Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz.
Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
+(49) 931 3598385
info@alp-media.org
Avrupa Türkleri ile 2000 yılından beri beraberiz. Türk toplumunun gelişme sürecinden sürekli haberdar olmak için bizi takip edin...
Koronavirüsü sebebiyle geçen yıl Avrupa’daki insanlarımız memleketlerine gelemediler. Bir anlamda çaresizce hasret biriktirdiler. Bu sene şartların hafiflemesiyle birçok aile memleket hesapları yapmaya başladı; bir an önce sevdiklerine kavuşmak isteyenler şimdiden sınır kapılarında ve havaalanlarında kuyruklar oluşturmaya başladılar.
Her ülke kendine göre bir takım tedbirleri hayata geçirirken ve uluslar arası kuruluşlar dünyanın bir çok bölgesinde yavaşlayan salgını kontrol altında tutmak isterken, her gün aldığımız yeni varyant haberleri ister istemez endişelere vesile oluyor. Aşılama konusunda ileride görülen ülkelerden gelen yeni salgın dalgası haberleri, geçtiğimiz bir-birbuçuk yılı tekrar yaşamak istemeyenleri derin derin düşündürüyor.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) olsun, devletler ve diğer görevli kurumlar olsun, elbette her birinin aldığı tedbirlerin, uygulamaya koydukları yaptırımların ve sürekli tekrarladıkları tavsiyelerin nereden, nasıl geldiği konusunda hala spekülasyonların yapıldığı salgınla mücadelede mühim bir yeri var. Ancak şurası da açıktır ki kişiler ve toplumlar gerekli hassasiyeti göstermediği müddetçe salgınla baş edilemeyeceği açıktır.
Artık tüm dünyada klasikleşen Temizlik – Maske – Mesafe kuralı hayatımızı belirleyen bir tabii tedbir haline geldi. Bilhassa maske takmanın bazı hallerde sıkıcı, hayatımızı sınırlayan bir tedbir gibi görünse de sağlıklı hayat için vazgeçilmez bir uygulama olduğu da açıktır. Temizliğin zaten hayatımızın temel düsturlarından olması gerektiğini söylemeye gerek yoktur.
Biz Türkler için en zor gelecek tedbir hiç şüphesiz mesafedir. Hararetli selamlaşmalara, tokalaşmalara, sarılıp öpüşmelere ve sohbet ederken bile el kol temasına alışık bir toplumun bunları kolayca terk etmesi kolay değildir. Düğünlerde, bayramlarda, cenazelerde, taziyelerde, aile ziyaretlerinde hayatımızın bir parçası halindeki kucaklaşmalardan uzak kalmamız, bir yandan ‘demek olabiliyormuş’ dedirtirken, diğer yandan dönüp geriye bakınca ‘bir yıldan fazla bir süredir buna nasıl dayandık’ dedirtmektedir.
Yeni bir izin döneminde memlekette yakınlarıyla buluşanların ilk yapmak isteyecekleri hiç şüphesiz hasretin bitimini ilan eden kucaklaşmalar, öpüşmeler olacaktır. Her ne kadar bazı tedbiri elden bırakmayanlarımız yine uzaktan selamlaşmayı, salgın kurallarına uygun davranmayı sürdürmek isteyecek olsalar dahi bunu sürdürmek zordur. ‘Bende kovid yok’, ‘ben aşı oldum’ gibi bahanelerin arkasına saklanarak eski normal hayatlarına dönmek isteyenler aslında kendilerini riske atmış olacaklardır. Her şeye rağmen tedbiri elden bırakmamalıyız. Hem tatilden sağ salim Almanya’ya dönmek hem de taşıyıcılık yapmamak adına tedbirin hatır-gönülün, aldırmazlığın önüne geçmesi gerekmektedir.
Risk grubundakiler ve yaşlılar için durum daha ciddi görünse de bu illetin aslında herkes için bir tehlike arz ettiği noktasından hareketle hepimizin azami dikkat göstermesi gerekmektedir. Bünyesi güçlü olanlar kendileri hastalığın pençesine düşmeseler de taşıyıcı olarak birçok kişinin kanına girebilirler. Gençler ve çocuklar için de aynı durum söz konusudur; dikkatsiz davranışlar bir anda virüsün birçok kişiye bulaşmasına sebebiyet verebilir.
Hem Türkiye’ye gidip dönerken hem Türkiye içerisindeki seyahatlerde binlerce kilometre yol katedip sayısızca insanla temas kuranlar için durumun hiç de göründüğü gibi kolay olmadığı açıktır. Sıkıcı olsa da sürekli teyakkuzda bulunmak gerekmektedir. Bir anlık bir boşta bulunmanın açacağı yaraların büyük olacağı hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır. Biz hissi bir toplumuz, hissi insanlarız. Sevincimizi, hüznümüzü hatta tepkimizi gösterirken temasa mütemayiliz. Ancak geleceğimizi, çevremizi, çoluk çocuğumuzu düşünerek kendimizi mümkün olduğunca geri çekmeli, duygularımıza hakim olmalıyız. Hasretin hüzne dönüşmemesi, sıla-ı rahimin sıkıntılara yol açmaması için, aklımızı his ve duygularımızın, tedbiri vurdumduymazlığın, boşvermişliğin önüne geçirebilmeliyiz.
Bu duygu ve düşüncelerle hayırlı tatiller dilerken Kurban Bayramınızı da şimdiden en içten dileklerimle kutlarım.
Türk’ün tarihine baktığımızda gurbeti vatana dönüştürdüğüne çokça şahit olmakla birlikte, 60 yıllık sürenin Almanya’da bizi henüz bu sonuca ulaştırmadığı bir gerçektir. Elbette bunda, İşgücü Antlaşması’nın öngördüğü süreli çalışma izninden başlayarak, -hala devam eden- Alman tarafının ürkek ve haddinden fazla tedbirli tavrının önemli rolü vardır. Diğer taraftan bizim, her esen rüzgarı değişik şekilde değerlendiren mütereddit tutumumuzun bariz etkisi söz konusudur. Ekonomik, sosyal, siyasi, hukuki açılardan bizi gurbetçilik parantezinden çıkaracak gelişmeler, psikolojik ve kültürel alandaki itirazlarla kolayca yine gurbetçilik parantezine sokabilmektedir. Toplum olarak hissiliğimizin devamı, bu tabii döngünün en büyük müsebbiplerindendir.
Bizleri aslında en çok üzen husus, ‘Almanya’da yabancı, Türkiye’de Alamancı’ hüviyetimizin sürekli yüzümüze vurulmasıdır. Geçen 60 yıla rağmen, ne yabancılığımızın ne de Alamancılığımızın daha gerçekçi ve bizi tarifte hakaret içermeyecek bir tabirle yer değiştirememiş olması hakikaten travma seviyesinde rahatsızlık vericidir. Bu hususta Alman tarafı çoğu proje çağrışımı yapan, fakat ömrü birkaç seneyi geçmeyen bir hayli terim üretirken, biz ‘Almanya Türkleri’, ‘Avrupa Türkleri’ gibi coğrafi aidiyet ifade eden kavramların ötesine geçemedik.
Sonuçları itibariyle elde edinilen kazançları hiçbir zaman yeterli görmesek de bilhassa Türkiye açısından geçen 60 yılın anlamı hayli büyüktür. Bununla sadece devletimizi yönetenlerin on yıllarca üzerinde ısrarla durdukları ülkenin döviz ihtiyacının karşılanması gerçeğini kastetmiyorum. Köyünden kasabasından koparılarak adeta paraşütle indirilir gibi sanayi ve teknolojide dünyanın en gelişmiş ülkelerine gönderilen insanlarımız, herhangi bir destekten, yol göstericilikten, stratejiden mahrum oldukları halde, yabancı diyarlarda kendilerine yeni bir dünya inşa ettiler. Dilleri, dinleri, kültürleri, medeniyetleri, insani hasletleri değişik topluluklar içerisinde varlıklarını sürdürmekle kalmadılar, yeni nesiller ve gelecek kuşaklar için kalıcı arayışlara giriştiler. Çoğu el yordamı ile yürütülen çabalar sonucu, geneldeki arzularımızı tatmin edici seviyede olmasa bile, şartların gerçekçi şekilde değerlendirilmesi halinde görüleceği gibi, önemli başarılar, kazanımlar elde ettiler, ileri adımlar attılar. Ferdi alanlarda gözle görülen bu gelişmelerin, kısa sürede toplu kazanımlara dönüşmesi tarihin akışını müspet yönde hızlandıracaktır.
Tarih hiçbir zaman kendiliğinden oluşmaz ve değişmez. Daima onun ilerlemesini sağlayacak müdahalelere ihtiyaç vardır. Her toplum, tarihin kendi lehinde şekillenmesi için adım atmak, çaba göstermek durumundadır. Bizler de eğer gelecek on yılların şimdiye kadar yaşadıklarımızdan daha iyi, daha güzel, daha yararlı geçmesini istiyorsak gereğini yapmak zorundayız. Bu noktada hem fertlerin hem kurumların ve kuruluşların üzerine büyük yükler düşmektedir. Bilhassa medya ve sivil toplum kuruluşlarının sorumluluklarının ağır olacağı açıktır. Günümüz dünyasında birçok gelişme iletişim kanallarının lehimize işlemesiyle doğrudan alakalıdır. Dijital çağda bu dönemin imkan ve vasıtalarından nasıl yararlanacağımızı bilemezsek, yaya kalmamız kaçınılmazdır. Eski deyimle ‘her şeyi devletten beklemenin devri’çoktan geçmiştir. Geleceğin aydınlık mı karanlık mı getireceğinin kendi ellerimizde olduğunun şuuruyla hareket edebilmeliyiz.
Son yıllarda Balkanlar gündeme geldiğinde kendisinden mutlaka söz edilen kişilerin başında Milorad Dodik gelmektedir. Yaptığı çıkışlarla, kendisinin Radovan Karadziç, Slobodan Miloseviç, Radko Mladiç’in izindeki yeni Sırp Kasabı adayı izlenimi veren M. Dodik, tesadüfen ortaya çıkmış bir figür olmayıp, 26 yıl önceki Dayton Dayatması’nın tabii bir sonucu olarak karşımızdadır. Bilindiği gibi Dayton, birleşik bir Bosna-Hersek’i garantiye alacak şekilde değil de adeta ilk fırsatta bölünecek bir ülkeyi dayattı. Başlangıçta tahmin edildiği gibi, dünyadaki ve bölgedeki gelişmeleri fırsat olarak değerlendirmeyi düşünen ırkçı Sırp kesimler, ayrılıkçı ve yıkıcı faaliyetlerini bilhassa son 10-15 senede giderek arttırdılar. Bölgede tekrar kan akması ve Müslümanların tekrar katliamlarla karşı karşıya kalmaları endişelerini canlandıran gelişmeler, Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.
ABD ve Avrupalılar’ın Boşnaklara Dayton’u dayatırken öne sürdükleri en önemli teminat, taraflar olarak bölgede yeni bir savaşa kati surette müsaade etmeyeceklerine dair sözlerdi. Bu sözlerin ne kadar geçerli olduğunu önümüzdeki süreç bize daha net şekilde gösterecektir. Ancak şimdiye kadar yaşananlar Müslüman Boşnakları endişeye sevkedecek hayli hakikat içermektedir.
Bilindiği gibi Bosna-Hersek Devleti, Boşnak-Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyetinden oluşmaktadır; her iki bileşenin merkezi yönetimdeki ilişkisi bir nevi yarı otonomi şeklindedir. Bu durum, eski Yugoslavya zamanından itibaren tüm coğrafyayı Büyük Sırbistan şeklinde görmek isteyen Sırplara her fırsat bulduklarında bölgeyi karıştırmak için bahane üretme imkanı vermektedir. Devletin kuruluşundan itibaren gayelerinin ayrılarak Sırbistan ile birleşmek olduğunu söyleyen Sırplar, bu hedefe ulaşmanın sadece zaman meselesi olduğuna inanmaktadır. Garantör diyebileceğimiz devletlerin caydırıcılığı bulunmadığı gibi, aralarında fikir ve eylem birliği de yoktur.
Bilindiği gibi 12 yıl boyunca Bosna-Hersek’te uluslararası camia adına kağıt üzerinde büyük yetkilerle donatılmış olarak Yüksek Temsilcilik görevini yürüten Valentin İnzko, uluslararası camianın kendisine yeterli desteği vermediği hatta konuyla ilgilenmediği gibi gerekçelerle geçtiğimiz sene istifa etti. Yerine eski Alman Tarım bakanlarından Christian Schmidt getirildi. Bu yıl göreve başlayan C. Schmidt her vesile ile durumdan duyduğu rahatsızlığı, daha doğrusu çaresizliğini ortaya koymaktadır. Sarayova’daki en yüksek düzeydeki bu diplomata göre Sırplar, sürdürdükleri saldırgan politikalar ile barışı tehdit etmektedirler. Sırp Cumhuriyeti’nin ‘güçlü adamı’ Dodik, yaptığı hamlelerle ülkedeki ortak müesseseleri sistemli şekilde tahrip etmekte, mahkemeler, savcılık, kamu idaresi, polis teşkilatı ve vergi dairelerini çalışamaz hale getirmeye çalışmaktadır. Geçtiğimiz haftalarda Sırp Cumhuriyeti kendi ilaç sistemini Bosna-Hersek’ten bağımsızlaştıran bir karar çıkartmıştır. Dodik’in geçtiğimiz günlerde kendilerine ait ordu kuracaklarını açıklaması ise işin tuzu biberi olmuştur.
Yüksek temsilci C. Schmidt geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne sunduğu bir raporda; eğer dur denilmezse bu gidişle sıranın Sırp Cumhuriyeti’nin yeni bir Anayasa ile kendisine hukuki dayanak bulmaya geldiğine ve bunun adı konmamış bir bağımsızlık ilanı anlamı taşıyacağına işaret etmektedir. Schmidt’e göre bu Dayton Anlaşması’nın herhangi bir işlevi kalmadığı manasına gelmektedir. Tüm bu gerçekleri haykıran Yüksek Temsilci, görev tanımında başta Dodik olmak üzere, Dayton Anlaşması’na karşı faaliyetlere yönelen ve barışı tehdit eden kişileri görevden alma yetkisine sahip olmasına rağmen bu yola da gidememektedir; çünkü, Sırp Cumhuriyeti ve onun popülist lideri Dodik tüm bunları yaparken tamamen Rusya’nın desteği ile hareket etmektedir. Konunun BM Güvenlik Konseyi’ne getirilmesi de Rus Vetosu sebebiyle anlamsız görülmektedir. Bu korku, Schmidt’in söz konusu raporunu BM’de sözlü sunumunu da engellemiştir. Dodik’in ayrılıkçı politikasını kayıtsız şartsız destekleyen Rusya diğer taraftan Sırplara karşı tedbir alınması durumunda EUFOR’un Bosna’daki görev süresinin uzatılmasını veto edeceği tehdidini şantaj malzemesi olarak kullanmaktadır. Halbuki Bosna-Hersek için oluşturulan Barış İzleme Komitesi’nde Rusya tek başına değildir, onun dışında ABD, İtalya, Fransa, İngiltere ve Japonya gibi ülkeler de var. Kararlarda oy birliği esası bulunmamasına rağmen Rusya’nın saldırgan ve kararlı politikası, diğer ülkelerin korkak ve ilgisiz tutumlarına sürekli galebe çalmaktadır.
Rus desteği, 2005 yılından bu yana Dodik’e ırkçı ve popülist politikalarını pervasızca uygulama sahasına koyma şansı vermektedir. Bu pervasızlık, şimdiye kadar Dayton tarafından öngörülen 140 kanun ve kararın yürürlükten kaldırılması yanında, geçtiğimiz Ekim ayı başında ona ‘Bosna-Hersek’te artık Yüksek Komiserlik diye bir şey yok’ şeklinde meydan okuma cesareti vermiştir. Tüm adımlarını Sırbistan Devlet Başkanı Aleksander Vuciç’le birlikte kararlaştırarak attığı bilinen Dodik’in diğer önemli bir destekçisi de Çin’dir. Balkanlar’ın yeni rol sahiplerinden birisi olma gayretindeki Çin, adımlarına bölgedeki diğer ülkelerden ciddi bir tepki gelmeyeceği inancıyla hareket etmektedir. Bölgedeki her adımını ABD ve Avrupa’ya karşı elde edilecek yeni bir mevzi anlayışıyla ele alan Çin’in Sırbistan’la giriştiği ekonomik ve diplomatik işbirlikleri Dodik ve onunla birlikte hareket edenleri güçlendirmektedir.
Dodik’in sözlerinin boş olduğunu savunanların bir diğer dayanağı da bölge ekonomisinin ve nüfus yetersizliğinin bölgede bağımsız bir devletin varlığını sürdürmesine mani olacağı düşüncesidir. Hakikaten Sırp Cumhuriyeti bölgesi sanayi ve diğer ekonomik varlıklar anlamında fakir bir bölgedir. Bosna-Hersek içerisindeki Sırp nüfusu da en iddialı rakamlarla 1 milyon 200 bini ancak bulmaktadır. Bunlar birer engel gibi görünse de bağımsızlığın sadece bir geçiş dönemi olacağı, esas gayenin Sırbistan ile birleşmek olduğu, diğer yandan yoğun Sırp, Rusya ve Çin desteğinin uydu devletçiğin bu sürede yaşamasını sağlayacağı açıktır.
İslam ülkelerinden Bosna-Hersek’in bütünlüğünün muhafazası ve sınırlarının garantisi için neler yapabileceği konusunda bir şey söyleyebilmek ne yazık ki zordur. Uluslararası alanda Bosna-Hersek’le ilgili hemen hiçbir yapılanmada İslam ülkelerinin esamesi okunmamaktadır. Buna Türkiye’de dahildir. Tarihi, siyasi, kültürel, dini bağlarımıza rağmen Bosna ile ilişkilerimiz ancak NATO ve AB çerçevesi içerisinde yürümektedir. Türkiye’ye karşı son yıllardaki dışlayıcı tutumlar burada da büyük problem teşkil etmektedir. Ayrıca Türkiye’nin birkaç yıldır yöneldiği ‘Sırp Dostluğu’ çizgisinin Bosna-Hersek açısından hangi riskleri davet ettiği konusunda bir hayli soru işareti mevcuttur. Diğer bir ayak bağımız ise Rusya ve Çin ile doğrudan çatışmaya girmemek için sarf ettiğimiz gayretlerdir. Bu politikanın şimdiye kadar herhangi bir yerde herhangi bir kazanç sağlamadığı görülmekle birlikte, belki de reelpolitik icabı benimsenen bu tutumun devamının Bosna-Hersek’teki Müslüman Boşnak kardeşlerimize fayda sağlamayacağı samimi kanaatimizdir.
‘İlerleme İçin Daha Fazla Cesaret / Özgürlük, Adalet ve Sürdürülebilirlik için İttifak’ başlığı ile takdim edilen 178 sayfalık anlaşmanın önümüzdeki günlerde enine boyuna tartışılacağı kesin. Anlaşmada Almanya’nın geleceği yanında bizimle doğrudan alakalı hususlar hakkında nelerin düşünüldüğünü de okumak mümkün. Kullanılan dile bakarak son dönemde Almanya’ya damgasını vurmuş Angela Merkel politikalarından keskin bir dönüş görülmemekle birlikte bu konu Hükümet Programı açıklandığında daha net şekilde görülecek.
Asgari ücretin artması, salgınla mücadele, elektrikli otomobile geçiş süreci, dijitalleşme, göçmen politikası ve hatta esrarın serbest bırakılması gibi bir hayli konuyu kapsayan anlaşmanın bizce en merak edilen tarafları haliyle Türkiye ile ilgili düşünceler ve Almanya’daki Türklerin geleceği ile alakalı hususlardır. Anlaşmada bu hususlarda gayet çekingen ve spekülasyona mahal vermeyecek bir dil kullanıldığını söylemek mümkün.
Taraflar anlaşmaya geçen şekliyle ‘Geleceği, enerjik, yenilikçi ve sonuç odaklı şekillendirecek, istikrarlı ve güvenilir bir hükümet oluşturuyoruz’ derken, gelecek seçimleri kazanmayı da hedefleyen bir anlayışta olduklarını ifade etmekten de çekinmemişler. Bu anlayışla, mümkün olduğu kadar ayakları yere basan ve istikrarsızlık üretmeyecek bir söyleme sadık kalındığı kolayca görülüyor.
Almanya’nın geleceği ile ilgili düşünceler içerisinde mülteciler ve yabancılar konusuna mühim bir yer verilirken, Hıristiyan Demokrat (CDU) politikalarının aksine çifte vatandaşlığın destekleneceği ve Alman vatandaşlığına geçişin kolaylaşacağı vurgusu bizler açısından gayet müspet ifadeler. Bunun dil öğrenimine bağlı olacağı ve iyi Almanca’nın şart olduğunun işaretleri de verilmiş. Uyum politikaları çerçevesinde Almanca öğrenecek yabancılara verilen desteklerin Merkel döneminin aksine tekrar yürürlüğe konacağı da görülmekte. Anlaşmada Almanya’nın ülkeye gelecek yabancı üniversite öğrencilerine ve meslek eğitimi alacaklara daha fazla kolaylıklar sağlayacağına da işaret edilmekte.
Müslümanlarla ve Musevilerle birlikte yaşama konusunda; antisemitizmle mücadele konusu gayet net şekilde vurgulanırken, islamofobiya konusunun hiçbir şekilde vurgulanmamasını bir eksiklik olarak görmek mümkün. İslam düşmanlığıyla mücadele, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele kapsamında ele alınıyor.
Türkiye ile ilişkiler konusuna gelince; anlaşmada ne liberallerin uçuk görüşleri ne de Yeşiller’in dar bir alana odaklanmış görüşleri yer almamış. Adeta ne şiş yansın ne kebap kabilinden bir yol seçilmiş. Bu, iki paragraf yer verilmesine rağmen kurulacak hükümetin Türkiye ile doğrudan çatışmacı bir politika izlemeyeceğinin işareti olarak değerlendirilebilir.
Buna rağmen, Türkiye ile ilgili iki paragrafa baktığımızda; Türk kamuoyunda tepkiyle karşılanabilecek, ‘endişe verici iç siyasi gelişmeler’, ‘dış politikadaki gerginlikler’ gibi değerlendirmeler yanında bilhassa ‘Türkiye'de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan, kadın ve azınlık hakları büyük ölçüde yok edildi. Bu sebeple Avrupa Birliği katılım müzakerelerinde hiçbir faslı kapatmayacağız ve yeni fasıl açmayacağız. AB-Türkiye diyalog gündemini hayata geçireceğiz ve sivil toplum ve gençlik değişim programları yoluyla ilişkileri geliştireceğiz.’ türünden ifadelerin yer aldığını görmekteyiz.
Bu arada hem Türkiye ilgili bölümde hem de diğer başka yerlerde Almanya’daki Türklerin önemine vurgu yapılırken İşgöçü Antlaşması’nın 60. Yılı da unutulmamış.
Önümüzdeki birkaç gün içinde kimlerin bakanlık görevine geleceği ve Hükümet Programı’nın nasıl şekilleneceği de belli olacak. Umarız programda bizler için daha açık ve ümit verici ifadelerle karşılaşırız.
Açık ve seçik bir şekilde görülüyor ki Türkiye’de işler iyi gitmiyor. Euro ve doların nerede duracağı tahmin edilemeyen hesapsız yükselişi, enflasyonun hükümetçe ve Merkez Bankası’nca konan hedeflerin ve yapılan tahminlerin çok üzerinde oluşu, tatmin edicilikten uzak istihdam rakamları, yatırımların durma noktasına gelmesi gibi ekonominin belirleyici unsurları tedirginliği gittikçe arttırmaktadır.
Siyasetçiler kendi aralarında ekonomik krizin siyasi krizden mi kaynaklandığını veya ekonomik krizin siyaseti nasıl etkileyeceği gibi hususları tartışadursunlar, ortalama normal vatandaş her an yaşanan sıkıntıyı daha fazla hisseder durumdadır. Ne iktidarın çizmeye çalıştığı pembe tablolar ne muhalefetin umut vermeyen söylemleri mutfağı sarmakta olan ateşin sönmesine yardım etmiyor.
Bir ülkenin kriz dönemlerinde onun sıkıntılardan çıkışında en mühim etkenlerin başında birlik, dayanışma ve birlikte buhranları aşma ruhu gelir. Ne yazık ki ülkemizde bunu görmek pek mümkün değildir. Mutlu bir azınlığın hayat pahalılığı ve istikrarsızlık altında ezilen kitlelerin haline karşı gösterdiği umursamazlık ve hatta aşağılayıcı tutum, muhalefet cephesinde yer alanların her fırsatı siyasi maksatlar için değerlendirmeye yönelik tutumu ile birleşince müşterek bir noktada birleşme imkansız hale gelmektedir. İktidar kanadının ortamı yumuşatmak yerine yapılan her eleştiriyi düşmanca bir davranış olarak algılayıp gerilimi arttırması, sadece muhalefetin ekmeğine yağ sürmekle kalmamakta, ülkenin önündeki badireleri aşmak için gerekli birlik ve beraberliğe de mani olmaktadır.
Konuya ekonomik esaslar çerçevesinden bakıldığında, aslında içinde bulunduğumuz krizlerin sebeplerini görmek kolaylaşmaktadır. Türkiye, tarım ve hayvancılıkta kendisine yetmekten çıkmış, bir müddet öncesine kadar övünç kaynağı olan ‘kendine yeterli olma’nın yerini ithalata bağımlılık almıştır. Sanayi üretimini yeterli düzeye getirememiş, 84 milyonluk nüfusa ve ulaşması zor olmayan pazar imkanlarına rağmen, herhangi bir dalda iddialı, vazgeçilmez olma noktasına gelememiştir. İhraç ürünlerini ithalata bağımlılıktan kurtaramadığından, oluşan kısır döngüyü bir türlü kıramamıştır. İletişim, bilişim, dijitalleşme gibi konularda rakiplerinin önüne geçememiştir. Büyük ölçüde dışa bağımlı olduğumuz enerji alanındaki yatırımlar karşılığında beklenen verimliliğe bir türlü ulaşılamamıştır. Turizmde gerekli çeşitlilik sağlanamadığından salgın, boykot, ambargo gibi durumlarda sektörün önüne alternatif yollar sunulamamıştır. Bunların ve eklenebilecek diğer hususların özeti olarak 2023 hedefleri adıyla ülkenin önüne konan hemen hiçbir hedefe ulaşılamamış, bundan doğan açık ise prestij yatırımları denen maliyeti yüksek ancak getirisi az teşebbüslerle kapatılmaya çalışılmıştır. İktidarın elinde, -tamamı kendi düşünce ve uygulamalarının ülkeyi getirdiği ekonomik darboğaz ortamında-, faiz-kur ayarlamalarıyla vaziyeti kurtarmak dışında bir çözüm imkanı kalmamıştır. Yaşayarak görüldüğü gibi, bu da derde deva olmamaktadır.
Hemen her ülke, salgın sebebiyle içine girilen ekonomik daralmaya karşı objektif gerçekler ışığında uygulamaya koyabileceği reçeteler üzerinde çalışırken, bu hayati konu bizde iktidar ve muhalefetin üzerinden siyasi kazanç umduğu bir kavga ve çekişme konusuna dönüşmüştür. Türkiye, kaliteli üretimin ve ihracatın, tatmin edici istihdamın, güven veren milli paranın, istikrarlı yönetimin ve işleyen ekonomik kurumların bulunmadığı bir ülkeye dönüşmüştür. Bu durum sürdürülebilir değildir ve elbirliği ile çareler üretmeye yönelme zamanı çoktan gelip geçmiştir.
Her kriz dönemindeki gibi günümüzde de yurt dışında yaşayanlara düşen sorumluluklar vardır. Her şeyden önce, Türkiye’nin iç kamuoyunda zannedildiği gibi yurt dışındaki insanlarımızın ceplerindeki Euroların değer kazanmasından memnun olacak, ondan haz duyacak kadar egoist olmadıkları dosta düşmana gösterilmelidir. Diğer taraftan yurt dışındaki insanlarımız ufağından büyüğüne alışverişlerini Türkiye menşeli ürünlere yöneltmeli, ülkeye girecek her sentin hayati değerde olduğunun idrakinde olmalıdır. Politikacıların gereksiz söylemlerinden etkilenmeden, ülkenin hepimize ait olduğu gerçeğinden hareketle memleketine sahip çıkmalıdır. Bu, sadece yaraların sarılmasına bir nebze katkı sunmak değil, ülkeyi ve milleti bölmek üzerinden kendilerine politik çıkar alanı oluşturan sorumsuz, muhteris, kifayetsiz ve kibirli politikacılara da vurulan bir şamar olacaktır.
Türkiye, ne bazı muhaliflerin iddia ettiği gibi batıyor, ne de bazı iktidar mensuplarının söylediği gibi uçuyor. Türkiye, bir kısmı dünya konjonktüründen kaynaklanan, ancak büyük bir kısmı kendi iç dinamiklerinden doğan ekonomik istikrarsızlık ve sıkıntılarla boğuşuyor. Şu anda yaşananlar eskiden yaşanmış krizlere tıpatıp benzemese de bu krizi de atlatacağımız ümidini terk etmeye gerek görmüyorum. Eskilerde bulduğu gibi Türkiye bunun da bir çaresini, bir yolunu bulacaktır.
Böylesi durumlarda her zaman yaşandığı gibi, muhalefette yer alanlar çarenin bir iktidar değişikliğiyle geleceğini seslendirirken, hükümet kanadı ümidini politika değişikliklerine, yeni bakan ve bürokrat tayinlerine bağlamış görünüyor.
Halk; içinde cebelleştiği ekonomik sıkıntılara ilaveten, bir yandan hükümet kanadının çare diye getirdiği değişikliklerin ve çabaların istenen sonucu vermemesi, diğer taraftan muhalefetin neyi, nasıl düzelteceğine dair anlaşılır bir program ortaya koyamamasının arasında ezilmeyi sürdürüyor.
Türkiye’deki her gelişme gibi ekonominin içinde bulunduğu vaziyet de yurt dışındaki insanlarımızı yakından ilgilendiriyor. Hatta bazı durumlarda korku ve endişelerinin, yurt içinde sıkıntılarla baş başa olan insanlardan daha fazla olduğu da bilinmektedir. İnsanlarımız, anavatanlarının en az yaşadıkları ülkeler kadar müreffeh ve her alanda ileri, kalkınmış, güçlü olmasını arzulamakta, bunun tersine haberlerle karşılaştıklarında ise tedirginlikleri, teessürleri artmaktadır. İnsanlarımız, milli paraları her gün değer kaybeden, enflasyonu yüksek, işsizliği almış başını gitmiş, ihracatının ithalatını karşılayamadığı bir ülkenin vatandaşı olmanın sıkıntısını, en azından aynı işyerinde, aynı mahallede, aynı okulda yan yana olduğu başka milletlere mensup insanlar yanında yaşamak istememektedir.
Geçmiş kriz dönemlerinde, Almanya ve Avrupa’da çalışan insanlarımızın sıkıntıdaki yakınlarına, akrabalarına, eş ve dostlarına doğrudan yaptıkları yardımlar ile küçük de olsa giriştikleri ekonomik faaliyetler, yatırımlar gayet mühim faydalar sağlıyordu. Ancak günümüzde durum değişiktir. Büyüyen ekonomik bünye içerisinde, en üst rakamlarla dahi ele alınsa, yurt dışındaki insanlarımızın ekonomik varlığının ülkenin düze çıkmasında eskisi kadar büyük bir etkisinin olamayacağı açıktır. Ancak bu hiçbir şey yapamayız veya yapmadan oturup bekleyelim anlamına da gelmemektedir.
Yurt dışındaki Türklerin, geleceklerini daha ziyade Türkiye merkezli gördükleri dönemlerde bilhassa gayrimenkul alımı ve inşaat sektörlerine büyük katkıları söz konusuydu. Birçok il ve ilçenin ekonomisinin canlanmasının işçilerimizin izin mevsimlerinde memleketlerine gelmelerine bağlı olduğu zamanlar hala hafızalardadır. Ancak geldiğimiz noktada şurası açıktır ki; artık ne yurt dışındaki insanlarımızın sermaye aktarım imkanı eskisi kadar güçlüdür, ne de eskisi gibi ekonomik birikimlerini tamamen Türkiye’de değerlendirme eğilimindedirler.
Öte yandan Türkiye’deki problemlerin kaynağının daha ziyade politik ve idari kararlarla alakalı olduğu, yapısal meseleleri halletmeden ortaya çıkacak iyileşmelerin mevzii kalacağı, bu durumda yurt dışından sağlanmak istenen katkıların da değirmenin sürekli işleyişinde fazla bir rolünün olmayacağı açıktır.
Peki, bu dönemde kalpleri Türkiye için atan gurbetçilerimizin yapabileceği katkılar hangi noktalarda olacaktır? Bilindiği gibi yurt dışındaki insanlarımız artık sadece işçiler ve ailelerinden oluşmuyor. Önemli sayıda tahsilli insanımız, akademisyenlerimiz yanında iş dünyasında önemli başarılara imza atmış müteşebbislere sahibiz. Bunların elde ettikleri bilgi ve tecrübelerin ülkemize aktarımı, sadece Türkiye’ye sermaye ve yatırımı şeklinde değil, aynı zamanda gerekli yapısal değişikliklerin hayata geçirilmesi açısından da yararlı olacaktır. Bilhassa birçok yabancı ülkede geniş uygulama alanı bulan, ancak ülkemizde şimdiye kadar kendisine yer bulamamış veya yanlış şekilde uygulanmaya çalışılmış ekonomik faaliyetlerin hayata geçirilmesi geleceğimiz açısından hayati önemdedir.
Ekonominin kısa vadede karlı görünen birkaç alanın dışına çıkarılması gerekmektedir. Bu yapılırken halkı sadece tüketici değil, ekonomik çarkların döndürücüsü olarak gören anlayışlara ihtiyaç vardır. Birçok ülkenin yıllardır uyguladığı tasarruf programları, yapı tasarrufu sistemleri, tüketiciyi koruyan uygulamalar, insanların temel ihtiyaç maddelerini teminde sağlanacak kolaylıklar, şehirlerin yükünü azaltma yönündeki planlamalar, doğrudan yurt dışındaki insanlarımıza dönük kampanyalar (elbette onların birikimlerini yok etmeye dönük, soyup soğana çevirme kampanyaları değil), bu bağlamda ilk akla gelebilecek satırbaşlarıdır.
Ancak bunların gerçekleşebilmesi için Türk siyasetinin güven verici bir noktaya gelmesi, vatandaşlarını bir ve bütün olarak görmesi, ekonomiyi kendi kurallarıyla yönetme eğilimine girmesi ve tüm bunları uzun vadeli programların birer cüz’ü şeklinde düşünerek adım atması gerekmektedir. Umarız kısa sürede böyle bir yola girilir.
Rusya’nın Ukrayna’yı birkaç gün içerisinde işgal edebileceğini, Kiev’deki hükümeti yıkıp yerine kendisine bağlı uydu bir hükümet kuracağını, üzerinde hak iddia ettiği bölgeleri ayrı ayrı kukla devletçikler şeklinde kısa sürede kendisine bağlayacağını düşünenler yanıldılar. Ukrayna’nın askeri alanda kendisinden kat kat fazla güce sahip Rusya karşısındaki direnişi saldırganın heveslerinin kursağında kalmasına ve savaşın uzamasına yol açtı.
İki tarafın inatçı tutumu cılız şekilde de olsa gündeme getirilen ateşkes ve barış sağlanmasına dönük çabaları sonuçsuz bırakmakta. AB ülkelerinin baştan beri sağlamaya çalıştıkları savaşı önleme ve savaşı durdurmaya dönük gayretleri de bilhassa ABD’nin açık baskısı ve İngiltere’nin her zamanki gibi öncülüğe soyunan tutumu sebebiyle başarısız kalmıştı. Birçoğu NATO üyesi de olan Avrupa ülkeleri şu veya bu şekilde ABD’nin istediği şekilde hizalanmak zorundalar.
Enerji ve hammaddede Rusya’ya bağımlılığın ellerini kollarını bağladığı ülkeler, saldırganlığa karşı koymak hususunda ikircikli davranıyorlar. Ne yardan ne serden geçememe açmazındaki ülkelerin başında ise Almanya geliyor. Alman aklı Rusya ilişkilerin daha fazla bozulmadan, yara almadan devam etmesini işaret ederken; Alman gönlü Ukrayna’nın işgal edilen topraklarını kurtarmasını diliyor. Başbakan Olaf Scholz, bu zor denklemden en az zararla çıkmak için kıvranırken gerek iç gerek dış tepki ve baskılara direnmekte zorlanıyor. Bir yandan partisindeki Ukrayna ve Rus yanlıları arasında sıkışmamak için çaba gösterirken diğer taraftan hükümet ortağı Yeşiller ve Liberaller’in açık ABD yanlısı tutumu karşısında bocalıyor. Atlantikçiliği depreşen medya da birçok konuda sessiz kalmayı tercih eden Şansölye’yi zevkle hırpalıyor.
AB ve NATO, Ukrayna’yı bünyelerine alma sürecini sürüncemede bırakmalarının, uzatmalarının cezasını çekiyorlar. Cezayı aslında sadece kendileri çekmiyor, daha ziyade Ukrayna halkı çekiyor. Bu egoist politika neticesinde binlerce insan ölüyor, yaralanıyor, milyonlarca insan yerinden yurdundan oluyor; şehirler, kasabalar hatta köyler yakılıp yıkılıyor.
Rusya’daki çılgın tek adam rejiminin oluşturduğu ortam, diğer yandan tüm dünyada konvansiyonelinden nükleerine yeni bir silahlanma yarışının, hatta yeni bir Soğuk Savaş’ın işaretlerini veriyor. Rusya ve NATO’nun birbirlerini nükleer silahlarla tehditleri, insanlığın nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya bulunduğunu bütün çıplaklığıyla gösteriyor. Öte yandan başta ABD olmak üzere savaşı teşvik eden güçler, bazı silah üreticisi ülkeleri bölgeye silah sevkiyatı için teşvik ediyor, hatta zorluyorlar. Üzerinde baskı uygulanan bu türden ülkelerin başında da yine Almanya geliyor. Anayasal sebeplerle şimdiye kadar ancak gizli veya dolaylı yollardan Ukrayna’ya silah gönderdiği varsayılan Almanya, ‘kriz bölgelerine silah sevk etmeme’ prensibini bir yana bırakıp tank gönderme kararı alıyor. Tüm bunlara karşı Rusya, ‘kızım sana söylüyorum gelinim sen anla’ kabilinden bazı küçük ülkelere yaptığı doğalgaz sevkiyatını durdurma yoluna gidiyor. Bunu ‘elimde size karşı kullanacağım yeteri kadar koz var’şeklinde okumak gerekiyor.
Türkiye, her iki tarafla var olan iyi ilişkilerini savaşa feda etmemeye çalışıyor. Bunun en kestirme yolu olarak ateşkesin ve barışın sağlanmasını gördüğünden, başlangıçtan bu yana iki ülke liderlerini bir masa etrafında oturtmak için yoğun diplomatik hamleler yaptı. Barışın sağlanması, Ukrayna ve Rusya ile iyi ilişkilerin devamı kadar Türkiye’nin Karadeniz politikası ve savaşın yol açtığı ve açabileceği muhtemel siyasi ve ekonomik sıkıntılar açısından da ehemmiyet arz ediyor. Ancak her iki ülkenin anlaşmazlık noktalarını halletme hususunda birbirlerinin hayli uzağında yer tuttukları açık bir gerçek. Ne Rusya açık bir başarı elde etmeden yeni bir adım atmak istiyor ne de Ukrayna en azından uluslararası diplomasi alanında arkasına aldığı rüzgarın da etkisiyle masaya güçsüz oturmak istiyor.
Gelinen noktada savaş isteyenler ve savaştan medet veya menfaat uyanlar hala duruma hakim bir pozisyondalar. Bunların başında anlaşılacağı gibi ABD, Rusya ve onların peşlerine takılanlar geliyor. Dünyanın büyük çoğunluğu ise kendisini savaşın yıkıcı etkilerinden korumak ve savaşın cephedeki açık bir tarafı olmamak için insanüstü bir gayret gösteriyor. Prensip olarak sonunda barışın galip geleceğini düşünsek bile buna hiç de kolay ulaşılamayacağı görülüyor.
Çarlık ihtirasına, komünist pratiğine ve istihbaratçı komploculuğuna sahip Rusya lideri Vladimir Putin’in ateşlediği fitilin sadece bölgeyi değil tüm dünyayı etkileyeceği aslında daha başından biliniyordu. Soğukkanlılık tavsiye edenlerin tek umudu, sağduyunun son anda da olsa galip geleceği yolundaki romantik temennileriydi. Ama ne yazık ki katı gerçek galip geldi ve bölgemizi sonu belli olmayan yeni bir savaşın içine attı. Savaşın bölgeleri aşarak dünyayı etkileyen bir karakterde oluşu ilgiyi arttırsa bile çatışmaların sonlandırılıp barışın hakim olması için gerekli ortamı oluşturamıyor.
Dünyanın hakim güçleri bu savaşın çıkmaması için fazla kıllarını kıpırdatmadılar. Aksine başta ABD ve İngiltere adeta yangının çıkması için körük vazifesini üstlendiler. Kısa ve uzun vadeli fayda hesapları yapan Çin, Rusya’yı adeta savaşın içine itti. ABD baskısı altındaki Avrupa, bağımsız bir politika izlemeyi beceremediği gibi, iki arada bir derede kalmanın, enerji ve hammaddede Rusya’ya bağlı olmanın vereceği zararları nasıl telafi edebileceğinin telaşına girdi. Türkiye gibi savaşmadığı halde krizden en çok zarar göreceği bilinen ülkelerin barış için çırpınışları, savaş tamtamlarının arasında fazla bir tesir gösteremedi.
Ukrayna’yı ABD baskısına boyun eğip Avrupa’nın kuru vaadlerine inanarak askeri anlamda kendisinden kat kat güçlü bir ülkeyle savaşmamak için gerektiği kadar gayret göstermediğini söylemek mümkündür. Ancak nihayetinde savaşı başlatan taraf Rusya olduğu gibi şehirleri bombalanan, yakılıp yıkılan ve işgal edilen, asker ve sivil insanları öldürülen, yaralanan, sakat bırakılan tarafın da Ukrayna olduğu açıktır. Sebebi ne olursa olsun bir ülkenin sınırlarını, topraklarını ve insanlarını korumasını yargılama konusu yapamayız.
Putin’in başlangıçtaki birkaç gün içerisinde harekatı tamamlama, Ukrayna hükümetini yıkarak kendine bağlı bir iktidar oluşturma, üzerinde hak iddia ettiği bölgeleri kısa sürede Rusya’ya bağlayacak şekilde bağımsızlaştırma niyetlerinin Ukrayna’nın gösterdiği kararlı direniş karşısında yıkıldığı görüldü. Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu milyonlarca sivil selameti ülkeyi terk etmekte görürken, Ukrayna devlet ve ordusuyla ülkelerini savunma azmini ortaya koydu. Belki de Ukraynalılar tarihte ilk defa kader birliği çerçevesinde milletleşme yolunda mühim bir adım atmış oldular.
Türkiye, hem savaşın bir an önce nihayete ermesi hem de savaşın menfi tesirlerinden korunmak için çok yönlü ve temelde doğru bir çizgi takip etti. Bilhassa ateşkes ve barış sağlanması yolundaki çabaları henüz sonuç vermediyse de en azından savaş kışkırtıcısı koroya katılmama ve iki tarafla da sahip olduğu iyi ilişkilere halel getirmeme konusunda başarılı oldu. Umarız ateşkes ve barış çabaları da kısa sürede sonuç verir.
Hem Avrupa Birliği’nin öncüsü hem de Rusya ile derin ilişkilere sahip olması, Almanya’yı savaşın başlamasıyla birlikte çok kritik bir pozisyona soktu. Willy Brandt ve Helmut Kohl ile başlayan, Angela Merkel’in de devam ettirdiği ‘Rusya ile çatışmama’ üzerine kurulu klasik Alman politikası, çiçeği burnunda başbakan Olaf Scholz’un önüne çözülmesi zor bir denklem şeklinde çıktı. Politika sahnesine barışın sağlanması konusunda barışçıl tez ve sloganlarla giren hükümet ortağı Yeşiller partisinin takındığı aşırı savaşçı tutum bir yana, hangi tarafı ne kadar desteklediğinde Almanya’nın ne elde edip ne kaybedileceği hesaplarının içinden çıkılmazlığı, Olaf Scholz’un gecelerinin uykusuz geçmesi için yetip de artıyor.
Sanayiye ve iş dünyasına Korona salgınının verdiği tahribatın yaraları sarılmadan, enerji, hammadde ve gıdada bağımlı olduğu ülkelerin birbirleriyle savaşı, en ufak bir hesap hatasında Almanya’yı telafi edilemeyecek gelişmelerin kurbanı yapabilir. Almanya’nın doğrudan savaşın kurbanları arasına girmesi, ABD ve Çin gibi dünya pazarlarındaki rakip ülkeleri sevindirse de Avrupa’da zincirleme bir felaketin habercisi de olabilir. Elbette bu zincirde Almanya’da yaşayan insanlarımız gibi Türkiye de mühim bir yer işgal etmektedir. Bu ve benzer birçok sebep, bu savaşın bir an önce bitmesinin, sadece savaşın fiilen sürdüğü bölgede doğrudan sıkıntısını çekenler için değil, bizler için de hayati önemde olduğunu göstermektedir. Bunun için de ya Putin bir gün muhteris kumarcı tutumundan vaz geçerek makul çizgiye gelecek veya Dünya onu zorla böyle bir çizgiye getirecektir.
Yurt dışındaki insanlarımızın Türkiye’de yaşananlara yaklaşımının çoğu kez Türkiye’de yaşayanlardan daha hassas olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bunun psikolojik ve sosyolojik değişik izahları vardır. Ama en önemlisi; herhalde Türklerin vatanlarından ne kadar uzak kalsalar da atalarının topraklarına ve üzerinde yaşayanlara karşı duydukları derin sevgi ve bağlılık duygusunun sağlamlığıdır.
Hadiselerin doğrudan içinde bulunmamak ve gidişatı yönlendirme şansına sahip olmama keyfiyetinin sonucu, yaşananlara karşı gösterilen tepkilerin çoğu zaman ifrat ve tefrit noktalarına varmasıdır. Bunu en açık şekliyle izin mevsiminde anavatanlarına giden insanlarımızın Türkiye’deki olumlu veya olumsuz hadiseler karşısındaki davranışlarında görmekteyiz.
Yurt dışında yaşayan insanlarımız, ülkemizin içine girdiği siyasi, ekonomik ve sosyal sıkıntılardan her zaman üzüntü duymuşlardır. Geçimlerini temin ettikleri yerlerde kazandıkları paraların Türk parası karşısında değerli oluşu onları sevindirmemiş; aksine kompleksle beraber üzüntüye sevk etmiştir. Fiyatların katlanarak artması, yüksek enflasyon, işsizlik, gençlerin geleceklerini yurt dışında aramaya yönelmesi, insanlarımız üzerinde daima kahredici etkilere sebebiyet vermiştir. Zıt fanatik grupların kötüyü iyi gösterme veya olumsuzluklardan sevinç üretme gayretlerinin varlığına rağmen halkın genel tutumu söylediğimiz şekilde tecelli etmektedir.
Yılda, iki yılda ve hatta daha geniş aralıklarla Türkiye’ye giden insanımız, yapılmış yeni bir yol, kurulmuş bir köprü, inşa edilmiş yüksek binalar ve alışveriş merkezleri, konut, otel gibi şeylerle karşılaştığında sevinmekte, bu gördüklerini temel inşa faaliyetlerinin bitmiş olması nedeniyle artık monotonlaşmış ülkelerle kıyasladığında ülkemizin ne kadar kalkındığına bir delil saymakta ve tüm bunlarla gururlanmaktadır. Sınır kapılarından ve havaalanlarından başlayan süreçte yaşadığı olumlu şeyler, onu coşturmakta, ülkesine ve milletine güvenini arttırmaktadır. Kendilerine sıcak şekilde bir ‘hoş geldiniz’ denmesi, güler yüzle davranılması, konuşurken yüzüne bakılması ve insan yerine konduğunun gösterilmesi onun için büyük bir doping vazifesi görmektedir. Bunlar, kısa bir süre için ülkesine gelen insanımızın enflasyonun etkilerini, insanların çaresizliğini, adaletsizliğin yaralarını, siyasi kavgaların yol açtığı yıkıcı etkileri es geçmesine yetmektedir. Bu duygulara sahip olanlar, aksi düşüncedeki insanları genellikle kadir-kıymet bilmemekle, nankörlükle ve memleketi yeteri kadar sevmemekle itham etmektedirler.
Muhalif yapıdakiler ise, dikkatlerini sadece inşa edilenlere değil onların arkasında yatan rant kavgalarına, usulsüzlüklere, yolsuzluklara, hırsızlıklara, peşkeş çekmelere, tabiatın tahrip edilmesine, tarihi mirasın yok edilmesine ve adaletsiz uygulamalara yöneltmektedirler. Bu kesimdekiler; diğerlerinin aksine sokaktaki kargaşayı, trafikteki keşmekeşi, insanların kaba davranışlarını, devlet dairelerindeki asık suratları, alışverişlerdeki kazıklanmaları ve ekonomik sıkıntıların insanları nasıl ezdiğini öne çıkarmakta, bunun müsebbiplerini ve destekçilerini memleketi satmakla, ülkeyi batırmakla, devleti çökertmekle itham etmektedirler.
Yandaşların her şeyi güllük gülistanlık görme ve gösterme, muhaliflerin her şeyin berbat olduğunu iddia etmeleri doğru bir davranış şekli olmasa da sürekli yaşadığımız bir durumdur. Gerçeğin ise müspet ve menfi yönleriyle birlikte her iki tarafın tezlerinin ortalarında bir yerde olduğu açıktır. Siyasetin karakteri bu gerçeği kabullenmeye karşı direnci ısrarla kendi varlık sebebi saymasıdır. Halbuki siyaseti gerçekçi zeminlerde yürütmenin sağlayacağı faydaları en açık şekilde Avrupa’da yaşadığımız ülkelerde müşahede etmekteyiz.
Taraf pozisyonundakilerin, kendileri gibi düşünmeyenleri ihanete kadar varan sıfatlarla itham etmelerine ne yazık ki alıştık. Ancak tarih bize karşı tarafı zor durumda bırakmak için sarıldığımız keskin ifadelerin ilanihaye geçerli olmadığını ve iddia sahiplerini çoğu kez mahcup ettiğini göstermiştir. Siyasette konumlar değişince iddia sahipleri ve muarızları da değişmekte, bugünün hainleri yarın vatanın bekçisi haline gelmektedir.
Bu sebeple izne gidip dönen insanlarımızın Türkiye hakkındaki olumlu veya olumsuz kanaatlerini o insanların memleket severliklerinin ve ülkeye bağlılıklarının sınanması şeklinde ele almamak gerekmektedir. Herkesin ülkesini şu veya bu şekilde sevdiğini kabullenmek bize bir şey kaybettirmeyecektir. Yurt dışındaki insanlarımızın ortak arzusu, ülkemizin mümkün olduğunca kısa sürede dünyanın önde gelen devletleri arasına girmesidir. Kimimiz bunun için yapılanları gerekli ve yeterli bulurken kimimiz de eksik ve yanlış bulabiliriz. Mesele bundan ibarettir.
Uzun yıllardır savaşın ya yanında ya tam ortasında veya mutlaka etki alanı içerisinde kalan bizim gibi topluluklar, savaşların bazen çok kolay başladığını ancak bitmesinin hiçte kolay olmadığını bilmektedirler. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra nerdeyse tüm savaşları desteklemekle ve sonuçlarından yararlanmakla birlikte kendilerinden uzak tutmayı başaran Avrupalılar, ilk defa Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla savaşın kendi evlerine de sıçradığını idrak etmeye başladılar. Hatırlanacağı üzere, 30 yıl kadar önce Sırpların ve Hırvatların Müslüman Boşnaklara saldırıp yer yer büyük katliamlar icra ettikleri Yugoslavya iç savaşını bile Avrupa kendi coğrafyasındaki bir savaş olarak ele almamıştı.
Elbette Avrupa’nın Rusya ile ilişkileri, Ukrayna ile tarihi ve kültürel bağları kadar bilhassa enerji sevkiyatı konusu Avrupalıların endişe, korku ve hassasiyetlerini arttıran hususların başında geliyor. Öte yandan NATO’nun genişlemesi için belirleyici bir bilek güreşi niteliğindeki son çatışma, gelecek planlarıyla alakalı politikacı ve diğer sorumluları tedirgin ediyor. Demokratik topluluklar olmalarına rağmen Avrupa ülkelerinde yaşayanlar ise kendi seçimlerinin değil önlerine konan ve dayatılanların çıkardığı problemlerle boğuşmak zorunda bulunduklarını biliyorlar.
Görüldüğü kadarıyla yıllardır böyle bir savaşın temel taşlarını özenle döşeyen Batı, Rusya’nın maliyeti çok yüksek olabileceği bilinen böyle bir saldırıya teşebbüs edemeyeceğini tahmin etmekteydi; halbuki bugün 20-30 sene önceki ezik durumdan sıyrılmak Rusya için hayati önemdedir ve bu onu her türlü saldırganlığa açık hale getirmektedir. Bilhassa NATO’nun doğuya doğru genişlemesi konusunda Rusya’ya verilen sözlerin tutulmaması ve ABD’nin yayılma iştihasının dizginlenememesinin böyle bir sonuca yol açacağı hesap edilmeliydi.
Ortalığı karıştıran, kan, yıkım ve gözyaşına boğan yukarıdaki patronların düşünce, iddia ve bahaneleri ne olursa olsun her savaşta olduğu gibi bu savaştan en çok etkilenenler yine sıradan halk olmaktadır. Sadece hayatını kaybeden, yaralanan, sakat kalan, yerinden yurdundan olan, mülteci konumuna düşen insanlar değil, savaştan mesafece uzak yerlerdeki insanlar da ekonomik sıkıntı, işsizlik, enflasyon, gelecek korkusu, sosyal travma, siyasi istikrarsızlık gibi değişik şekillerde savaştan etkilenmektedirler.
Avrupa’da kış nefesini hissettirirken sokaktaki insanların en büyük endişelerini kışın ayazda kalıp kalmayacakları, doğalgaz ve elektrik faturalarının hangi rekorları kırmaya hazırlandığı, daha önemlisi bir gıda krizinin ve üretim çarklarının durma tehlikesinin var olup olmayacağı gibi konular oluşturmaktadır. Her ülke kendisine göre krizi atlatma hesapları yaparken, sıkıntıları birlikte aşma formülleri üzerinde kafa yoranlar da mevcut. Ancak kitlelerin içine sinmiş egoizm duygusu nerdeyse tüm ülkeleri ‘gemisini kurtaran kaptan’ anlayışına getirmiş durumda.
Son hesaplamalara göre Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu enerjide Rusya’nın payı %8 seviyesine kadar inmiş durumda. Aslında bu normal zamanlarda üstesinden gelinemeyecek bir miktar değil. Ancak son yıllarda en büyük sömürü odağı haline gelen enerji şirketlerinin halka korku vererek kazançlarını hayasızca en yüksek noktalara taşımaları piyasalardaki dalgalanmaların sonu belirsiz şekilde sürmesine yol açıyor. Neoliberal sistemlere tabi olmuş ve dağarcığında başka bir çözüm teklifi kalmamış ülkelerin idarecilerinin söz konusu şirketler karşısında elleri kolları büyük ölçüde bağlı vaziyette. Bu sebeple birçok hükümet halkın rahatlaması için devlet haznesinden destekler vermeye yönelirken, vananın ucunu ellerinde tutan şirketlere sadece sonuç vermeyeceği baştan belli utangaç ricalarda bulunuyorlar.
Savaş için bahane üretmekte gayet mahir davranan dünya devletleri, akan kan ve yıkımın durması için kıllarını kıpırdatmadan bekliyorlar. Aslında bu tarafların savaşın bitmemesi, mümkün olduğunca uzun sürmesi yolundaki niyetlerini belli ediyor. Çünkü her kriz ortamını kolayca kâra çevirebilen çevrelerin kazançları, savaşın mağdurları ve sıkıntıya düşen milyonlarca halkın kaybettiklerinden daha önemli görülüyor.
Bir savaşın bitmesi için tarafların samimi şekilde bunu arzu etmeleri gerekir. Halihazırda her iki tarafta olsun üçüncü taraflarda olsun böyle bir niyeti göremiyoruz. Herhalde Ukrayna-Rusya savaşı da -ne yazık ki- etrafımızda çokça gördüğümüz savaşlar gibi iki taraf bıkana veya tamamen mecalsiz kalana kadar sürüp gidecek.