büyük felaketten sonra daha da pekişti. Birbirimize daha çok yaklaştık, kenetlendik ve hep birlikte bir araya gelerek acıların sarılması,her şey eskisi gibi oluncaya kadar ne gerekiyorsa yapmaya çalışacağız” dedi. Söder, “Zor zamanlarda dostluk sadece lafta kalmamalı. İnsan olarak üzerimize düşen görevi yapmalı ve acıların sarılması için gerekeni yapmaya çalışmaktayız. Depremzedelerimizin ihtiyaçların giderilmesine yardımcı olan herkese teşekkür ediyorum ve umarım yardımlar devam eder” diye konuştu.


BAVYERA TÜRKLER SAYESİNDE ZENGİNLEŞTİ
Bavyera’nın kalkınmasında gelişmesinde büyük emekleri bulunan Türk toplumunun yıllardan beri dostu olduğunu belirten Söder, “Bavyera artık sizin bizim hepimizindir. Burası sizlerin bir vatanıdır. Bavyera’nın gelişmesinde Türklerin büyük katkısı olmuştur” ifadelerini kullandı. Söder, deprem bölgesinden gelenlere vize kolaylığı sağlandığını ve buraya gelenlerin burada uzun süre kalmaları için yapılan önerileri dikkate alarak Meclis’e sunduğunu belirtti.


‘İFTAR AÇIN HALİNDEN TOKUN ANLAMASIDIR’
Nürnberg Başkonsolosu Serdar Deniz de şunları söyledi: “2020-2022 yılları arasında pandeminin etkisiyle toplu olarak gerçekleştiremediğimiz iftar buluşmalarımıza geçen yıldan itibaren tekrar başlamamız mutluluk verici. Özünde tokun, açın halinden anlaması, hali vakti yerinde olanın zor ve muhtaç durumda olan ile empati kurması anlamına gelen Ramazan ayını bu yıl maalesef kederli bir şekilde idrak etmek durumundayız. Zira pandemi musibetini yavaş yavaş geride bırakırken 6 Şubat’ta meydana gelen deprem felaketinin 10 ilimizde ve sınırlarımız ötesinde Suriye’de yol açtığı can kayıpları ve acıları hâlâ çok daha taze. Bugün itibariyle depremde hayatlarını kaybeden insanlarımızın sayısı 50 bini geçmiş durumdadır. Bu yetmezmiş gibi üstüne gelen sel felaketi acıyı daha da artırdı.”


‘YARDIM EDENLERE ŞÜKRANLARIMI İLETİRİM’
Deniz sözlerini şöyle sürdürdü: “Bavyera hükümetinin ve kendi görev bölgem itibariyle Nürnberg Büyükşehir Belediyesi’nin depremin ilk saatlerinden itibaren harekete geçerek topladığı ve ülkemize sevk ettiği yardımların tek merkezde toplanmasını teminen Başkonsolosluğumuza verdiği desteklerden ötürü Başbakan Söder ve Nürnberg Büyükşehir Belediye Başbakanı Marcus König’e şükran duygularımızı aktarmak isterim. Bu dayanışma ruhunun ve gerek Alman dostlarımızın gerek Almanya’da Alman haklarıyla kader birliği etmiş insanlarımızın ülkemizin içinden geçmekte olduğu bu zor günlerde yanımızda olduklarını bilmenin bizim için kelimelerle ifade edilemeyecek kadar kıymetli olduğunu vurgulamak isterim. Örnek dayanışma ruhunun kalıcı olmasını, iki ülke ilişkilerinide daha da sağlam temeller üzerinde güçlendirmesini dilerim.”


Haber ve Resimler: Ilhan Baba-Nürnberg

 

 

 

 

Nonverbale Hilferufe von Kindern und jungen Menschen haben unterschiedliche Gesichter – aber es gibt sie in unterschiedlichen Formen in allen Altersklassen. Diese Hilferufe in jedem Einzelfall möglichst zu erkennen, aufzudecken, darüber zu sprechen und Kindern und Eltern Hilfen anzubieten, ist die Aufgabe von Jugendsozialarbeitern an Schulen. Zwischen 15 und 45 Prozent der Schülerinnen und Schüler der Grund-, Mittel-, Förder- und Berufs(fach)schulen in Würzburg werden in der kalenderjährlichen Einzelfallhilfe der Jugendsozialarbeit an Schulen (JaS) erfasst – erfahren also mindestens einmal im Jahr diese sozialpädagogische Unterstützung.

Jugendsozialarbeit an Schulen ist die intensivste Form der Zusammenarbeit von Jugendhilfe und Schule: Direkt vor Ort an der Schule sind die Sozialpädagoginnen und Sozialpädagogen angesiedelt und haben die Aufgabe, insbesondere sozial benachteiligte und individuell beeinträchtigte Schülerinnen und Schüler in den Blick zu nehmen, mit dem Hauptziel der Förderung, Verbesserung, Stabilisierung der Entwicklung von Kindern und Jugendlichen mit besonderen Bedarfen und deren soziale Integration. Dabei geht die Jugendsozialarbeit an Schulen weit über das schulische Feld hinaus. Sie greift an der Basis an und so geht es auch um soziale, persönliche, finanzielle, emotionale, erzieherische und psychosoziale Bereiche in der Familie. JaSler beraten Kinder, Eltern, Lehrer, andere Fachkräfte an der Schule, wollen Kompetenzen erweitern, vermitteln an andere Stellen wenn nötig wie den Allgemeinen Sozialdienst bei Anfrage nach einer Hilfe zur Erziehung oder bei Kindeswohlgefährdung, an Erziehungsberatungsstellen, an Therapeuten und begleiten die Kinder durch schwierige Phasen. Durch ihre engen Verbindungen in den Stadtteilen und zu den nötigen sozialen Stellen versuchen sie, für Kinder und Jugendliche Netze mit doppeltem Boden zu flechten.

 

Es fehlt an Aufmerksamkeit für die Kinder

Auffälligkeiten beginnen bereits im Grundschulalter, wie die Fachkräfte an den Grundschulen berichten. Sie treffen auf eine Bandbreite an Bedürfnissen und Schwierigkeiten: Es gibt Kinder, die schon in der Grundschule zu hohem Leistungsdruck ausgesetzt sind, Kinder, die mit familiären Problemen belastet sind wie psychische Probleme oder Suchterkrankungen der Eltern. Zum anderen haben sie mit Grundschülerinnen und Grundschülern mit Erkrankungen wie ADHS zu tun oder aber auch mit Verwahrlosung und Vernachlässigung, mit fehlender elterlicher Unterstützung in unterschiedlichen Bereichen. Es reicht bis zu entdeckten Kindeswohlgefährdungen und körperlicher Gewalt. Die einen bekommen kein Pausenbrot mit, kommen ständig zu spät, ihre Kleidung ist zerrissen. Die anderen entwickeln Tiks aufgrund von Ängsten und Leistungsdruck, wieder andere ziehen sich komplett zurück oder tauchen in übermäßigem Medienkonsum unter oder werden aggressiv. Die Jugendsozialarbeit versucht, den Kreis zu durchbrechen, die Ursachen für die Auffälligkeiten zu erkennen und Kindern und Eltern Hilfe anzubieten. „Viele Grundschulkinder können sich eher durch Malen, Basteln, Bewegung, Musik, Spiele ausdrücken als durch Sprache. Daher verwenden wir diese Methode in unserer Einzelarbeit, um ihnen den Druck zu nehmen, ihnen Basiskompetenzen zu vermitteln und die Gründe für ihr Verhalten zu erkennen“, erklärt eine Jugendsozialarbeiterin an einer Grundschule. Auffällig ist, dass die Kinder die Aufmerksamkeit und das Verstandenwerden schätzen und sich langsam öffnen.

 

„Die offene Hand, die immer ein Angebot macht“

Auch auffällige Mittelschülerinnen und Mittelschüler tragen ihre Päckchen. In vielen Familien gebe es keine Zeit für Gespräche oder überzogene Leistungserwartungen an die Kinder, Eltern stünden selbst unter Druck mit zwei Jobs, drei Kindern, finanziellen Problemen, so Kerstin Goldbach (Friedensreich-Hundertwasser-Förderschule). Oder in den Familien existieren völlig andere gesellschaftliche Wertesysteme (Mädchen dürfen nicht arbeiten). „Manche Kinder existieren zuhause gar nicht“, formuliert es Naoufel Hafsa (Mönchberg Grund- und Mittelschule). Weitere hätten das Potenzial und die Betreuung, die elterliche Fürsorge, doch es fehlt an der deutschen Sprache. Andere Schülerinnen und Schüler entwickeln völlig unrealistische (Selbst-)Einschätzungen, erklärt Suzanne Bonfert (Pestalozzi-Mittelschule Grombühl).

 

Unschätzbar: Zeit für junge Menschen haben

Die Mittelschule formiert ein Aufeinandertreffen verschiedener Sozialisationen, verschiedener Integrationsstufen, verschiedener Wertesysteme. Und so wird in den Schulen im Konfliktfall nicht miteinander, sondern nur übereinander gesprochen, es werden Gerüchte verbreitet oder andere im Netz angegriffen. Probleme werden nicht gelöst, sondern Gewalt angedroht. Kleinigkeiten können eskalieren. Dazu kommt noch, dass sich Mittelschülerinnen und Mittelschüler abgehängt und abgestempelt fühlen. „Sie hadern damit, was mit ihrem Leben passiert, wenn sie die Weichenstellung für die Realschule und das Gymnasium in der vierten Klasse verpasst haben“, erklärt Andreas Spehnkuch (Mittelschule Heuchelhof). Frustration bei Elfjährigen ist in der Mittelschule schon fast die Regel. Wie gehen die Jugendsozialarbeiter mit diesem Strauß an Themen um? „Zeit haben, reden, zuhören, Wege aufzeigen, Ziele formulieren, im Alltag Standards einführen, die die Jugendlichen häufig nicht kennen, wie pünktlich kommen, grüßen, vor dem Eintreten klopfen“, sagt Andreas Spehnkuch. Geht es um größere Konflikte mit Gewaltpotenzial bringen sie die Gegner ins Gespräch, versuchen zu schlichten, begleiten sie dabei, miteinander zu sprechen, Regeln einzuhalten und weiter Kontakt zu pflegen, wie Tommy Hartmann (Mittelschule Würzburg-Zellerau) berichtet. Eltern raten sie zu Erziehungsberatungsstellen, medizinischen Einrichtungen, Migrationsberatern, verweisen ans Jobcenter oder geben selbst Hilfestellungen bei der Erziehung. Ein wichtiger Tipp der Jugendsozialarbeiter an Eltern ist: „Reden Sie mit Ihren Kindern!“ „Wir sind die offene Hand, die immer ein Angebot macht und begleitet“, formuliert es Naoufel Hafsa in der Gesamtschau – auch und ganz besonders weil gerade die JaSler an den Mittelschulen Spaltung und Wertewandel der Gesellschaft besonders stark wahrnehmen.

 

„Wir stoßen an die Grenzen des Machbaren“

Je größer die Kinder, desto größer die Sorgen, sagt ein deutsches Sprichwort. Unterschreiben können dies mit Sicherheit die Jugendsozialarbeiter an den Berufs(fach)schulen. Ihre Schülerinnen und Schüler sind ab 14/15 Jahre. Dort gehen die Themen „häufig ans Eingemachte“, stellt Saskia Stock (Klara-Oppenheimer-Schule) fest. Auffallend ist die Häufigkeit psychischer Probleme oder Erkrankungen mit geschätzt 40 % der JaS-Einsatzbereiche an den Berufs(fach)schulen. Soziale Phobien (auch verstärkt durch Corona), Sucht, Autismus, Panikattacken, Traumen, Flucht, Missbrauch, familiäre Probleme – all das bringen die Schülerinnen und Schüler mit in die Klasse. In den Grund- und in den Mittelschulen bestimmen und verursachen die Eltern und Bezugspersonen die Probleme und Bedürfnisse der Kinder. Die Berufsschüler haben sie selbst.

Miriam Möller-Kraft (Klara-Oppenheimer-Schule) und Saskia Stock setzen hier auch auf die Hilfe ihrer „Türöffner“, auf die Vierbeiner „Merlin“ und „Wolke“. Der Hund hilft, Beziehungen und Vertrauen aufzubauen, er tröstet bei Panikattacken mit Ruhe und tiefem Blick ins Herz. Viel Verdrängtes komme dann zum Vorschein, Selbstverletzungen, Selbstmorddrohungen. „Früher konnten wir Härtefälle schnell in Therapien vermitteln“, sagt Miriam Möller-Kraft, „seit Corona besteht Stau und man muss mindestens ein dreiviertel Jahr auf einen Platz warten. Alle sind überlastet. Da stoßen wir auch an Grenzen des Machbaren.“ Ergänzend übernimmt die Jugendsozialarbeit an Schulen mit hohem Migrationsanteil auch Hilfestellungen im Bürokratiealltag, bei sprachlichen Problemen, bei Anträgen, sagt Tamara Halfwassen (Franz-Oberthür-Berufsschule).

 

Vermittlung sozialer Kompetenzen

„Früher habe ich aktiv im Pausenhof Werbung für die Jugendsozialarbeit gemacht“, erinnert sich Miriam Möller-Kraft. „Heute werden die Schülerinnen und Schüler von den Lehrkräften zu uns geschickt. Wir sehen nur die Spitze des Eisbergs und manchmal sind wir die Feuerlöscher.“ Das Gefühl der Schülerinnen und Schüler, Lasten nicht tragen oder Erwartungen nicht erfüllen zu können, sich überholt, nicht gesehen und nicht wertgeschätzt zu fühlen, unterschiedliche psychische Erkrankungen, traumatische Erfahrungen, Kriegs- und Fluchterfahrungen, Missbrauch, Sucht, Schulden, Überforderung der Eltern, erzieherische Strömungen wie zu viel Freiheiten zu gewähren ohne persönlich Verantwortung übernehmen zu müssen, kurzum: Fehlende Identität belastet die jungen Menschen - verbunden mit niemals erlernten Bewältigungsstrategien. Die Sozialpädagoginnen und Sozialpädagogen in der Jugendsozialarbeit an Schulen arbeiten dafür, helfen zu dürfen und Erfolge zu sehen. Sie benennen aber auch deutlich die Grundlage, die „Fehler im System“, die ihre Arbeit notwendig macht: eine immer weiter auseinanderdriftende Spaltung der Gesellschaft, Radikalisierung, fehlender Zusammenhalt, keine ausreichende Integration, mangelnde Chancengleichheit im Bildungssystem, fehlende soziale Bindungen, widrige Lebensumstände, bürokratische Hemmnisse. Diese gesellschaftlichen Probleme können nicht von Jugendarbeit in Schulen gelöst werden. Ein Schritt in die richtige Richtung, nur ein einziger präventiver, könnte, so die Einschätzung von Stephan Rinke-Mokay (Franz-Oberthür-Berufsschule) „mehr Ganztag an allen Schulformen, von Fachkräften betreut zur Vermittlung von Sozialkompetenzen“ sein.

Oberbürgermeister Christian Schuchardt fordert auch vor dem Hintergrund der Jugendsozialarbeit an Schulen mehr Individualismus in der Betreuung junger Menschen. „Das Leben und die Bedarfe junger Menschen zeigen uns, dass sich langjährige Lehrsysteme überholt haben. Lehrerinnen und Lehrer sind, wie Erzieherinnen und Erzieher in Kindertagesstätten auch, jetzt schon aufgrund von Personalengpässen und der Bandbreite an Bedarfen am Limit. Es mangelt im Betreuungs- und Lehrsystem, aber auch in der Integration an Flexibilität. Das System Schule muss sich ändern. Denn was wir bei Integration und Betreuung heute versäumen, wird uns später große Probleme bereiten. Jeder Mensch hat Potenzial, dieses Potenzial muss erkannt und individuell gefördert werden. Deshalb würden wir uns freuen, wenn der Freistaat auch bei der JaS seine Förderung erhöhen würde.“

Denn Jugendsozialarbeit an Schulen zeigt sich täglich in Erfolgen bei den Schülerinnen und Schülern: „Es verschafft uns große Befriedigung, für einen Beruf bezahlt zu werden, mit dem man wirklich helfen kann, denn unsere Hilfe wird sehr gerne angenommen“, fassen die JaSler der Berufsschulen zusammen: „Wir haben das Gefühl und bekommen die Resonanz, bei unseren Schülerinnen und Schülern in den meisten Fällen Positives zu bewirken und dass sich diese unsere Hilfsangebote und Beratung zu Herzen nehmen.“

Bis 2018 gab es 14 Jugendsozialarbeit-Stellen an Würzburger Schulen, in diesem Jahr werden insgesamt 27 Stellen an 23 Schulen zur Verfügung stehen, davon sind 19 in Trägerschaft der Stadt Würzburg und werden vom Fachbereich Jugend und Familie koordiniert. Die Stellen werden über den Freistaat mit knapp 30 % gefördert. In dieser Form gibt es Jugendsozialarbeit an Schulen nur in Bayern: Sie ist damit direkt angesiedelt beim Staatsministerium für Soziales und beim Landesjugendamt. „Über verschiedene Gruppensettings bis zu Trainings kommen nahezu alle Schülerinnen und Schüler im Lauf ihres Schullebens mit der Jugendsozialarbeit an Schulen in Kontakt“, sagt Andreas Kaiser, stellvertretender Leiter der Fachabteilung Kinder-, Jugend- und Familienarbeit im Fachbereich Jugend und Familie im Sozialreferat der Stadt Würzburg. An Würzburger Realschulen und Gymnasien aber gibt es keine Jugendsozialarbeit in dieser Form, sondern nur in Eigenregie der jeweiligen Schule.

 

 

Besondere Aufgaben erfordern besondere Mittel: Die Jugendsozialarbeiterinnen Miriam Möller-Kraft (li) und Saskia Stock sind an der Klara-Oppenheimer-Schule mit ihren vierbeinigen Experten „Merlin“ und „Wolke“ im Einsatz. Foto: Stefan Hinz

 

Yaşadığımız birçok Avrupa ülkesinde haklı olmanın yolu güçlü olmaktan geçmektedir. Eğer haklarınızın alınacağı devletler veya kurumlar karşısında gücünüz yoksa haklarınızı almakta binbir güçlükle karşılaşırsınız ve çoğu zaman da başarısız kalırsınız. Bu durum sadece zaman içerisinde ortaya çıkabilecek hukuki hak talepleriyle alakalı değildir, insanlara ait temel hak ve hürriyetler konusunda da böyledir. Mücadele edip elde edemediğiniz sürece haklarınız, raflardaki kitaplarda, siyasetçilerin nutuklarında, genel tabiri ile kağıt üzerinde kalmaya mahkumdur.

Değişen dünyada her ne kadar temel hak ve hürriyetler konusunda bir hayli açılımdan söz edilse de gerçek hayatta yaşadıklarımız, devletlerin çeşitli bahanelerle insanlara ve belli topluluklara bırakınız yeni haklar vermeyi, ellerindeki kazanılmış hakların geri alınması için bile var güçleri ile çalıştıklarını göstermektedir. Bu hususta o ülkelerin demokrasi ile yönetilip yönetilmemelerinin ne yazık ki fazla ehemmiyeti kalmamıştır. Son yıllarda Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda ve başka ülkelerde görülen ve genellikle inanç ve düşünce hürriyeti bağlamında getirilen/getirilmek istenen kısıtlamalar giderek büyüyen insan hakları ihlallerine dönüşmektedir. Zamana ve zemine göre, dünyanın değişik bölgelerinde yaşanan hadiseler bahane edilerek yabancılar, Müslümanlar ve bilhassa Türkler üzerinde bir baskı iklimi oluşturulmaktadır.

Almanya örneğinden hareket edersek, her ay yabancılara karşı eylemlerin sayısı 1000 civarında seyrederken, hükümetler ve devletin güvenlik organları bunlarla mücadele etmek yerine açıkça yabancılarla mücadele gayretindedirler. Hakkında yıllardır hukuki herhangi bir süreç yaşanmamış yabancılara ait kuruluşlar, aşırı odakların veya aşırı odakların daimi temsilcilerinin yaygaraları ile delilsiz, ispatsız sırf geleceğe yönelik niyet okumaları ile baskı altına alınmaktadır. Bununla, şimdiye kadar yaşadıkları ülkeye sadakatle bağlı kalmış, hizmet etmiş, katkıda bulunmuş kişi ve zümrelere karşı hiç de adil olmayan, vefa ve hakkaniyet duygusundan yoksun davranışlar sergilenmektedir. Kabul edilemeyecek bu durumu, bilhassa geleceğini bu ülkede gören genç nesiller anlamakta zorlanmaktadırlar. Benzer durumlar, Almanya dışında birçok ülkede yabancılar ve özellikle Türkler için sıradanlaşmaktadır.

Geçmişte çokça görüldüğü gibi, bu hallerde insanlar ya ölçüsüz reaksiyon gösterirler veya hayalci kurtuluş reçetelerinin peşine düşerler. Gerçekçi olmayan çabaların bir fayda sağlamadığı ise tecrübe ile bilinmektedir. İhtiyacımız olan şey, yaşadığımız ülke şartlarına göre kalıcı çözümlerin neler olabileceği hususunda kafa yormak ve elde edilen neticelere göre kısa, orta ve uzun vadeli planlar dahilinde gayret göstermektir. Bunun ancak donanımlı olduğu kadar idealist, azimkâr, fedâkar kişilerin çalışmalarıyla gerçekleşebileceği açıktır. Aslında gerek Almanya’da gerekse diğer Avrupa ülkelerinde böyle kadrolar vardır, ancak âtıl vaziyettedirler. İçinde bulunduğumuz ve gelecekte bizi daha çok rahatsız edecek şartlardan dolayı, Avrupa’daki Türk Toplumu bu konulara daha fazla eğilmek ve aktif olmak mecburiyetindedir.

Alman Anayasa’sının girişinde yazılı olan ‘insan onurunun dokunulmazlığı’ ilkesi ile haklı olarak övünen Almanya’nın ve benzer Avrupa ülkelerinin; ikili anlaşmalarla ülkelerine gelmiş, imarına, inşasına, kalkınmasına omuz vermiş ve geleceğini buraya göre endekslemiş insanlara karşı bu ilkeyi kolaylıkla unutması kabul edilebilir bir davranış değildir. Kültürel, sosyal ve dini alanlarda yapılmak istenen müdahaleler, birlikte yaşama arzularını körelten ve toplum barışını tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Birçok Avrupa Birliği (AB) ülkesinde birbirine paralel şekilde uygulama alanına konmak istenen davranışlar, dünyamızı saran salgın sebebiyle toplumlararası münasebetlerin daha hassas ele alınmasının gerektiği bir dönemde, siyasi veya hukuki kriterler kadar insani ve vicdani kriterleri de zorlamaktadır.

İçine girdiğimiz bu fasit daireden çıkılması ve huzurlu bir geleceğin inşası için belki de bizden fazla gayret etmesi gerekenler, yaşadığımız ülkelerin yöneticileri ve sorumluluk sahipleridir. Bu çevrelerin öncelikle ‘hak güçlünündür’ prensibini terk etmeleri, haklının hakkını bahanelerin ardına sığınmadan verme noktasına gelmeleri gerekmektedir. Ancak bu bir anlayış meselesidir ve Avrupa söz konusu bu müspet çizgiye gelmemek için elinden gelen direnci göstermektedir.

Koronavirüsü sebebiyle geçen yıl Avrupa’daki insanlarımız memleketlerine gelemediler. Bir anlamda çaresizce hasret biriktirdiler. Bu sene şartların hafiflemesiyle birçok aile memleket hesapları yapmaya başladı; bir an önce sevdiklerine kavuşmak isteyenler şimdiden sınır kapılarında ve havaalanlarında kuyruklar oluşturmaya başladılar.

Her ülke kendine göre bir takım tedbirleri hayata geçirirken ve uluslar arası kuruluşlar dünyanın bir çok bölgesinde yavaşlayan salgını kontrol altında tutmak isterken, her gün aldığımız yeni varyant haberleri ister istemez endişelere vesile oluyor. Aşılama konusunda ileride görülen ülkelerden gelen yeni salgın dalgası haberleri, geçtiğimiz bir-birbuçuk yılı tekrar yaşamak istemeyenleri derin derin düşündürüyor. 

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) olsun, devletler ve diğer görevli kurumlar olsun, elbette her birinin aldığı tedbirlerin, uygulamaya koydukları yaptırımların ve sürekli tekrarladıkları tavsiyelerin nereden, nasıl geldiği konusunda hala spekülasyonların yapıldığı salgınla mücadelede mühim bir yeri var. Ancak şurası da açıktır ki kişiler ve toplumlar gerekli hassasiyeti göstermediği müddetçe salgınla baş edilemeyeceği açıktır.

Artık tüm dünyada klasikleşen Temizlik – Maske – Mesafe kuralı hayatımızı belirleyen bir tabii tedbir haline geldi. Bilhassa maske takmanın bazı hallerde sıkıcı, hayatımızı sınırlayan bir tedbir gibi görünse de sağlıklı hayat için vazgeçilmez bir uygulama olduğu da açıktır. Temizliğin zaten hayatımızın temel düsturlarından olması gerektiğini söylemeye gerek yoktur.

Biz Türkler için en zor gelecek tedbir hiç şüphesiz mesafedir. Hararetli selamlaşmalara, tokalaşmalara, sarılıp öpüşmelere ve sohbet ederken bile el kol temasına alışık bir toplumun bunları kolayca terk etmesi kolay değildir. Düğünlerde, bayramlarda, cenazelerde, taziyelerde, aile ziyaretlerinde hayatımızın bir parçası halindeki kucaklaşmalardan uzak kalmamız, bir yandan ‘demek olabiliyormuş’ dedirtirken, diğer yandan dönüp geriye bakınca ‘bir yıldan fazla bir süredir buna nasıl dayandık’ dedirtmektedir.

Yeni bir izin döneminde memlekette yakınlarıyla buluşanların ilk yapmak isteyecekleri hiç şüphesiz hasretin bitimini ilan eden kucaklaşmalar, öpüşmeler olacaktır. Her ne kadar bazı tedbiri elden bırakmayanlarımız yine uzaktan selamlaşmayı, salgın kurallarına uygun davranmayı sürdürmek isteyecek olsalar dahi bunu sürdürmek zordur. ‘Bende kovid yok’, ‘ben aşı oldum’ gibi bahanelerin arkasına saklanarak eski normal hayatlarına dönmek isteyenler aslında kendilerini riske atmış olacaklardır. Her şeye rağmen tedbiri elden bırakmamalıyız. Hem tatilden sağ salim Almanya’ya dönmek hem de taşıyıcılık yapmamak adına tedbirin hatır-gönülün, aldırmazlığın önüne geçmesi gerekmektedir.

Risk grubundakiler ve yaşlılar için durum daha ciddi görünse de bu illetin aslında herkes için bir tehlike arz ettiği noktasından hareketle hepimizin azami dikkat göstermesi gerekmektedir. Bünyesi güçlü olanlar kendileri hastalığın pençesine düşmeseler de taşıyıcı olarak birçok kişinin kanına girebilirler. Gençler ve çocuklar için de aynı durum söz konusudur; dikkatsiz davranışlar bir anda virüsün birçok kişiye bulaşmasına sebebiyet verebilir.

Hem Türkiye’ye gidip dönerken hem Türkiye içerisindeki seyahatlerde binlerce kilometre yol katedip sayısızca insanla temas kuranlar için durumun hiç de göründüğü gibi kolay olmadığı açıktır. Sıkıcı olsa da sürekli teyakkuzda bulunmak gerekmektedir. Bir anlık bir boşta bulunmanın açacağı yaraların büyük olacağı hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Biz hissi bir toplumuz, hissi insanlarız. Sevincimizi, hüznümüzü hatta tepkimizi gösterirken temasa mütemayiliz. Ancak geleceğimizi, çevremizi, çoluk çocuğumuzu düşünerek kendimizi mümkün olduğunca geri çekmeli, duygularımıza hakim olmalıyız. Hasretin hüzne dönüşmemesi, sıla-ı rahimin sıkıntılara yol açmaması için, aklımızı his ve duygularımızın, tedbiri vurdumduymazlığın, boşvermişliğin önüne geçirebilmeliyiz.

Bu duygu ve düşüncelerle hayırlı tatiller dilerken Kurban Bayramınızı da şimdiden en içten dileklerimle kutlarım. 

60 Yıllık Gurbet

April 03, 2023

Yeni nesiller ’60 yıllık gurbet mi olur? Artık buralıyız ve kalıcıyız’diyerek gurbetçi terimine soğuk dursalar da ortalama bir insan hayatı süresini bulan Almanya/Avrupa maceramızı tarifte ‘gurbet’ terimi hala ana belirleyici olma özelliği koruyor. O günlerden bu yana en az dört-beş müzik akımı gelip geçmiş olmasına rağmen ‘Almanya Acı Vatan’türküsünü duyduğumuzda gözlerimiz yaşarıyor, ‘Alamanya gençliğimi geri ver’ dendiğinde hüzünleniyor ve ‘gurbet bize mekan olur vatan olmaz’ sözleri üzerinde sonu belirsiz tartışmalara giriyorsak, bu ‘gurbet’ kelimesinin ifade ettiği büyünün etkisindendir.

Türk’ün tarihine baktığımızda gurbeti vatana dönüştürdüğüne çokça şahit olmakla birlikte, 60 yıllık sürenin Almanya’da bizi henüz bu sonuca ulaştırmadığı bir gerçektir. Elbette bunda, İşgücü Antlaşması’nın öngördüğü süreli çalışma izninden başlayarak, -hala devam eden- Alman tarafının ürkek ve haddinden fazla tedbirli tavrının önemli rolü vardır. Diğer taraftan bizim, her esen rüzgarı değişik şekilde değerlendiren mütereddit tutumumuzun bariz etkisi söz konusudur. Ekonomik, sosyal, siyasi, hukuki açılardan bizi gurbetçilik parantezinden çıkaracak gelişmeler, psikolojik ve kültürel alandaki itirazlarla kolayca yine gurbetçilik parantezine sokabilmektedir. Toplum olarak hissiliğimizin devamı, bu tabii döngünün en büyük müsebbiplerindendir.

Bizleri aslında en çok üzen husus, ‘Almanya’da yabancı, Türkiye’de Alamancı’ hüviyetimizin sürekli yüzümüze vurulmasıdır. Geçen 60 yıla rağmen, ne yabancılığımızın ne de Alamancılığımızın daha gerçekçi ve bizi tarifte hakaret içermeyecek bir tabirle yer değiştirememiş olması hakikaten travma seviyesinde rahatsızlık vericidir. Bu hususta Alman tarafı çoğu proje çağrışımı yapan, fakat ömrü birkaç seneyi geçmeyen bir hayli terim üretirken, biz ‘Almanya Türkleri’, ‘Avrupa Türkleri’ gibi coğrafi aidiyet ifade eden kavramların ötesine geçemedik.

Sonuçları itibariyle elde edinilen kazançları hiçbir zaman yeterli görmesek de bilhassa Türkiye açısından geçen 60 yılın anlamı hayli büyüktür. Bununla sadece devletimizi yönetenlerin on yıllarca üzerinde ısrarla durdukları ülkenin döviz ihtiyacının karşılanması gerçeğini kastetmiyorum. Köyünden kasabasından koparılarak adeta paraşütle indirilir gibi sanayi ve teknolojide dünyanın en gelişmiş ülkelerine gönderilen insanlarımız, herhangi bir destekten, yol göstericilikten, stratejiden mahrum oldukları halde, yabancı diyarlarda kendilerine yeni bir dünya inşa ettiler. Dilleri, dinleri, kültürleri, medeniyetleri, insani hasletleri değişik topluluklar içerisinde varlıklarını sürdürmekle kalmadılar, yeni nesiller ve gelecek kuşaklar için kalıcı arayışlara giriştiler. Çoğu el yordamı ile yürütülen çabalar sonucu, geneldeki arzularımızı tatmin edici seviyede olmasa bile, şartların gerçekçi şekilde değerlendirilmesi halinde görüleceği gibi, önemli başarılar, kazanımlar elde ettiler, ileri adımlar attılar. Ferdi alanlarda gözle görülen bu gelişmelerin, kısa sürede toplu kazanımlara dönüşmesi tarihin akışını müspet yönde hızlandıracaktır.

Tarih hiçbir zaman kendiliğinden oluşmaz ve değişmez. Daima onun ilerlemesini sağlayacak müdahalelere ihtiyaç vardır. Her toplum, tarihin kendi lehinde şekillenmesi için adım atmak, çaba göstermek durumundadır. Bizler de eğer gelecek on yılların şimdiye kadar yaşadıklarımızdan daha iyi, daha güzel, daha yararlı geçmesini istiyorsak gereğini yapmak zorundayız. Bu noktada hem fertlerin hem kurumların ve kuruluşların üzerine büyük yükler düşmektedir. Bilhassa medya ve sivil toplum kuruluşlarının sorumluluklarının ağır olacağı açıktır. Günümüz dünyasında birçok gelişme iletişim kanallarının lehimize işlemesiyle doğrudan alakalıdır. Dijital çağda bu dönemin imkan ve vasıtalarından nasıl yararlanacağımızı bilemezsek, yaya kalmamız kaçınılmazdır. Eski deyimle ‘her şeyi devletten beklemenin devri’çoktan geçmiştir. Geleceğin aydınlık mı karanlık mı getireceğinin kendi ellerimizde olduğunun şuuruyla hareket edebilmeliyiz.

  1. yılda yeni nesillerin eskilerden aldıkları mirası daha ileriye götüreceklerine, köklerinden kopmadan, asıllarına yabancılaşmadan kendilerini ve toplumlarını daha yaşanılır bir dünyaya taşıyacaklarına inanıyorum. Bu duygu ve düşüncelerle ‘daha nice yıllara’ diyorum. 

Son yıllarda Balkanlar gündeme geldiğinde kendisinden mutlaka söz edilen kişilerin başında Milorad Dodik gelmektedir. Yaptığı çıkışlarla, kendisinin Radovan Karadziç, Slobodan Miloseviç, Radko Mladiç’in izindeki yeni Sırp Kasabı adayı izlenimi veren M. Dodik, tesadüfen ortaya çıkmış bir figür olmayıp, 26 yıl önceki Dayton Dayatması’nın tabii bir sonucu olarak karşımızdadır. Bilindiği gibi Dayton, birleşik bir Bosna-Hersek’i garantiye alacak şekilde değil de adeta ilk fırsatta bölünecek bir ülkeyi dayattı. Başlangıçta tahmin edildiği gibi, dünyadaki ve bölgedeki gelişmeleri fırsat olarak değerlendirmeyi düşünen ırkçı Sırp kesimler, ayrılıkçı ve yıkıcı faaliyetlerini bilhassa son 10-15 senede giderek arttırdılar. Bölgede tekrar kan akması ve Müslümanların tekrar katliamlarla karşı karşıya kalmaları endişelerini canlandıran gelişmeler, Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.

ABD ve Avrupalılar’ın Boşnaklara Dayton’u dayatırken öne sürdükleri en önemli teminat, taraflar olarak bölgede yeni bir savaşa kati surette müsaade etmeyeceklerine dair sözlerdi. Bu sözlerin ne kadar geçerli olduğunu önümüzdeki süreç bize daha net şekilde gösterecektir. Ancak şimdiye kadar yaşananlar Müslüman Boşnakları endişeye sevkedecek hayli hakikat içermektedir.

Bilindiği gibi Bosna-Hersek Devleti, Boşnak-Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyetinden oluşmaktadır; her iki bileşenin merkezi yönetimdeki ilişkisi bir nevi yarı otonomi şeklindedir. Bu durum, eski Yugoslavya zamanından itibaren tüm coğrafyayı Büyük Sırbistan şeklinde görmek isteyen Sırplara her fırsat bulduklarında bölgeyi karıştırmak için bahane üretme imkanı vermektedir. Devletin kuruluşundan itibaren gayelerinin ayrılarak Sırbistan ile birleşmek olduğunu söyleyen Sırplar, bu hedefe ulaşmanın sadece zaman meselesi olduğuna inanmaktadır. Garantör diyebileceğimiz devletlerin caydırıcılığı bulunmadığı gibi, aralarında fikir ve eylem birliği de yoktur.

Bilindiği gibi 12 yıl boyunca Bosna-Hersek’te uluslararası camia adına kağıt üzerinde büyük yetkilerle donatılmış olarak Yüksek Temsilcilik görevini yürüten Valentin İnzko, uluslararası camianın kendisine yeterli desteği vermediği hatta konuyla ilgilenmediği gibi gerekçelerle geçtiğimiz sene istifa etti. Yerine eski Alman Tarım bakanlarından Christian Schmidt getirildi. Bu yıl göreve başlayan C. Schmidt her vesile ile durumdan duyduğu rahatsızlığı, daha doğrusu çaresizliğini ortaya koymaktadır. Sarayova’daki en yüksek düzeydeki bu diplomata göre Sırplar, sürdürdükleri saldırgan politikalar ile barışı tehdit etmektedirler. Sırp Cumhuriyeti’nin ‘güçlü adamı’ Dodik, yaptığı hamlelerle ülkedeki ortak müesseseleri sistemli şekilde tahrip etmekte, mahkemeler, savcılık, kamu idaresi, polis teşkilatı ve vergi dairelerini çalışamaz hale getirmeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz haftalarda Sırp Cumhuriyeti kendi ilaç sistemini Bosna-Hersek’ten bağımsızlaştıran bir karar çıkartmıştır. Dodik’in geçtiğimiz günlerde kendilerine ait ordu kuracaklarını açıklaması ise işin tuzu biberi olmuştur.  

Yüksek temsilci C. Schmidt geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunduğu bir raporda; eğer dur denilmezse bu gidişle sıranın Sırp Cumhuriyeti’nin yeni bir Anayasa ile kendisine hukuki dayanak bulmaya geldiğine ve bunun adı konmamış bir bağımsızlık ilanı anlamı taşıyacağına işaret etmektedir. Schmidt’e göre bu Dayton Anlaşması’nın herhangi bir işlevi kalmadığı manasına gelmektedir. Tüm bu gerçekleri haykıran Yüksek Temsilci, görev tanımında başta Dodik olmak üzere, Dayton Anlaşması’na karşı faaliyetlere yönelen ve barışı tehdit eden kişileri görevden alma yetkisine sahip olmasına rağmen bu yola da gidememektedir; çünkü, Sırp Cumhuriyeti ve onun popülist lideri Dodik tüm bunları yaparken tamamen Rusya’nın desteği ile hareket etmektedir. Konunun BM Güvenlik Konseyi’ne getirilmesi de Rus Vetosu sebebiyle anlamsız görülmektedir. Bu korku, Schmidt’in söz konusu raporunu BM’de sözlü sunumunu da engellemiştir. Dodik’in ayrılıkçı politikasını kayıtsız şartsız destekleyen Rusya diğer taraftan Sırplara karşı tedbir alınması durumunda EUFOR’un Bosna’daki görev süresinin uzatılmasını veto edeceği tehdidini şantaj malzemesi olarak kullanmaktadır. Halbuki Bosna-Hersek için oluşturulan Barış İzleme Komitesi’nde Rusya tek başına değildir, onun dışında ABD, İtalya, Fransa, İngiltere ve Japonya gibi ülkeler de var. Kararlarda oy birliği esası bulunmamasına rağmen Rusya’nın saldırgan ve kararlı politikası, diğer ülkelerin korkak ve ilgisiz tutumlarına sürekli galebe çalmaktadır.

Rus desteği, 2005 yılından bu yana Dodik’e ırkçı ve popülist politikalarını pervasızca uygulama sahasına koyma şansı vermektedir. Bu pervasızlık, şimdiye kadar Dayton tarafından öngörülen 140 kanun ve kararın yürürlükten kaldırılması yanında, geçtiğimiz Ekim ayı başında ona ‘Bosna-Hersek’te artık Yüksek Komiserlik diye bir şey yok’ şeklinde meydan okuma cesareti vermiştir. Tüm adımlarını Sırbistan Devlet Başkanı Aleksander Vuciç’le birlikte kararlaştırarak attığı bilinen Dodik’in diğer önemli bir destekçisi de Çin’dir. Balkanlar’ın yeni rol sahiplerinden birisi olma gayretindeki Çin, adımlarına bölgedeki diğer ülkelerden ciddi bir tepki gelmeyeceği inancıyla hareket etmektedir. Bölgedeki her adımını ABD ve Avrupa’ya karşı elde edilecek yeni bir mevzi anlayışıyla ele alan Çin’in Sırbistan’la giriştiği ekonomik ve diplomatik işbirlikleri Dodik ve onunla birlikte hareket edenleri güçlendirmektedir.

  1. Schmidt’in raporu gelişmeleri ‘Bosna-Hersek’in varlığına karşı şimdiye kadarki en büyük tehdit’ olarak görmekle birlikte, Dodik’in çıkışlarını sonuçsuz kalacak blöf olarak değerlendirenler de var. Ordu kurma meselesini 2022 yılının Ekim ayında yapılacak seçimlerde aşırı milliyetçi çevrelerin oyunu garanti altına almak için gündeme getirdiğini, bunu hayata geçirme teşebbüsünün intihar anlamına geleceğini düşünenler de mevcut. Geçtiğimiz günlerde kamuoyuna sunulan sözde bir ankete göre Bosna-Hersek ordusunda silah altındaki 5 Sırplıdan 4’ünün kurulacak Sırp ordusunda görev almaya hazır olduğu ifade edilmişti. Bunun uydurma olduğu, böyle bir araştırmanın hiçbir zaman yapılmadığı bizzat Bosna-Hersek ordusu genel komutanlığı şefi Senad Mazoviç tarafından açıklandı.

Dodik’in sözlerinin boş olduğunu savunanların bir diğer dayanağı da bölge ekonomisinin ve nüfus yetersizliğinin bölgede bağımsız bir devletin varlığını sürdürmesine mani olacağı düşüncesidir. Hakikaten Sırp Cumhuriyeti bölgesi sanayi ve diğer ekonomik varlıklar anlamında fakir bir bölgedir. Bosna-Hersek içerisindeki Sırp nüfusu da en iddialı rakamlarla 1 milyon 200 bini ancak bulmaktadır. Bunlar birer engel gibi görünse de bağımsızlığın sadece bir geçiş dönemi olacağı, esas gayenin Sırbistan ile birleşmek olduğu, diğer yandan yoğun Sırp, Rusya ve Çin desteğinin uydu devletçiğin bu sürede yaşamasını sağlayacağı açıktır.

İslam ülkelerinden Bosna-Hersek’in bütünlüğünün muhafazası ve sınırlarının garantisi için neler yapabileceği konusunda bir şey söyleyebilmek ne yazık ki zordur. Uluslararası alanda Bosna-Hersek’le ilgili hemen hiçbir yapılanmada İslam ülkelerinin esamesi okunmamaktadır. Buna Türkiye’de dahildir. Tarihi, siyasi, kültürel, dini bağlarımıza rağmen Bosna ile ilişkilerimiz ancak NATO ve AB çerçevesi içerisinde yürümektedir. Türkiye’ye karşı son yıllardaki dışlayıcı tutumlar burada da büyük problem teşkil etmektedir. Ayrıca Türkiye’nin birkaç yıldır yöneldiği ‘Sırp Dostluğu’ çizgisinin Bosna-Hersek açısından hangi riskleri davet ettiği konusunda bir hayli soru işareti mevcuttur. Diğer bir ayak bağımız ise Rusya ve Çin ile doğrudan çatışmaya girmemek için sarf ettiğimiz gayretlerdir. Bu politikanın şimdiye kadar herhangi bir yerde herhangi bir kazanç sağlamadığı görülmekle birlikte, belki de reelpolitik icabı benimsenen bu tutumun devamının Bosna-Hersek’teki Müslüman Boşnak kardeşlerimize fayda sağlamayacağı samimi kanaatimizdir.       

Almanya’da 26 Eylül 2021 tarihinde yapılan seçimlerin ardından 2 ay gibi bir zaman geçti. Bu zaman zarfında SPD, FDP ve Bündnis 90 / Grünen partileri arasında yapılan koalisyon görüşmeleri sonuçlandı ve 24 Kasım günü Berlin’de yapılan bir basın toplantısı ile Koalisyon Anlaşması kamuoyuna sunuldu. Koalisyon Anlaşması’nda, üzerinde anlaşılan politikalar yanında hangi bakanlığın hangi partinin uhdesinde olacağı da belirlenmiş.

‘İlerleme İçin Daha Fazla Cesaret / Özgürlük, Adalet ve Sürdürülebilirlik için İttifak’ başlığı ile takdim edilen 178 sayfalık anlaşmanın önümüzdeki günlerde enine boyuna tartışılacağı kesin. Anlaşmada Almanya’nın geleceği yanında bizimle doğrudan alakalı hususlar hakkında nelerin düşünüldüğünü de okumak mümkün. Kullanılan dile bakarak son dönemde Almanya’ya damgasını vurmuş Angela Merkel politikalarından keskin bir dönüş görülmemekle birlikte bu konu Hükümet Programı açıklandığında daha net şekilde görülecek.

Asgari ücretin artması, salgınla mücadele, elektrikli otomobile geçiş süreci, dijitalleşme, göçmen politikası ve hatta esrarın serbest bırakılması gibi bir hayli konuyu kapsayan anlaşmanın bizce en merak edilen tarafları haliyle Türkiye ile ilgili düşünceler ve Almanya’daki Türklerin geleceği ile alakalı hususlardır. Anlaşmada bu hususlarda gayet çekingen ve spekülasyona mahal vermeyecek bir dil kullanıldığını söylemek mümkün.    

Taraflar anlaşmaya geçen şekliyle ‘Geleceği, enerjik, yenilikçi ve sonuç odaklı şekillendirecek, istikrarlı ve güvenilir bir hükümet oluşturuyoruz’ derken, gelecek seçimleri kazanmayı da hedefleyen bir anlayışta olduklarını ifade etmekten de çekinmemişler. Bu anlayışla, mümkün olduğu kadar ayakları yere basan ve istikrarsızlık üretmeyecek bir söyleme sadık kalındığı kolayca görülüyor.

Almanya’nın geleceği ile ilgili düşünceler içerisinde mülteciler ve yabancılar konusuna mühim bir yer verilirken, Hıristiyan Demokrat (CDU) politikalarının aksine çifte vatandaşlığın destekleneceği ve Alman vatandaşlığına geçişin kolaylaşacağı vurgusu bizler açısından gayet müspet ifadeler. Bunun dil öğrenimine bağlı olacağı ve iyi Almanca’nın şart olduğunun işaretleri de verilmiş. Uyum politikaları çerçevesinde Almanca öğrenecek yabancılara verilen desteklerin Merkel döneminin aksine tekrar yürürlüğe konacağı da görülmekte. Anlaşmada Almanya’nın ülkeye gelecek yabancı üniversite öğrencilerine ve meslek eğitimi alacaklara daha fazla kolaylıklar sağlayacağına da işaret edilmekte.

Müslümanlarla ve Musevilerle birlikte yaşama konusunda; antisemitizmle mücadele konusu gayet net şekilde vurgulanırken, islamofobiya konusunun hiçbir şekilde vurgulanmamasını bir eksiklik olarak görmek mümkün. İslam düşmanlığıyla mücadele, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele kapsamında ele alınıyor.

Türkiye ile ilişkiler konusuna gelince; anlaşmada ne liberallerin uçuk görüşleri ne de Yeşiller’in dar bir alana odaklanmış görüşleri yer almamış. Adeta ne şiş yansın ne kebap kabilinden bir yol seçilmiş. Bu, iki paragraf yer verilmesine rağmen kurulacak hükümetin Türkiye ile doğrudan çatışmacı bir politika izlemeyeceğinin işareti olarak değerlendirilebilir.

Buna rağmen, Türkiye ile ilgili iki paragrafa baktığımızda; Türk kamuoyunda tepkiyle karşılanabilecek, ‘endişe verici iç siyasi gelişmeler’, ‘dış politikadaki gerginlikler’ gibi değerlendirmeler yanında bilhassa ‘Türkiye'de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan, kadın ve azınlık hakları büyük ölçüde yok edildi. Bu sebeple Avrupa Birliği katılım müzakerelerinde hiçbir faslı kapatmayacağız ve yeni fasıl açmayacağız. AB-Türkiye diyalog gündemini hayata geçireceğiz ve sivil toplum ve gençlik değişim programları yoluyla ilişkileri geliştireceğiz.’ türünden ifadelerin yer aldığını görmekteyiz.

Bu arada hem Türkiye ilgili bölümde hem de diğer başka yerlerde Almanya’daki Türklerin önemine vurgu yapılırken İşgöçü Antlaşması’nın 60. Yılı da unutulmamış.

Önümüzdeki birkaç gün içinde kimlerin bakanlık görevine geleceği ve Hükümet Programı’nın nasıl şekilleneceği de belli olacak. Umarız programda bizler için daha açık ve ümit verici ifadelerle karşılaşırız.

Gidişat

April 03, 2023

Açık ve seçik bir şekilde görülüyor ki Türkiye’de işler iyi gitmiyor. Euro ve doların nerede duracağı tahmin edilemeyen hesapsız yükselişi, enflasyonun hükümetçe ve Merkez Bankası’nca konan hedeflerin ve yapılan tahminlerin çok üzerinde oluşu, tatmin edicilikten uzak istihdam rakamları, yatırımların durma noktasına gelmesi gibi ekonominin belirleyici unsurları tedirginliği gittikçe arttırmaktadır.

Siyasetçiler kendi aralarında ekonomik krizin siyasi krizden mi kaynaklandığını veya ekonomik krizin siyaseti nasıl etkileyeceği gibi hususları tartışadursunlar, ortalama normal vatandaş her an yaşanan sıkıntıyı daha fazla hisseder durumdadır. Ne iktidarın çizmeye çalıştığı pembe tablolar ne muhalefetin umut vermeyen söylemleri mutfağı sarmakta olan ateşin sönmesine yardım etmiyor.

Bir ülkenin kriz dönemlerinde onun sıkıntılardan çıkışında en mühim etkenlerin başında birlik, dayanışma ve birlikte buhranları aşma ruhu gelir. Ne yazık ki ülkemizde bunu görmek pek mümkün değildir. Mutlu bir azınlığın hayat pahalılığı ve istikrarsızlık altında ezilen kitlelerin haline karşı gösterdiği umursamazlık ve hatta aşağılayıcı tutum, muhalefet cephesinde yer alanların her fırsatı siyasi maksatlar için değerlendirmeye yönelik tutumu ile birleşince müşterek bir noktada birleşme imkansız hale gelmektedir. İktidar kanadının ortamı yumuşatmak yerine yapılan her eleştiriyi düşmanca bir davranış olarak algılayıp gerilimi arttırması, sadece muhalefetin ekmeğine yağ sürmekle kalmamakta, ülkenin önündeki badireleri aşmak için gerekli birlik ve beraberliğe de mani olmaktadır.

Konuya ekonomik esaslar çerçevesinden bakıldığında, aslında içinde bulunduğumuz krizlerin sebeplerini görmek kolaylaşmaktadır. Türkiye, tarım ve hayvancılıkta kendisine yetmekten çıkmış, bir müddet öncesine kadar övünç kaynağı olan ‘kendine yeterli olma’nın yerini ithalata bağımlılık almıştır. Sanayi üretimini yeterli düzeye getirememiş, 84 milyonluk nüfusa ve ulaşması zor olmayan pazar imkanlarına rağmen, herhangi bir dalda iddialı, vazgeçilmez olma noktasına gelememiştir. İhraç ürünlerini ithalata bağımlılıktan kurtaramadığından, oluşan kısır döngüyü bir türlü kıramamıştır. İletişim, bilişim, dijitalleşme gibi konularda rakiplerinin önüne geçememiştir. Büyük ölçüde dışa bağımlı olduğumuz enerji alanındaki yatırımlar karşılığında beklenen verimliliğe bir türlü ulaşılamamıştır. Turizmde gerekli çeşitlilik sağlanamadığından salgın, boykot, ambargo gibi durumlarda sektörün önüne alternatif yollar sunulamamıştır. Bunların ve eklenebilecek diğer hususların özeti olarak 2023 hedefleri adıyla ülkenin önüne konan hemen hiçbir hedefe ulaşılamamış, bundan doğan açık ise prestij yatırımları denen maliyeti yüksek ancak getirisi az teşebbüslerle kapatılmaya çalışılmıştır. İktidarın elinde, -tamamı kendi düşünce ve uygulamalarının ülkeyi getirdiği ekonomik darboğaz ortamında-, faiz-kur ayarlamalarıyla vaziyeti kurtarmak dışında bir çözüm imkanı kalmamıştır. Yaşayarak görüldüğü gibi, bu da derde deva olmamaktadır.

Hemen her ülke, salgın sebebiyle içine girilen ekonomik daralmaya karşı objektif gerçekler ışığında uygulamaya koyabileceği reçeteler üzerinde çalışırken, bu hayati konu bizde iktidar ve muhalefetin üzerinden siyasi kazanç umduğu bir kavga ve çekişme konusuna dönüşmüştür. Türkiye, kaliteli üretimin ve ihracatın, tatmin edici istihdamın, güven veren milli paranın, istikrarlı yönetimin ve işleyen ekonomik kurumların bulunmadığı bir ülkeye dönüşmüştür. Bu durum sürdürülebilir değildir ve elbirliği ile çareler üretmeye yönelme zamanı çoktan gelip geçmiştir.

Her kriz dönemindeki gibi günümüzde de yurt dışında yaşayanlara düşen sorumluluklar vardır. Her şeyden önce, Türkiye’nin iç kamuoyunda zannedildiği gibi yurt dışındaki insanlarımızın ceplerindeki Euroların değer kazanmasından memnun olacak, ondan haz duyacak kadar egoist olmadıkları dosta düşmana gösterilmelidir. Diğer taraftan yurt dışındaki insanlarımız ufağından büyüğüne alışverişlerini Türkiye menşeli ürünlere yöneltmeli, ülkeye girecek her sentin hayati değerde olduğunun idrakinde olmalıdır. Politikacıların gereksiz söylemlerinden etkilenmeden, ülkenin hepimize ait olduğu gerçeğinden hareketle memleketine sahip çıkmalıdır. Bu, sadece yaraların sarılmasına bir nebze katkı sunmak değil, ülkeyi ve milleti bölmek üzerinden kendilerine politik çıkar alanı oluşturan sorumsuz, muhteris, kifayetsiz ve kibirli politikacılara da vurulan bir şamar olacaktır.

 

Türkiye, ne bazı muhaliflerin iddia ettiği gibi batıyor, ne de bazı iktidar mensuplarının söylediği gibi uçuyor. Türkiye, bir kısmı dünya konjonktüründen kaynaklanan, ancak büyük bir kısmı kendi iç dinamiklerinden doğan ekonomik istikrarsızlık ve sıkıntılarla boğuşuyor. Şu anda yaşananlar eskiden yaşanmış krizlere tıpatıp benzemese de bu krizi de atlatacağımız ümidini terk etmeye gerek görmüyorum. Eskilerde bulduğu gibi Türkiye bunun da bir çaresini, bir yolunu bulacaktır.

Böylesi durumlarda her zaman yaşandığı gibi, muhalefette yer alanlar çarenin bir iktidar değişikliğiyle geleceğini seslendirirken, hükümet kanadı ümidini politika değişikliklerine, yeni bakan ve bürokrat tayinlerine bağlamış görünüyor.

Halk; içinde cebelleştiği ekonomik sıkıntılara ilaveten, bir yandan hükümet kanadının çare diye getirdiği değişikliklerin ve çabaların istenen sonucu vermemesi, diğer taraftan muhalefetin neyi, nasıl düzelteceğine dair anlaşılır bir program ortaya koyamamasının arasında ezilmeyi sürdürüyor.

Türkiye’deki her gelişme gibi ekonominin içinde bulunduğu vaziyet de yurt dışındaki insanlarımızı yakından ilgilendiriyor. Hatta bazı durumlarda korku ve endişelerinin, yurt içinde sıkıntılarla baş başa olan insanlardan daha fazla olduğu da bilinmektedir. İnsanlarımız, anavatanlarının en az yaşadıkları ülkeler kadar müreffeh ve her alanda ileri, kalkınmış, güçlü olmasını arzulamakta, bunun tersine haberlerle karşılaştıklarında ise tedirginlikleri, teessürleri artmaktadır. İnsanlarımız, milli paraları her gün değer kaybeden, enflasyonu yüksek, işsizliği almış başını gitmiş, ihracatının ithalatını karşılayamadığı bir ülkenin vatandaşı olmanın sıkıntısını, en azından aynı işyerinde, aynı mahallede, aynı okulda yan yana olduğu başka milletlere mensup insanlar yanında yaşamak istememektedir. 

Geçmiş kriz dönemlerinde, Almanya ve Avrupa’da çalışan insanlarımızın sıkıntıdaki yakınlarına, akrabalarına, eş ve dostlarına doğrudan yaptıkları yardımlar ile küçük de olsa giriştikleri ekonomik faaliyetler, yatırımlar gayet mühim faydalar sağlıyordu. Ancak günümüzde durum değişiktir. Büyüyen ekonomik bünye içerisinde, en üst rakamlarla dahi ele alınsa, yurt dışındaki insanlarımızın ekonomik varlığının ülkenin düze çıkmasında eskisi kadar büyük bir etkisinin olamayacağı açıktır. Ancak bu hiçbir şey yapamayız veya yapmadan oturup bekleyelim anlamına da gelmemektedir.

Yurt dışındaki Türklerin, geleceklerini daha ziyade Türkiye merkezli gördükleri dönemlerde bilhassa gayrimenkul alımı ve inşaat sektörlerine büyük katkıları söz konusuydu. Birçok il ve ilçenin ekonomisinin canlanmasının işçilerimizin izin mevsimlerinde memleketlerine gelmelerine bağlı olduğu zamanlar hala hafızalardadır. Ancak geldiğimiz noktada şurası açıktır ki; artık ne yurt dışındaki insanlarımızın sermaye aktarım imkanı eskisi kadar güçlüdür, ne de eskisi gibi ekonomik birikimlerini tamamen Türkiye’de değerlendirme eğilimindedirler.

Öte yandan Türkiye’deki problemlerin kaynağının daha ziyade politik ve idari kararlarla alakalı olduğu, yapısal meseleleri halletmeden ortaya çıkacak iyileşmelerin mevzii kalacağı, bu durumda yurt dışından sağlanmak istenen katkıların da değirmenin sürekli işleyişinde fazla bir rolünün olmayacağı açıktır.

Peki, bu dönemde kalpleri Türkiye için atan gurbetçilerimizin yapabileceği katkılar hangi noktalarda olacaktır? Bilindiği gibi yurt dışındaki insanlarımız artık sadece işçiler ve ailelerinden oluşmuyor. Önemli sayıda tahsilli insanımız, akademisyenlerimiz yanında iş dünyasında önemli başarılara imza atmış müteşebbislere sahibiz. Bunların elde ettikleri bilgi ve tecrübelerin ülkemize aktarımı, sadece Türkiye’ye sermaye ve yatırımı şeklinde değil, aynı zamanda gerekli yapısal değişikliklerin hayata geçirilmesi açısından da yararlı olacaktır. Bilhassa birçok yabancı ülkede geniş uygulama alanı bulan, ancak ülkemizde şimdiye kadar kendisine yer bulamamış veya yanlış şekilde uygulanmaya çalışılmış ekonomik faaliyetlerin hayata geçirilmesi geleceğimiz açısından hayati önemdedir.

Ekonominin kısa vadede karlı görünen birkaç alanın dışına çıkarılması gerekmektedir. Bu yapılırken halkı sadece tüketici değil, ekonomik çarkların döndürücüsü olarak gören anlayışlara ihtiyaç vardır. Birçok ülkenin yıllardır uyguladığı tasarruf programları, yapı tasarrufu sistemleri, tüketiciyi koruyan uygulamalar, insanların temel ihtiyaç maddelerini teminde sağlanacak kolaylıklar, şehirlerin yükünü azaltma yönündeki planlamalar, doğrudan yurt dışındaki insanlarımıza dönük kampanyalar (elbette onların birikimlerini yok etmeye dönük, soyup soğana çevirme kampanyaları değil), bu bağlamda ilk akla gelebilecek satırbaşlarıdır.

Ancak bunların gerçekleşebilmesi için Türk siyasetinin güven verici bir noktaya gelmesi, vatandaşlarını bir ve bütün olarak görmesi, ekonomiyi kendi kurallarıyla yönetme eğilimine girmesi ve tüm bunları uzun vadeli programların birer cüz’ü şeklinde düşünerek adım atması gerekmektedir. Umarız kısa sürede böyle bir yola girilir.